Ya biz? Bizim özgürlüğümüz? Hrant Dink'in arkadan vurulduğu bir ülkede özgürlükten bahsedebilir miyiz? Bahsedemediğimiz, bahsedemeyeceğimiz bizi yönetenlerin, bizim oylarımızla başa gelenlerin dün verdiği demeçlere bakıldığında açıkça görülüyor:
"Bu saldırı Hrant Dink'in şahsında hepimize, millet olarak birlik ve beraberliğimize , huzur ve istikrarımıza yapılmıştır." "Haince, sinsice, kasıtlı olarak ve direkt Türkiye'nin geleceğini mutluluğunu yok etmeye yönelik bir saldırıdır." "Vurulan sadece Hrant Dink değil, aynı zamanda Türkiye'nin itibarıdır." "Saldırının iç kamuoyuna dönük bir hedefi de var. Hedef suçluluk duygusunun toplumsal bilinçaltına yerleştirilmesidir." Örnekleri uzatmaya gerek var mi? Hrant Dink'i bu kadar kalleşçe arkadan vurduktan sonra, yalanlarımızla da vurmaya devam ettik, kurban Hrant Dink değil, aslında bizdik her zamanki gibi: Bizim huzurumuz, bizim istikrarımız, bizim mutluluğumuz, birliğimiz, beraberliğimiz, rahatsız olmayı, utanmayı unutmuş vicdanımızdı vurulan. Kendi korkularımızın eseri olan 301 numaralı hiyanet yasamızla sadece düşüncelerini değil, tüm benliğini ve bedenini, aramızda varolma hakkını kendisine yasakladığımız Dink değildi vurulan, bizdik.
Bir taraftan yalan kurşunlarımız uçuşurken havada, diğer taraftan Dink'e yadettiğimiz sevgi sözcüklerinde boğulduk. Sabiha Gökçen'in "Ermeni" olabileceğine tahammül edemeyen, eski bir İçişleri Bakanımız Abdullah Öcalan için "Ermeni dolu" dediğinde kılı kıpırdamayan bizler, dün birdenbire "Ermeni", birdenbire "Hrant Dink" oluverdik. Sevgiden, dostluktan, halkların kardeşliğinden yollarımız kapandı, kendimizden geçtik. İyi niyetliydi kuşkusuz, kırgındı, kızgındı pek çoğumuz... Ama büyük acımızın yanıltıcı birleştiriciliğinde ve ortaya çıkarttığı duygu selinde her zamanki gibi gerçeklerle yalanlar, kurbanlarla katiller, vatan sevgisiyle ırkçılık, geçmiş ve gelecek birbirine karıştı.
Vardığımız şu aşamada ülkesini seven Türkiye vatandaşları olarak hepimizin netlikle ve acilen görmesi gereken üç gerçek var:
Birincisi, dün vurulan ne bizim şahsiyetimiz, ne bizim milli birliğimiz, ne bizim uluslararası itibarımızdı. Dün vurulan, henüz 53 yaşındayken üç kurşunla arkadan vurup, canını aldığımız, Ermeni kökenli vatandaşımız Hrant Dink'ti. Vurulmasının sebebi Ermeni olmasıydı. 1915 gerçeğini en insancıl yollarla bize anlatabilmeyi başarması, gördüğü kötülükler ve haksızlıklar karşısında Türk insanına olan sevgisini, saygısını yitirmemiş olmasıydı. Fransa'nın hazırladığı Ermeni soykırımı yasa tasarısına kıyasıya karşı çıkmış olan, milli birliğimizi, haysiyetimizi, huzurumuzu, istikrarımızı, yaşam mücadelesi veren demokrasimizi hedefleyen asıl güçlerle işbirliği yapmayı, bizi "arkadan vurmayı" reddetmiş bir Türkiye vatandaşıydı dün arkadan vurduğumuz, hem de gözümüzü kırpmadan...
İkincisi, bir ulus özgürlüğe ve demokrasiye ne sevgi ve şefkat sözcükleriyle, ne yalanlarla ulaşabilir. Politika yapmak, her fırsatta yalanlarla halkı sömürmek değil, konuşarak, dinleyerek, tartışarak uzlaşmaya varabilmektir. İnsanların konuşamadığı, tartışamadığı ortamlarda kurşunlar konuşur, insanlar suskunluğa gömülür, siner, düşünen birey, kültür, yaratıcılık yok olur, yeni başlangıçlar imkansız kılınır. Gerçek demokrasiler bir hümanist masal olan "iyi niyetler" ve insanın "özde iyiliği" anlayışı ya da ilkel cemaat mantığı üzerinde değil, tüm kurumlarıyla anayasal vatandaşlığın benimsendiği hukuk devletlerinin omuzlarında yükselir. Vatandaşları arasındaki kader birliğini hukuki kurumlarla muhafaza etmek yerine "kana" endeksleyen toplumlar kendi yarattıkları varoluş korkusu içinde akıllarını kaybederler, içe kapanırlar, şiddete yenilirler... Sonunda Bulgar düşünür Todorov'un dediği gibi, en ufak bir çizikte kan kaybından yok olup giderler.
