Kaldıralım, Benim Hrant'ım, Rakel Dink, Sera, Hrant ve Koro... "Hrant"tan, Tûba Çandar'ın Eylül 2010'da çıkan, Rakel Dink'e ithaf ettiği kitabı Hrant'tan.
Agos bağlandıktan sonra (Mehtap Yücel), Türk toplumuna dokunurken, Mutluluk sofrası, Gökten düşen üç elma bir şeftali, Kaldırımda dimdik (Vatan gazetesi) fotoğrafları da Tûba Çandar'ın kitabından.
Hrant Dink'in katlinin 14. yılında fotoğraflar ve seslenişler için Tûba Çandar'a teşekkürlerle.
Agos bağlandıktan sonra... (Foto: Mehtap Yücel, Geo dergisi için çekilmiştir.)
Arkadaşımın adı Hrant'tı. Bana onu anlat, deseler; has adamdı, derim. Asil ruhtu, sıkı dosttu. Cesur yürekti, deli fişekti. Koruyandı, kollayandı. Candı... Tarifi çoktu onun, kimselere benzemezdi, derim.
Canına kıydılar arkadaşımın. Gazetesinin önünde vurdular onu. Arkadan vurdular hem de, üç kurşunla...
O gün ben de vuruldum. Yaşarken değdiği, koca kollarıyla sarıp sarmaladığı, dokunup şifalandırdığı herkes vuruldu. Hepimiz vurulduk. Ama Hrant öldü; biz kaldık.
Ve gördük. Kaldırımda yüzükoyun yatan Hrant'ı gördük. Üzerini örtmeye çalıştıkları beyaz kâğıdı da, altı delik ayakkabılarını da... Hepsini gördük...
Ve bildik... Hrant kaldırımda gözlerimizin önüne serdiği cansız bedeniyle atalarının geçmişini bugüne taşıyan bir köprü oldu ve yaşarken anlatamadıklarını da anlatmayı sürdürdü bize. Her zamanki gibi beden diliyle...
Hrant'ın kaldırımdan kaldırıldığını görmedik ama gelen ambulansın çığlığı bizimkine karışırken, yattığı yerdeki kan izlerini de gördük. Bununla da bitmedi... İlerleyen yıllarda ondan adaletin esirgendiğini de görecek, kanının yerde kaldığın da bilecektik. Bu "bilgi"yle perdesi açılan gönül gözümüzle o kaldırıma bakacak. Hrant'ın hâlâ orada yattığını görecektik.
Gelin biz kaldıralım Hrant'ı o yattığı kaldırımdan. O gün onunla birlikte vurulan ama ayakta kalan bizler kaldıralım.
Hrant, uğruna canını verdiği davasının sadece "gidenler" üzerinden değil, 'kalanlar" üzerinden de konuşulmasını isterdi hep.
Gelin, isteğini yerine getirelim. Biz kalanlar konuşmaya başlayalım bu defa. Biz, hayattayken değdikleri, dokunup dönüştürdükleri, kollayıp korudukları, canından çok sevdikleri, onu anlatmaya başlayalım birbirimize ve herkese... Hepimiz bir ucundan tutalım o benzersiz hayatının, dillendirelim onu yüreğimizin sesiyle. Onu böyle kaldıralım sonsuza kadar... Bakarsınız, duyar sesimizi, dayanamaz kalkar o yattığı yerden, katılır aramıza kendi sözüyle... Bakarsınız, o zaman, belki o zaman şifalanırız hep birlikte... (Tûba Çandar, s.17)
Benim Hrant'ım
Benim Hrant'ım önce bir çift gözdü. Meraklı bir dikkatle üzerime dikilmiş bir çift hüzünlü göz... Rahmetli Elâ'yı toprağa veriyorduk. Kalabalıktan uzak, başım önümde gözyaşlarımla boğuşurken bakışlarını hissetmiş, kafamı çevirdiğimde de o koca gövdesine uymayan kuzu gözlerini görmüştüm.
