Ortadoğu’da güç dengeleri son yılların en büyük kırılmalarından birini yaşıyor.
Esad rejiminin devrilmesi, İsrail’in bölgesel müdahaleleri, İran’ın gerilemesi ve Rusya’nın zayıflaması Suriye’de yeni bir siyasal düzenin kapısını araladı. Washington’dan Ankara’ya, Tel Aviv’den Moskova’ya uzanan eksende yeniden kurulan ittifaklar, Suriyeli Kürtlerin statüsünü de doğrudan etkileyen bir denklem yaratıyor.
Tam da bu dönemde ABD Başkanı Donald Trump’ın 25 Eylül’de AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşmede Suriye’deki gelişmeleri “Türkiye’nin zaferi” olarak tanımlaması dikkat çekti.
Peki bu söylemler neyi ifade ediyor? Türkiye, İsrail ve Kürtler arasında yeniden tanımlanan ilişkilerin geleceği nasıl şekillenecek?
Akademisyen ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Milletvekili Hişyar Özsoy ile konuştuk.

Trump-Erdoğan görüşmesi
Trump-Erdoğan görüşmesinde Trump’ın Suriye’deki gelişmeleri “Türkiye’nin zaferi” olarak tanımlaması dikkat çekti. Esad rejiminin devrilmesinden sonra da benzer bir söylem kullanılmıştı. Bu söylemin bugünkü bağlamda anlamı nedir?
Bu ifadede iki katmanlı bir anlam olabilir. Birincisi, Suriye bağlamında: Heyet Tahrir eş-Şam öncülüğünde bir rejim değişikliğine gidildiği ve Türkiye’nin uzun yıllar boyunca Esad karşıtı bütün grupları desteklediği gerçeği hatırlatılıyor. Bu çerçevede Erdoğan’ın “İslamcı ajandası” Batı’da güçlü bir algı olarak varlığını sürdürüyor.
İkincisi, geleceğe dönük: Eğer Türkiye İsrail ile belli bir denge kurar ve Trump’ın tabiriyle “makul” bir çizgiye oturursa, Suriye’nin geleceği ve yeniden inşasında Ankara’ya rol verilme ihtimali söz konusu olabilir. Yani Türkiye’nin Suriye’deki yeni düzenin inşasına katkı sağlayacak bir aktör olarak konumlandırılması gündeme geliyor. Bu da doğrudan Türkiye’nin hem İsrail’le hem de Kürtlerle ilişkilerinde “ne kadar makul” davranacağına bağlı görünüyor.
Görüşme sonrası açıklama yapan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, Şam yönetimi ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) anlaşmasına atıfta bulunarak yıl sonuna kadar somut gelişme görülmesinden umutlu olduğunu kaydetti. Siz bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tom Barrack göreve gelir gelmez Suriye’de hızlı sonuç almak isteyen, merkeziyetçi ve güçlü bir Şam vizyonunu öne çıkaran bir yaklaşım sergiledi. Bu yaklaşımda “her yolun Şam’dan geçtiği” bir düzen kurgulanıyor, Kürtler dahil tüm aktörlerin yeni rejime bir an önce biat etmesi bekleniyordu. Ancak bu tavır hem sahada ciddi itirazlarla karşılaştı hem de Washington’da ve uluslararası kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açtı. Ardından Süveyde’de Dürzîlere yönelik katliamların yaşanması, rejim açısından da yeni bir dönemi başlattı. Bu gelişmeden sonra Barrack’ın da söyleminde bir yumuşama görüldü; Suriye meselesini aceleyle “bitirmek” isteyen üstenci yaklaşımından, Suriye’nin karmaşık ve çoğul yapısıyla uyumsuz, tepeden inmeci çerçeveden kısmen geri adım attı.
