"Hukukun siyasal şiddeti 'nihayetlendirme' işlevi görmesi mümkün olabilir elbette, ama sıklıkla da bu şiddete mecra sağladığını, dolayımlandırdığını, yeni ihtilaf alanları açtığını, bazen de nihayetlendirmeye çalıştığı şiddetin bir aracı haline geldiğini görüyoruz.
"Mevcut literatür fazlasıyla Holokost odaklı, ben odağı Ermeni soykırımı ve ilgili hukuki süreçlere kaydırarak hukukun şiddet karşısında nelere kadir olduğuna dair yaygın bazı varsayımları sorgulamaya çalışıyorum."
Akademisyen Başak Ertür, hukuk ve siyasal şiddet ilişkisini ve bu ilişkiyi Gösteriler ve Hayaletleri: Siyasi Davaları Performatif Kuram Üzerinden Okumak* kitabında nasıl ele aldığını kısaca bu sözlerle anlatıyor.
Londra Üniversitesi Birkbeck Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Başak Ertür, aynı zamanda bir Barış Akademisyeni.
Kitabın önsözünde de Barış Akademisyenleri davasındaki kendi deneyiminden, mahkeme salonunda yaşananlardan bahsediyor.
Kitabın yazılmasında ve içeriğinde bu yargılama sürecinin nasıl bir etkisi olduğunu sorduğumuz Ertür, "Böyle yıllarca siyasi davalar üzerine çalıştıktan sonra, bir sabah uyanıp kendimi bir siyasi davada sanık olarak bulmamda müthiş bir kara mizah var diye düşünüyorum" diyor.
Başak Ertür ile siyasi davaları ele alırken odağını hukukun araçsallığından edimselliğine çeviren yeni kitabını ve Sogomon Tehlirian davasından Hrant Dink cinayeti davasına siyasi yargılamaları konuştuk...
Barış Akademisyenleri davaları ve "kara mizah"
Kitabın önsözünde Barış için Akademisyenler yargılamaları sırasında bir Barış Akademisyeni olarak kendi dava deneyiminizden, duruşma salonunda yaşananlardan bahsediyorsunuz. Yüzlerce akademisyenle birlikte yaşamak durumunda bırakıldığınız bu yargılama sürecinin bu kitabın yazılmasında ya da içeriğinde nasıl bir etkisi oldu?
Aslında bu çalışmaya Barış Akademisyenleri davalarının çok öncesinde başlamıştım, hatta bir versiyonunu yazıp bitirmiştim. Böyle yıllarca siyasi davalar üzerine çalıştıktan sonra, bir sabah uyanıp kendimi bir siyasi davada sanık olarak bulmamda müthiş bir kara mizah var diye düşünüyorum.
İlk duruşmamı anlattığım o kısa önsözde yazdığım gibi, duruşmanın hemen ardından hissettiğim en yoğun şey "şu çalışmayı artık bir an önce yayınlayayım da kurtulayım bu dehlizlerden" gibi bir histi.
Yani, o absürt yargılamanın hakkını veren absürtlükte bir nedensellik ilişkisiyle, sanırım dava sayesinde çalışmaya nihayet nokta koyabildim.
Hukukun araçsallığından performatif kurama
Kitabınızda siyasi davaları ele alırken odağı hukukun araçsallığından edimselliğine çevirdiğinizi görüyoruz. Öncelikle, siz siyasi dava kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu bağlamda odak noktasını hukukun edimselliğine çevirmek ne demek ve bu neden önemli? Böyle bir odak değişikliği bize siyasi davaları ve hukuk ile siyasi şiddetin iç içe geçmişliğini anlamak açısından nasıl bir alan açıyor?
Belirli davaları değil de genel bir konu olarak siyasi davaları ele alan mevcut çalışmaların pek çoğu bunları sınıflandırarak tanımlamaya yönelik çalışmalar. İtiraf edeyim ki bende bazen ölü böcek koleksiyonuna bakıyorum hissi uyandırıyorlar. Yani, sınıflandırma egzersizi koleksiyoncu için belki gerçekten çok ilginç olabilir, ama hukuk, siyaset ve şiddet ilişkisini kavramamıza ne kadar yardımcı oluyor emin değilim.