Üçüncüsü, hepsinden önemlisi, Hrant Dink'e ölümcül darbeyi nihayet dün vermiş olmayı başarmış olsak da, aslında biz Hrant'ları, Rakel'leri, Ani'leri, Tigran'ları, Agop'ları 1915'te vurmuştuk arkadan. Doğrudur, binlercemiz Balkanlar'dan, binlercemiz Kafkaslar'dan girdik Anadolu yarımadasına, nice zulümlerden, nice işkencelerden, nice haksızlıklardan canımızı kurtararak... Doğrudur, nice Kürt ve Türk, nice Ermeni'yi kurtarmıştır zulümden, saklamıştır evinde, ahırında, dağların ardında, günlerce, haftalarca, belki de yıllarca... Ama bir gerçek daha var ki, o da, kılıçları, tüfekleri biz tutmamış, canlara bizzat bizler, bizim analarımız, bizim babalarımız, bizim dedelerimiz kıymamış olsalar da, 1915 felaketi bizim adımıza, "Türklük" adına işlenmiş bir insanlık suçudur. Binlercemiz Ermenilerden geriye kalan evlerde büyüdük, aşımızın dumanı onların kurduğu bacalardan tuttu, onların tarlalarını sürdük, onların ektiği ağaçlardan kayısı topladık. Onların geride bıraktığı fırınlarda ekmek yaptık, ekmek sattık, onlardan geriye kalan dükkanlardan, kurdukları işlerden, işletmelerden kazanç sağladık, kalkındık...
Kurtarılanlardan binlercesine kimlikleri, kültürleri kaybettirildi, bacımız, kardeşimiz olmalarını yeterli gördük, bize minnettar olmaları gerektiğini düşündük, kendimizle gurur duyduk. Anadolu'nun bir ucunda kurulmuş, gelişmesi bir "kültür" haline gelmesi binlerce yıl almış bir uygarlığı silmenin ne büyük bir insanlık suçu olduğunu görmek istemedik, dahası o uygarlıktan geriye kalmış, yörenin en zengin mimarı süslemelerine sahip olan Ahtamar Kilisesi'nin duvarlarında yıllarca atış talimleri yaptık, canım kabartmaları delik deşik ettik. Tıpkı Hrant Ağabey'imizi ettiğimiz gibi.
Türkiye'miz artık bir yol ayrımında. Bu üç gerçeğin birbiriyle olan ilişkilerini büyük bir dikkat ve ciddiyetle düşünmek zorundayız. Bu gerçeklerin birbirleriyle olan ilişkilerini görebildiğimizde, anlayabildiğimizde, iste o zaman hepimiz "Ermeni", hepimiz "Hrant Dink" olacağız; ancak o zaman hepimiz birer "Hrant Dink' olmayı hak edeceğiz. Birbirimizi alçakça arkadan vurmayı bırakacağız, farklı ihtiyaçlarımıza, farklı geçmişlerimize, dillerimize, dinlerimize, farklı gelenek ve göreneklerimize tüm renkleriyle yaşam hakkı tanıyabileceğimiz bir toplumsal barış ve adalet düzenine doğru adım atacağız. Gerçek birer Türkiye vatandaşı olacağız. Dink'in olduğu gibi. Bize her fırsatta demokrasi ve insan hakları dersleri veren ama aynı zamanda adı her türlü insanlık suçuna ve zulme karışmış emperyal güçlere gerçek hukuk devleti nasıl olunur böylece göstermiş olacağız. Sosyal, kültürel, ve ekonomik kalkınmamızı bu noktadan sonra kendimiz tayin edeceğiz.
Sevgili Hrant Ağabey, işte ancak o zaman bizim ülkemizde güvercinler rahat nefes alacak, kendi benliğimizde hem Türk'ü, hem Kürt'ü, hem Ermeni'yi, hem Laz'ı, hem Çerkes'i, hem Arap'ı, hem Çingene'yi göreceğiz. İşte o zaman hepimiz gerçek birer "Hrant" olacağız.
Toprağın bol olsun. (FM/BA/TK)
* Fatma Mındıkoğlu, University of California, San Diego