Barrack’ın ilk aşamada ortaya koyduğu model ciddi direnç görünce, daha desantralize ve ademimerkeziyetçi bir modele yöneldiği anlaşılıyor. Bu ikinci yaklaşım, tam bir çözüm sunmasa da farklı kültür ve kimliklerin bir arada yaşayabileceği bir çerçeveye işaret ediyor. Burada dikkat çekici olan, söz konusu modelin aslında SDG ile Şam arasında uzun süredir devam eden müzakerelere dayanmasıdır. Görünen o ki, taraflar bazı başlıklarda anlaşmaya varıyor, bazı konularda ise ciddi farklılıklar sürüyor. Şu an yürütülen diplomatik müzakereler, bu farklılıkları olabildiğince daraltmaya, yani bir tür “orta yol” bulmaya yönelik. Bu bağlamda özellikle askeri entegrasyon meselesi öne çıkıyor. Tarafların hepsi prensipte “Suriye tek bir ülke kalacak, SDG de bu yapıya entegre olacak” konusunda uzlaşmış durumda. Ancak entegrasyonun detayları kritik: SDG’nin Suriye ordusuna nasıl katılacağı, bu entegrasyonun sadece askeri mi kalacağı, yoksa idari ve siyasi düzeyde özerklik getirip getirmeyeceği, Kürtlerin gelecekteki statülerinin Anayasa’da nasıl tanımlanacağı iç içe geçmiş en önemli başlıklar.
“Sınırın iki tarafında iç içe geçmiş Kürt meselesi”
Öte yandan, Türkiye’nin SDG’yi “PKK’nin uzantısı” olarak tanımlaması ile ABD’nin SDG’yi yeni Suriye yönetiminin bir parçası olarak görmek istemesi güncel bir gündem oluşturuyor. Yıl sonu yaklaşırken AKP-MHP kurmaylarının söylemlerini sertleştirmesi ve olası operasyon sinyalleri de sürece ek bir başlık olarak öne çıkıyor. Bunu nasıl yorumlarsınız?
Her şeyden önce, bu süreçte kullanılan söylemlerin belirgin bir popülist yanı bulunuyor. Klasikleşmiş klişeler üzerinden yürütülen dış ve iç politika dili, SDG’yi kriminalize etmeye, yani gayrimeşru ve tehditkâr bir aktör gibi sunmaya devam ediyor. Bu da kamuoyunda baskı ve meşruiyet üretme amacına hizmet ediyor. Öte yandan, basına sızan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, görünürdeki bu sert söylemin arkasında daha pragmatik temaslar da var. Türkiye ile hem SDG hem de Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi arasında çeşitli düzeylerde görüşmelerin gerçekleştiğine dair bilgiler gündeme geliyor. Yani kamuoyu önünde kriminalize edici, popülist bir retorik hâkimken, perde arkasında daha temkinli ve yapıcı bir diyalog kanalı işletiliyor.
Ortada görmezden gelinemeyecek büyük bir realite var: Türkiye–Suriye sınırının iki tarafında iç içe geçmiş, tarihsel, toplumsal ve siyasal boyutları olan bir Kürt meselesi söz konusu. Bu bağlamda hâlâ “PKK uzantısı” gibi güvenlikçi söylemler, esasen çözüm değil çatışma mantığını yeniden üretiyor. On yıllardır “terörle mücadele” adı altında kullanılan bu klişe dil, bugünün koşullarında siyaseten de sosyolojik olarak da anlamını yitiriyor. Çünkü bugün gelinen noktada hem Türkiye’de hem de Suriye’de Kürtlerle doğrudan müzakereler yürütülüyor. Bu müzakerelerde yalnızca silahların bırakılması değil, siyasal sürece katılım, hatta örgütsel fesih gibi tarihsel öneme sahip gündemler var. Böyle bir ciddi süreç işletilirken hâlâ kriminalize eden bir dil kullanılması, sürecin mantığıyla çelişiyor.
Somut olarak, Türkiye ile Rojava/SDG arasında istihbari, siyasi ve askeri düzeylerde temasların gerçekleştiğine dair işaretler var. Basına yansıyan haberler, bazı ön anlaşmaların sağlandığını gösteriyor. İlham Ahmed’in son açıklamalarında da buna dair emareler mevcut. Eğer Ahmed’in ifade ettiği gibi Nusaybin Sınır Kapısı açılırsa, ki açılması lazım, bu yalnızca pratik bir gelişme değil, aynı zamanda son derece güçlü bir sembolik adım olur. O kapının açılması, başka birçok siyasi kapının açılmasına da yol verecek, siyasi çözümün önünü açacaktır. Dolayısıyla, bu noktaya gelinmişken, sürece layık olan şey daha yapıcı, daha uyumlu bir dil kullanmaktır. “Uzantı” gibi sıfatlar artık ne siyaseten, ne sosyolojik açıdan, ne de müzakerelerin ilerlemesine katkı bakımından bir anlam taşıyor.