Bu ilişkiyi hukukun edimselliği ya da performatifliği üzerinden değerlendirerek aslında tanımın olası değişkenliğini de vurgulamak istiyorum.
"Siyasi dava"nın mevcut en yaygın tanımı, Türkiye'de maalesef fazlasıyla örneğini gördüğümüz, siyasal iradenin hukuksal yolları kötüye kullanarak düşman bellediklerini siyaset alanının dışına itmeye çalıştığı, cezalandırdığı süreçler. Fakat ben kitapta tanımı bununla sınırlı tutmuyorum.
Kolektif hafıza inşa etmek, "bir daha asla" şiarıyla geçmiş siyasi şiddeti veya devlet şiddetini yargılamak gibi daha "yüce" emellerle girişilen hukuki süreçleri de tanıma dahil ediyorum. Ayrıca odağı araçsallıktan edimselliğe, yani performatifliğe kaydırarak yargılama süreçlerinin hangi amaçlarla başlatıldığı ve yürütüldüğünden bağımsız, ne gibi siyasi sonuçları, hayatları, ardılları olabileceğini irdelemeye çalışıyorum. Nitekim Hannah Arendt'in söylediği gibi siyaset araçsallığın ötesinde kavranması gereken bir alan.
Ayrıca araç denen şey her an onu kullananın elinden kaçarak kastedilmeyen sonuçlara yol açma ihtimalini taşır. Aracın hukuk olduğu durumlarda bu ihtimal hem iyice artıyor hem de çeşitleniyor; kitapta biraz bunu anlatıyorum.
Performatif kuram da hem bu ihtimalleri hem de hukuk ile şiddet arasındaki öyle pek de kolayca öngörülemeyecek ilişkileri kavramsallaştırmamızı sağlıyor. Ama "performatif" derken kastettiğim "performans nitelikli", "göstermelik", "tiyatro" ya da "yalancıktan" gibi bir anlam değil, kavramı dil felsefesinde "edimsel" dediğimiz ve ardından post-yapısalcı kuramda örneğin Jacques Derrida, Shoshana Felman ve Judith Butler gibi düşünürlerin geliştirdiği anlamıyla ele alıyorum.
Siyasi dava yazınında bir dönüm noktası: Nürnberg
Kitabın ilk bölümünde 1960'lı yılların siyasi yargılamalar hakkında teoriler üretmek için ilginç bir zaman olduğundan bahsederek o dönemde yazılan üç kitaba atıfta bulunuyorsunuz. Otto Kirchheimer, Hannah Arendt ve Judith Shklar'ın Holokost sonrası dönemdeki yargılamaları irdeleyen kitapları sizin Ermeni soykırımı sonrası dönemdeki siyasi yargılamaları ele alan kitabınıza nasıl bir teorik ve kavramsal temel ya da çıkış noktası oluşturuyor?
Bu üç düşünürün 1960'larda siyasi davalar üzerine yazdıklarını okumak benim için çok zihin açıcıydı. Çünkü siyasi davalar üzerine yazında Nürnberg mahkemesi önemli bir dönüm noktası. Nürnberg'e kadar "hukuka siyaseti karıştırmamak lazım" yaklaşımıyla ayrı tutulması şart ve farz görülen bu iki alanın Nürnberg ardından aslında birbirinden ayrı tutmanın mümkün olmaması bir yana, tutulmaması gerektiği kanısı yaygınlaşıyor.
Yirminci yüzyılın sonuna geldiğimizde ise liberal literatürde davaların "yüce" addedilen siyasal emellere alet edilmesinde pek bir sorun görülmüyor. Bu sonraki literatürde Arendt ve Shklar sık rastlanan referanslar, bazen Kirchheimer'ı da görüyoruz. Oysa bu düşünürlerin 1960'larda yazdıklarına dönüp baktığımızda, "hukukun şiddeti" diye özetleyebileceğimiz, sonraki literatürde pek esamesi okunmayan meseleyi titiz bir eleştirel dikkatle ve aciliyet duygusuyla değerlendirdiklerini görüyoruz.