Derken omzumda koca bir el oldu. Konduğu haliyle öylece durdu. Sonra da uçtu gitti, geldiği gibi...
Önce bir şaşkınlıktı Hrant; sonra bir şaka oldu. Cenazeden sonra üçümüzü bir araya getiren Cengiz, "Bu gördüğün köylü, Ermeni cemaatinin seküler lideri Hrant. Bu, kendisini yıllarca Kürt zanneden Ermeni kızı Rakel. Bu da karım Tûba..." dediğinde, tanıştırıldığımız o ilk anda, kahkahalarla karışık bir küfür salladı: "Ulan Allahsız, adam gibi tanıştırsana bizi!"
Sonra neden bilmem, Hrant bizim arabaya bindi Rakel'siz. Hiç teklifsiz girip ön koltuğa kuruldu. Ermeni Mermeni, bal gibi Anadolulu'ydu işte! Gözüm kalın ensesinde, kabristandan şehre doğru yola koyulduk. İkisi derin siyasi mevzulara dalıp gitti; bense bir başıma gündüz düşlerime...
İstinye'ye geldiğimizde "Aç mısın?" diye bağıran sesiyle sıçradım yerimden. Başımı sallamamla, Cengiz'e "Sen arabayı park ediver," derken aşağı atlaması, kapıyı açıp kolumdan tuttuğu gibi, oradaki balıkçılara doğru sürüklemesi bir oldu. O yürüyordu herhalde, ama ben koşuyordum. Balıkçı tezgâhlarının önünde durmaya yeltendiysem de hiç oralı olmadı. Sıçrayarak arka tarafa atladı. Nefes nefeseydim ve acelemiz neydi, anlayamıyordum. Ve işte orda, balıkçıların kendilerini doyurmak için sac üzerinde balık pişirdikleri o derme çatma yerde, durdu sonunda. Hem durdu, hem de duruldu... Ateşin başındaki ihtiyar balıkçıya laf atarken, beni de kolumdan çekiştirmeyi bırakmıştı artık. En sevecen haliyle "Uskumru mu istersin sarıkanat mı? Salata da koysunlar mı içine; soğanlı mı olsun soğansız mı" sorularını sıralamaya başladı. Cengiz yanımıza ulaştığında, Hrant'ın elinden balık ekmek yiyordum.
"Kim bu adam?" diye sorduğumu hatırlıyorum arabada, bizden ayrılıp kendi yoluna gittikten sonra... Sonradan kendime de çok sordum bu soruyu: Sahiden kimdi o adam? Babam gibi bana elleriyle balık yediren o adam kimdi?
Sonra tanıdım onu. Öğrendim kim olduğunu. Tek kişiydi ama fazla geldi buralara. Vurdular onu...
Sonra işte... Ben daha ne yazayım ki Hrant benim kitabım oldu! (s.xix-xx)
Rakel Dink
Sabah saat on buçukta evden ayrıldı diye hatırlıyorum. Her zamanki gibi az da olsa yaptı kahvaltısını. Ayrılırken biraz keyifsizdi. Bir şey takılmıştı kafasına. Öperek yolcu ettim. Üzülme, dedim, çok da önemli değil bu sıkıntılar. Akşama döndüğünde geçer, dedim. Önemli olan varlığımız, gibi bir şeyler söyledim. Böyle bir konuşma oldu aramızda.
Sonra o işine gitti. Benim de dua toplantım vardı, oraya gittim. Toplantı bitti, arkadaşlarla oturmuş dertleşiyorduk. Aramızdan genç bir arkadaş, Rakel Kuyrig, dedi, insan bağışlayamayacağı birini nasıl bağışlar, dedi. İnsanın katili bile olsa, bağışlamamız gerekiyor, İsa böyle söylüyor, dedim. Onun sözüne iman ediyorsak, onun ardınca gidiyorsak, koşulsuz bağışlamamız gerekiyor, çünkü O böyle söylüyor, dedim. Bu konuşmayı hiç unutmam.