Mazlum Abdi’ye bakanlık teklifi
Siz de işaret ettiniz. İlham Ahmed’in açıkladığı üzere, Şam yönetiminin Mazlum Abdi’ye Savunma Bakanlığı/Genelkurmay Başkanlığı teklifi iletmiş olmasını nasıl okumak gerekir?
SDG’nin geleceği, özellikle Savunma Bakanlığı ve askeri entegrasyon tartışmaları bağlamında en kritik meselelerden biri. 100 bini aşkın silahlı üyesi bulunan bu yapı, yıllardır kendi disiplinine, eğitim sistemine ve komuta zincirine sahip. Dolayısıyla, bu ordunun üyelerinin topluca istifa ederek sıradan erler olarak Suriye ordusuna yazılması gerçekçi değil. Tam da bu yüzden, entegrasyon müzakereleri yürütülüyor.
Buradaki temel tartışma, bireysel atamaların ötesinde, SDG’nin mevcut komuta kademesinin ve askeri yetkililerinin kurumsal düzeyde nasıl entegre edileceğiyle ilgili. Rojava’nın –ve genel olarak Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin– yaklaşımı oldukça net: Mesele, olası bir kabinede kimin bakan, kimin genelkurmay başkanı olacağına indirgenemez. Asıl mesele, yeni anayasada tüm halkların temsilinin nasıl sağlanacağı, toplumsal sözleşmenin nasıl kurulacağı ve özerkliğin hangi çerçevede tanımlanacağıdır. Kürtlerin pozisyonu, dolayısıyla, bu tartışmayı kişisel makam pazarlıkları değil, daha yapısal, kurumsal ve anayasal bir düzeyde ele almaktan yana. Bu yaklaşım, entegrasyonun sadece askeri değil, siyasi ve toplumsal düzeyde de sürdürülebilir olmasını hedefliyor.
Her ne kadar bugüne dek anayasal bir “toplumsal sözleşme” tartışması masada değilse de, bunun kritik önemde olduğu açık. Çünkü ancak böyle bir anayasal çerçeve belirlendikten sonra, ordu dâhil tüm devlet kurumları yeniden yapılandırılabilir. Yani asıl mesele, toplumun hangi sözleşme üzerinden kurulacağıdır. Entegrasyon tartışmasının nihai anlamı da burada yatıyor.
İsrail’in konumu
İsrail saldırılarının ardından ABD, İsrail, Türkiye, Rusya ve İran arasında yeniden şekillenen ittifak dengeleri, hem Türkiye’deki hem de Suriye’deki Kürtler için ne ifade ediyor? Değişen dengeler, Kürtleri yeni ittifak arayışlarına yönlendiriyor mu? Örneğin güncel tartışmalardan biri İsrail’le yakınlık/ittifak meselesi.
7 Ekim saldırılarının ardından İsrail, yalnızca Gazze ile sınırlı kalmayıp bölgesel ölçekte bir askerî müdahale stratejisi geliştirdi. Filistin’den Lübnan’a, İran’dan Yemen’e ve hatta Katar’daki Hamas unsurlarına kadar geniş bir yelpazede hedef aldığı operasyonlarla askeri varlığını yoğunlaştırdı. İsrail’in bakış açısında İran, bölgeyi kollarıyla kuşatan bir “ahtapot” olarak görülüyor; son bir yıl içinde İsrail, bu kolların neredeyse tamamını kesmiş gibi görünüyor. Bu gelişmeler, bölgedeki güç dengelerini kökten değiştirdi. İran’ın bölgesel nüfuzu ciddi ölçüde geriledi, özellikle de Hizbullah ağır darbeler aldı. Bu boşalan alan, Suriye’deki bazı güçlerin önünü açtı ve bu dinamiklerin sonucunda Şam’da rejim değişikliği yaşanarak Esad devrildi. Bugün geldiğimiz noktada İsrail, Filistin’den İran’a kadar uzanan geniş bir hava sahasında etkin kontrol sağlamış durumda. İstediği an istediği hedefi vurabilecek bir kapasiteye ulaştığı görülüyor. Dolayısıyla İsrail, bundan sonraki süreçte Suriye’yi de kendi güvenlik kaygıları ekseninde şekillendirecek bir konumda.