Hukuk ve siyasal şiddet
Bu bahsettiğim sonraki liberal literatürde, yani geçiş dönemi adaleti, uluslararası ceza hukuku, insan hakları gibi alanlardaki çalışmaların çoğunda, hukukun siyasal şiddet karşısında nasıl yerinde, yeterli ve etkili bir deva olabileceğini tartışırken hukukun kendi şiddeti üzerinde pek durulmadığını görüyoruz. Yani hukukun liberal demokrat emeller için araçsallaştırılması caizdir gibi bir yaklaşım hâkim. Oysa hukuk şiddetin karşıtı değildir, şiddetle hemhaldir ve kendi şiddetini barındırır, Walter Benjamin'in öğrettiği gibi yasanın kuruluşu da bekası da şiddete dayanır.
Hukukun siyasal şiddeti "nihayetlendirme" işlevi görmesi mümkün olabilir elbette, ama sıklıkla da bu şiddete mecra sağladığını, dolayımlandırdığını, yeni ihtilaf alanları açtığını, bazen de nihayetlendirmeye çalıştığı şiddetin bir aracı haline geldiğini görüyoruz. Mevcut literatür fazlasıyla Holokost (Yahudi soykırımı) odaklı; ben odağı Ermeni soykırımına ve ilgili hukuki süreçlere kaydırarak hukukun şiddet karşısında nelere kadir olduğuna dair yaygın bazı varsayımları sorgulamaya çalışıyorum.
Zamansallık mefhumumuzu alt üst eden "hayaletler"
"Mahkeme salonundaki hayaletler" başlıklı dördüncü bölümde "Ermeni soykırımı'nın mimarı" olarak görülen Talat Paşa'ya suikast düzenleyen Soghomon Tehlirian'ın 1921'de Berlin'de görülen ve beraatla sonuçlanan davasını ele alıyorsunuz. Bu davayı diğerleri arasında ve/veya siyasi yargılamalar açısından farklı ya da ilginç kılan neydi? Bu davayı ele alırken kullandığınız "hayalet" ve "musallat olma siyaseti" kavramlarını biraz açabilir misiniz?
Hayaletler, hortlama, musallat olma gibi kavramlar 1990'lardan bu yana eleştirel kuramda yaygın dolaşımda.
Geçmişteki adaletsizliklerin günümüzde beklenmedik şekillerde tezahürünü, bastırılanların, ezilenlerin, tarihten silinenlerin aniden geri dönüşünü, geçmişin bugündeki varla yok arası etkilerini kavramsallaştırmak için ilginç bir kelime dağarcığı ve çağrışım dünyası sunuyor hayaletler.
Bir de tabii hayaletlerin zamansallık mefhumumuzu alt üst eden bir yanı var, Derrida geçmişin hayaletleriyle geleceğin hayaletlerini birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını yazıyor. Benim çalıştığım Tehlirian davasında ise mevzu, tabiri caizse, çok daha somut, çünkü davanın akıbetini değiştirerek sonucunu belirleyen unsur duruşmalarda bahsi geçen bir hayalet!
Tehlirian davası ve henüz adı konmamış "soykırım"
Tehlirian tehcir sırasında öldürülen annesinin hayaletinin bir gün karşısında belirerek kendisine Talat Paşa'yı öldürmeyi emrettiğini söylüyor ve iki günlük duruşma sonunda jüri kararıyla beraat ediyor.
Dava pek çok açıdan çok ilginç, en önemlisi de odağın hızlı bir şekilde Tehlirian'ın suçu olan cinayetten Talat'ın cürümlerine kayması. Sonradan soykırım suçunun yasal tanımında en önemli unsurlardan biri olan "özel kast" meselesi, yani tehcir esnasındaki katliamların Talat'ın doğrudan emriyle yapılıp yapılmadığı sorusu davanın önemli bir odak noktası haline geliyor.