Ve o meyanda, telefon çaldı. Oğlum, Mama nerdesin? Dua et, diyordu. Sesi titriyordu. Dedim oğlum, sen nerdesin, orada kal ki ben geleyim. Kendisine bir şey oldu sandım. Yok bir şey mama, sen dua et...
Onun telefonu kapandı. Sera aradı. Mama, babam dedi. Ben gidiyorum, dedi. Sesi ağlamaklıydı. O kapandı -bunların hepsi arka arkaya oluyor- bulunduğumuz evin telefonu çaldı. Ev sahibi açtı. Bembeyaz oldu.
Şimdi... Şöyle bir durum oluyor insanda. Olabilirlik içinde aklına geliyor bazı şeyler ama reddediyorsun. Acaba diye aklına gelen şeyi söylersen, kabul etmiş, doğruluğunu tasdik etmiş olacaksın. İstemiyorsun. Ama zihnine geliyor, yoksa diye, acaba diye bir şeyler...
(...)
Şoktayım. Eve kadar yürüyerek geldik. Şu köşede baktım eltilerim, saç baş bir yanda, bizim eve doğru geliyorlar. Halası, başka arkadaşları, hepsi eve doğru geliyor.
Kötü haber nasıl da belli oluyor. Herkes duyduğu yerden kalkmış geliyor. Kimsenin ne halde olduğu, nasıl göründüğü umurunda değil. Görüntü gösteriyor kötü olayı. Eve çıktık, çantamı attım. Telefona sarıldım. Kapı susmak bilmiyor. Ama kimse bir şey söylemiyor, televizyonu açan da yok. Adı konmuyor ama belli artık. Ben de daha telaffuz etmemişim ama olay belli. Taksi numarasını çevirdim ki hiç ezbere çevirmemişim o saate kadar. Taksi durağıyla konuşmaya çalışırken Belçika’dan kardeşim çıktı karşıma telefonda. Mikhail dedim, ben taksiyi aradım sen nereden çıktın? Kuyrig kendine iyi bak. Biz geliyoruz oraya, dedi. Aman Baydzar’a dikkat edin, onunla ilgilenin, dedim. Beraberiz, bilet aldık, beraber geleceğiz zaten, dedi. Telefonu kapattım. Şaşkınlığımdan yine onu çevirmişim. Artık ağlaşıyorduk karşılıklı... Nihayet taksiyi çağırabiliyorum. Evdekilere de bağırıyorum. Kimse bana engel olmasın, Agos'a gideceğim, benimle gelmek isteyen varsa gelsin diye. İki arkadaşımla bindik taksiye. O yol da bir türlü bitmek bilmedi.
Gittimse Ararat’la Sera’yı orada gördüm. Orada sarıldım onlara... İnsanoğlu çok garip! O an çocuklarımın boynu bükük artık diye düşündüm. Eziklik, babasızlık, kanatlarının kırılmış olduğu... Böyle düşünceler üşüştü zihnime. Bu düşünceler içinde sarıldım onlara.
Ben gittiğimde eşimi kaldırmışlardı. Kanını gördüm kaldırımın üstünde. Sonra hep üzüldüm, niye uzanıp oraya, yanına yatmadındiye. Sonra hep üzüldüm...
Çıkarken Agos'tan, baktım ki orayı sabunla suyla yıkıyorlar. Temizlemeye çalışıyorlar. Sanki temizlenirmiş gibi. Suyla sabunla temizlenir mi dökülmüş kan? Allah’ın sözü diyor ki: İnsanlar sussa kan hakkını arar. Adalet yerine oturmadıkça kanın sesi susmaz. Hiçbir zaman susmaz. Ne şimdi, ne gelecekte, ne de geçmişteki kanlar... Hiçbiri susmaz. (s.14-5-6)
Sera
Gökten düşen üç elma ve bir şeftali!