Esad’ın devrilmesi, İran’ın bölgesel etkisinin gerilemesi ve Rusya’nın ciddi ölçüde güç kaybetmesi, Türkiye’nin Suriye denklemindeki pozisyonunu zayıflattı. Türkiye uzun süre Astana sürecine yatırım yapmış, S-400 alımıyla Rusya’ya yaklaşmış ve İran ile stratejik ittifaklar kurarak Suriye’de şu hedefi güdüyordu: Rusya ve İran’la birlikte hareket ederek Esad’ı denetim altında tutmak, Kürtlere herhangi bir statü tanımamak ve Suriye’nin yeniden şekillenmesinde güçlü bir aktör olmak. Ancak bu strateji, sahadaki gelişmelerle tamamen çökmüş durumda. Bugün için Şam, İsrail’in baskıları nedeniyle onun taleplerine uyum sağlamak zorunda. Fakat bu durum kalıcı olmayabilir; yarın İsrail karşıtı bir pozisyona geçmesi ihtimal dışı değil. Bu yüzden İsrail, Suriye’nin geleceğinin şekillenmesini Türkiye’ye bırakmayı düşünmüyor. Tam tersine, Şam’ı Dürzîler ve diğer topluluklarla dengeleyerek kendi çıkarları doğrultusunda zayıf ve kontrol edilebilir tutmak istiyor. Bu yeni jeopolitik konjonktür, Kürtlere önemli bir manevra alanı açmış durumda. Yalnızca Kürtler değil, aynı zamanda Aleviler, Dürzîler ve diğer azınlıklar da bu süreçten doğan yeni zeminde daha fazla hareket imkânı buluyorlar. Çünkü ortaya çıkan tablo, salt aktörlerin değişiminden öte, Suriye’nin yapısal ve jeopolitik dengelerinin yeniden tanımlanması ile ilgili.
“Kürtlerin stratejik önemi ciddi biçimde artmış durumda”
İsrail ve ABD bu süreçte kendi çıkarları dışında hiçbir aktörü düşünmeyecek; ancak Suriye’nin yeniden yapılanma sürecinde, bu yeni jeopolitik dengelerden dolayı Kürtlerin stratejik önemi ciddi biçimde artmış durumda. Türkiye’nin bugün attığı adımlar da aslında bu artan önemin farkında olarak “ön ve önlem alma” niteliği taşıyor.
İsrail’in niyeti Suriye üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda bir vesayet ve yönlendirme kapasitesi tesis etmek. Basına da yansıdığı üzere, Rojava ile İsrail arasında kimi telefon görüşmeleri ve dış ilişkiler düzeyinde temaslar gerçekleşti. İsrail, Kürt meselesini sürekli gündemde tutarak aslında Türkiye karşısında elini güçlendirmeye, bir pazarlık kartı yaratmaya çalışıyor. Ancak, Kürtlerle İsrail arasında bir ittifak durumu yok. Ortada olan reel-politik; yani, hem Kürtlerin, hem Türkiye’nin, hem de Suriye ile ilişkili tüm tarafların, İsrail’in bölgedeki kalıcı varlığını hesaba katarak pozisyonlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmaları. Çünkü İsrail, Suriye’den çekilmeyecek ve yeni Ortadoğu’da daha saldırgan ve etkili bir rol üstlenmeye niyetli. Bu noktada tarihsel bir hatırlatma da önemli: 1990’lar boyunca İsrail “terörle mücadele” konsepti çerçevesinde Türk subaylarına yoğun eğitim desteği vermişti. Bu işbirliği Ankara–Tel Aviv hattında güvenlik eksenli bir bağın her zaman mümkün olabileceğini göstermişti. Dolayısıyla bugün sosyal medyada zaman zaman fırtınalar koparan “Kürt–İsrail ittifakı” tartışmalarının çok gerçekçi bir zemini yok. Gerçeklik, daha çok İsrail’in Suriye ve bölge genelinde kendi çıkarlarını maksimize etme çabası ve Kürtler dahil diğer aktörlerin de bu yeni konjonktürde İsrail’e göre pozisyonlarını ayarlamak zorunda kalmalarıyla ilgili.