Kaldı ki o dönem hem Almanya'da hem dışında epey ses getiren bu davayı büyük bir merakla ve yakından izleyenler arasında, hukuk fakültesinde okumaya başlamak üzere olan gencecik bir Raphael Lemkin var. Lemkin biliyorsunuz İkinci Dünya Savaşı ve Holokost'un ardından "genocide", yani soykırım terimini ortaya atan ve Soykırım Sözleşmesi'nin geliştirilmesinde büyük katkısı olan kişi. Otobiyografisinde bu suçla ilk defa Tehlirian davasında karşılaştığını anlatıyor, o dönem henüz adı koyulmamıştı tabii.
Hrant Dink cinayeti ve geçmişin "hayaletsi" izleri
Kitabın Ermeni soykırımının hukuki sonuçlarını/ akıbetini hukuk, şiddet ve bellek kavramlarına da atıfla ele aldığınız beşinci bölümünde Tehlirian davasına "musallat olan" ve bu davanın "musallat olduğu" şiddet olaylarına ve yasal süreçlere değiniyorsunuz. Bu bölümün ikinci yarısında ise doğrudan doğruya Hrant Dink cinayeti davasına odaklanıyorsunuz. Hrant Dink davasını kitabın kavramsal ve kuramsal çerçevesinde nasıl ele alıyorsunuz?
Evet, Talat Paşa cinayeti davasını epey detayıyla ele aldığım bölümün ardından Tehlirian'ın işlediği cinayetin ve davasının varla yok arası bir yaşam sürdüğü başka siyasi şiddet olaylarına ve hukuki süreçlere bakıyorum.
Davayı Lemkin'in izlediğinden bahsettim. İzleyen bir başka hukukçu Robert Kempner, Almanya'da Weimar döneminde hukukçu, Nazizme muhalefeti sebebiyle iltica ediyor ve sonradan Nürnberg davalarında Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) savcılarından biri oluyor. Arendt'in Eichmann davası üzerine kitabında da davanın sözü geçiyor. Ayrıca dava sırasında Almanya basınında yer alan tartışmalarda sonradan Nazi Almanyası'nda gerçekleşeceklerin "hayaletsi" izlerini görmek mümkün.
Tehlirian'ın cürümünün ise örneğin ASALA [Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu] cinayetlerine ilham verdiği yazıldı. Hrant Dink cinayeti ile bağlantısı da hayaletsi denebilecek türden: Dink'in ve sonradan ailesinin avukatı olan Fethiye Çetin'in dava dosyasında fark ettiği, ardından tarihçi Taner Akçam'ın da çeşitli yerlerde dile getirdiği bir detay, azmettirici Yasin Hayal'in Talat Paşa cinayetine yönelik obsesif bir ilgi duyduğu.
Hukukun tarihselliği ve "inkâr hukuku"
Bu gibi ayrıntılara gereğinden fazla önem vermek anlamlı olmayabilir ama Tehlirian'la böyle hayaletsi bağlantıları olan hukuk ve şiddet süreçlerini içeren bir tür arşiv oluşturup bunu toplu bir şekilde değerlendirirken yapmaya çalıştığım şey hukuk ve siyasal şiddet ilişkisini bir kez daha düşünmek.
Burada daha yoğun dikkatle izlediğim bir hat, Hrant Dink cinayetinde ve ilgili davada Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından "kurucu şiddet" addedilebilecek Ermeni soykırımının ne şekillerde tezahür ettiğini tartışmak.
Bir diğer hat ise "soykırım"ın uluslararası hukuktaki tanımının Holokost'la billurlaşmış olmasının, yani hukukun kendi tarihselliğinin, Ermeni soykırımını ne şekillerde tartışılamaz ve inkâr edilebilir kıldığına bakmak. Buna da özellikle kitabın "İnkâr Hukuku" başlıklı son bölümünde AİHM'deki Perinçek davasındaki iki kararın yakın okumasıyla eğiliyorum.