19 Ocak’tan sonra bir süre hiç rüya görmedim ben. Uyandıktan sonra hatırladığım şey sadece koca bir karanlıktı. Sonunda bir gece ilk rüyamı gördüm. Zil çaldı ve babam evden içeri girdi. Hepimiz şaşkındık. Biz ağzımızı açamadan babam başladı konuşmaya ve "O yerde yatan ben değildim,” dedi. “Ben yaşıyorum. Meğerse bir şey olmamış ona, bir yerde saklanıyormuş. Olmasını dilediğim şey rüyamda olmuştu nihayet. (s. 647)
Hrant
Beni gömmeye değil, yaşatmaya gelişinizin ilk töreni olacak bu.
Bırakın ağlaşmayı... Yoklayın yüreklerinizi... Aranızdan ayrıldığını sandığınız yürek çırpıntılarımı orada duymuyor musunuz?
Cenazemde ardımdan onurlu sözler edecekler. Sağolsunlar. Benim de size iki çift sözüm var, Halil Cibran’dan...
“Veda sizlere ve sizlerin arasında geçirdiğim gençliğe.
Daha dündü ki, sîzlerle bir düş’te buluşmuştuk. Kendi yalnızlığımda bana türküler dinlettiniz ve ben de sîzlerin özlemlerinden gökyüzüne bir kule kurdum.
Ama artık uykumuz kaçtı ve düş dağıldı, artık ayrılmalıyız.
Eğer anının alaca aydınlığında yeniden karşılaşırsak, yeniden bir daha beraberce konuşuruz ve sizler bana daha derin bir şarkı söylersiniz. Ve eğer ellerimiz başka bir düş’te birbirlerini bulursa, gökyüzüne bir başka kule daha dikeriz.”
Ağıt toplumuyuz biz... Acıyı kazanç bellemişiz.
Siz ölüm ilanımı veredurun... Bu da benim yaşadığımın ilanıdır. (s. 647-48)
Koro
Hrant, “Eğer bir gün bu ülkeden gidecek olursam yürüyerek gitmeyi isterim,” demişti. Tıpkı geçmiştekiler gibi. Kafileler halinde yollara dökülen, yolları ölsünler diye güneye yöneltilen kuzey yolcuları gibi... Bize o kadar dokunmuştu ki bu.
Yine bir gün Hrant, “Belki de bilmiyoruz, sözünü ettiklerimiz belki de gitmemişlerdir!” derken gözlerindeki ışığı görmüştük. Bildiği bir gizin parıltısı vardı gözlerinde. Belki de onu bu toprağa bağlayanlar biraz da o gizli kalanlardı. Bilemeyiz.
Bildiğimiz, “Diaspora büyük bir Anadolu köyüdür,” diyen Hrant, büyük bir Anadolu köyü olan kalbimizin hangi tepesinde gömülü olmak istediyse oradadır bugün.
Toprağın altında ve üstündedir.
Uçmuş çatıların, sesleri kaybolmuş sokakların içindedir.
Adı vicdan olan her yerdedir.
Tûba Çandar hakkında
Gazeteci, yazar, çevirmen. Hrant kitabının yanı sıra Mualla Eyüboğlu Anhegger'i Hitit Güneşi, Murat Belge'yi Bir Hayat kitabında yazdı. Cumhuriyet bünyesindeki Bizim Almanca dergisinin yayın yönetmenliğini, Gergedan dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Yeni Yüzyıl gazetesinde kültür sanat ve gezi yazıları, Gazete Pazar'da portreler yazdı. Ahmet Cemal ile birlikte Mihail Gorbaçov'un Glosnost kitabının Türkçesini yayına hazırladı. Andrei Tarkovski'nin Kurban kitabını Türkçeleştirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. (APA/KU)
* Tûba Çandar, Hrant, Everest Yayınları, Eylül 2010, İstanbul, 712 sayfa.