![]()
Beş temel aktör
Suriye’nin geleceğinde yalnızca ABD, Rusya ve Türkiye değil; Körfez ülkeleri ile Irak gibi bölgesel aktörlerin de rol oynayabileceği görüşü hakim. Sizce bu ülkeler Suriyeli Kürtlerin özerklik talebi ve Şam ile kurulacak ilişkiler açısından belirleyici olabilir mi?
Irak biraz farklı bir yerde duruyor. Önümüzdeki dönemde Irak’ta kritik gelişmelerin yaşanabileceği, İsrail’in Irak’a da saldırabileceği, özellikle Şii milislere yönelebileceği önem kazanan bir ihtimal. Ancak Suriye’nin idari ve siyasi yapısının nasıl şekilleneceği konusunda belirleyici aktörler daha sınırlı ve daha net görünüyor.
Bu bağlamda beş temel dışsal aktör öne çıkıyor. İsrail: İran’a binlerce kilometre öteden ağır darbeler indirebilmiş bir askeri kapasiteye sahip. Suriye ise yanı başında ve çok daha savunmasız. Dolayısıyla İsrail, kendi güvenlik konseptini Şam’a dayatabilecek güçte. Amerika: İsrail ile paralel hareket ediyor ve Trump’ın en az üç yıl daha iktidarda olması, Washington’un sert ve hızlı müdahale kapasitesini pekiştiriyor. Fransa: Tarihsel bağları nedeniyle Suriye’de yeniden rol üstlenmeye çalışıyor. İngiltere: Görünürde ön planda olmasa da karmaşık ilişkilerin arka planında çok etkili bir aktör. Türkiye: Suriye ile 911 km’lik kara sınırı olan bir NATO ülkesi olarak, özellikle Kürtlere karşı desteklediği örgütler üzerinden sahada belirleyici rol oynuyor.
Bununla birlikte, yerel dinamiklerin göz ardı edilemeyecek bir ağırlığı var. Suriye toplumunun karmaşık yapısı, tepeden dayatılacak bir modele direnecektir. Özellikle Türkiye merkeziyetçi bir Suriye’den yana olsa da merkeziyetçi modele karşı çıkan aktörler sayesinde müzakereye dayalı bir siyaset alanı açılıyor. Bu da yeni Suriye’nin karakterinin hem yerel halkların rızası hem de bölgesel ve küresel güçlerin belirlediği çerçeve içinde şekilleneceğini gösteriyor. Denge sağlanamaz, yani bir orta yol bulunamazsa, savaş ve çatışmalar devam eder.
Irak ve Körfez ülkelerine gelince: Bu aktörlerin doğrudan siyasi/askeri müdahale kapasiteleri sınırlı. Ancak, Körfez ülkeleri finansal destek sunabilir. Avrupa ile birlikte Körfez’den gelecek fonlarla Suriye’nin yeniden inşasına katkı sağlanabilir. Bu katkının daha çok maddi ve fonksiyonel düzeyde olacağı, siyasi rejim tartışmalarında ise Körfez’in pek bir etkisi olmayacağı kanaatindeyim.
Hişyar Özsoy hakkında
Kürt siyasetçi ve akademisyen.
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra yüksek lisans ve doktora eğitimini Texas Üniversitesi’nde siyasal antropoloji alanında tamamladı. Akademik kariyerinde siyaset sosyolojisi, kültürel antropoloji ve Ortadoğu siyaseti üzerine çalışmalar yaptı, Michigan Üniversitesi’nde ders verdi.
2005-2008 yılları arasında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde dış ilişkiler koordinatörü ve danışman olarak görev aldı. 2015 yılında HDP çatısı altında Bingöl’den milletvekili seçildi, ardından Diyarbakır’dan da parlamentoya girdi. HDP’de Dış İlişkilerden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (PACE) ve AGİT Parlamentosu’nda Türkiye’yi temsil etti.
İyi derecede Kürtçe ve İngilizce bilen Özsoy, Türkiye’de demokratik siyaset ve Kürt sorunu konularındaki çalışmalarıyla tanınıyor.
26 Haziran 1977’de Bingöl’ün Yeniköy köyünde doğdu. (TY)