Siyasi davalarda "siyasi olanı" yeniden düşünmek
Sonuç bölümünde kitabınızı "siyasi yargılamalarda 'siyasi olanı' yeniden düşünme çabası" olarak nitelendiriyorsunuz. Buradan da hareketle son olarak şunu sormak istiyorum: Bu çabanın neticesinde vardığınız sonuçlar siyasi yargılamalar ve özellikle soykırım inkârı konusunda bundan sonrası için bize nasıl bir kapı aralıyor?
Türkiye'de bulunduğumuz şu noktada siyasi yargılamalara dair ahkam kesmek pek kolay değil. Siyasi davaların klasik işlevi nedir, mevcut siyasi çatışma ve sistem içi çelişkileri billurlaştırarak afişe ederler, böylece mahkemelerde etkili bir muhalefete, siyasi savunmalara alan açarlar.
Oysa bugün olmayan delillerle işlenmeyen suçların cezalandırıldığı bir dönemdeyiz. Karşımıza çıkan pek çok hâkim ve savcının hukukun genel ilkelerine ve sanıkların haklarına saygı göstermek bir yana, aslında kendi yaptıkları işe bile saygı duymadıklarına, pek ciddiye almadıklarına tanık oluyoruz. Yani klasik siyasi savunmaların yersizleştiği durumlarla karşı karşıyayız. Bu noktada siyasi davalarda ezberlere, siyasi savunma geleneklerine saplanıp kalmadan "siyasal olan"ı nasıl kuracağımızı bağlamına ve vakasına göre daha ince düşünmek gerekiyor belki de.
Ceza davalarının açtığı müdahale alanları
Çalışmamda vardığım sonuçlardan biri, bir siyasi davanın politik sonuçları ve açacağı kamusal tartışma alanının ille de o davayı başlatan ve yürüten siyasal iradenin tekelinde kalamayacağı.
Ceza davaları hem kamusal niteliklerinden dolayı hem de usule tabi olduklarından aslında çok çeşitli müdahale alanları açıyor. Bunun bence en iyi örneği Türkiye'de kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri davalarında feminist hareketin, davalar etrafında örgütlenmek ve kamuoyu yaratmak suretiyle davaları politik kılmaları.
Ayrıca bu tür ve başka pek çok davada müdahillik formatının çok etkili şekillerde kullanılabildiğini görüyoruz. Yani aslında genel bir hukuksuzluğun hüküm sürdüğü dönemlerde bile davaları birer siyasal forum olarak, kamusal hakikatin ve kolektif yargının mecrası olarak değerlendirmeye çalışmak önemli. Tabii Türkiye'de "enseyi karartmayanların" geliştirmeye devam ettiği muazzam bir repertuar mevcut bu alanda.
Hakikat ve hafıza, soykırım inkârıyla mücadele gibi konularda ise vardığım genel bir sonuç ve kitapta yaptığım öneri, bu mücadelelerde hukuku tek ya da başlıca mücadele aracı olarak görmemek. Çünkü ters teptiğinde hukukun şiddetinin ivmesiyle ters tepiyor.
Ama dediğim gibi, bu genel bir öneri ve vakasına göre değerlendirmek burada da önemli. Sanırım yine esas mesele kamusal hakikatin ve kolektif yargının mekânlarını mahkemeleri dışarıda bırakmadan, ama çok daha geniş bir şekilde kurmaya çalışmak.
* Ertür'ün Spectacles and Spectres: A Performative Theory of Political Trials kitabı ilerleyen tarihlerde Frankeştayn Kitabevi'nde satışta olacak.
Başak Ertür hakkındaBaşak Ertür Londra Üniversitesi Birkbeck Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyesi, Hukuk ve Beşeri Bilimler Merkezi'nin eşyönetmenidir. Ayrıca Goldsmiths Adli Mimarlık merkezinde misafir araştırmacıdır. |
(SD/EMK)