Gitmeler arasından bir gitmeydi Ankara. Zaten daha yeni gelmiştim İstanbul'a bir başka gitmeden. Ve işte yine gidiyordum aynı valizle. Gitmenin uçarılığı vardı üstümde, nereye gittiğim ise pek önemli değildi.
Yine de mutluydum yalnız gelmediğime bu şehre. Bu şehir ki, ne garip bir geçmişi vardı bende. İki erkekle çizilmişti Ankara haritası, ismi aynı iki erkek. İsimleri aynı, hikayeleri farklı ve kaderin döngüsünü tamamlattığı iki erkek. Ceddimin kökeni İstanbul, ruhumun bağlandığı yer Kudüs'ten sonra bürokrasi renkli şehirde, ne ruhumun ne ceddimin aradığı türden bir iz vardı. Tüm izler çözümlenmişlikleri ile karışmıştı çoktan tüm cedlerin ruhlarına.
Bu Ankara'da bir iş, bir kadın, bir de ben vardık.
Kendimi yalnız hissetmemem için seferber olan Bia ailesi yeni Ankara'daki en önemli destekçilerdendi. Bana Ankara yolunu açan da, bu yolda desteklerini hiç esirgemeyenler de, Ankara'daki tüm bağlantılarını harekete geçirenler de onlardı. Hayatının bir bölümünü Ankara'da geçirmiş arkadaşlar da aynı şekilde ellerinden geleni yapmışlardı, kalacak yer bulmamı ve sosyal bir çevre yaratmamı kolaylaştırmak için.
Oturduğum ev iş yerime hiç bu kadar yakın olmamıştı. İş ve ev arasında hafta içi, "Ankara'nın İstanbul'a dönmesi güzeldir" aralarında hafta sonları, dünyanın öbür ucuna yapılan yolculuk, dünyanın kanayan yarası "küçük Ortadoğu" ziyareti, sürekli bir gitmeler gelmeler içinde Ankara sanki bir otobüs durağından fazlası değildi. Bir son durak değil, yorgun trenlerin topluca dinlendiği bir tren garı hiç değil, olsa olsa yol kenarında derme çatma bir otobüs durağı.
İki parça eşyam, bir yatak ve bir-buçuk kapılı bir gardırop. Sanki bunlar bir dünya yük olup kafama yığılıyordu. Hele şu bir-buçuk kapılı gardırobu alana kadar amma kararsız kalmıştım. Sıkıştırılmış talaş bozuntusu lamineden yapılmış gardırop tüm hayatın yerleşikleşmesi ile göçebeliğinin devamı umudu arasında çekiştirip durmuştu kollarımı, bacaklarımı. Sonunda hepi topu bir buçuk kapılı bir gardırobun savruk ruhuma vereceği ağırlığın, eşyaların odanın her yanına yayılarak verdiği rahatsızlıktan daha az olduğuna karar verip alıvermiştim. Yine de o gardırop benim için önemli bir simgeydi. Vardıktan üç ay sonra Ankara'ya yerleşmiştim.
Yerleşmiştim yerleşmesine ama, Ankara'daki yerleşikliğim bir tarafı sürekli gitmelere açık, gitmelerin peşinden koşan bir yerleşiklikti. Öyle ki, sürekli yeni bir gitmeli teklifle Ankara'daki yerleşikliğim sallantılar yaşıyordu. Önce İstanbul'da yeniden okula dönme ihtimali, sonra oturduğum eve yapılan bir saldırı, ondan sonra da İstanbul'dan gelen bir başka iş teklifiyle Ankara'ya yerleşmemem için türlü çeşitli bahaneler çıkıp duruyordu karşıma.
Bu arada, şehirle kuramadığım ilişki dikkate değerdi. Onca farklı şehirde yaşamış ve merakla o şehirlerle çeşitli duygusal bağlar kurmuş biri olarak, bu şehirle herhangi bir bağ kurmak sanki beni ben olmaktan çıkaracak bir şeydi. Bürokrasinin, resmi ideolojinin merkezi oluşu, o her yanda hissedilen devletçi yapının izleri miydi beni bunca şehre uzak tutan, yoksa bunlar karşısında ve bunları dengeleyecek bir sosyal çevreyi kendi rızamla kurmamış olmanın verdiği duygudaşsızlık mıydı? Her ikisi birden belki. Kesin olan bir şey vardı ki, bu şehir bana ilkokulumun sınıflarını andırıyordu, puslu, her yanında bir Mustafa Kemal portresi, bir bayrak, bir ant...Anıtkabir ve mimarideki korkutucu iktidar, caddelere, bulvarlara yansıyan devlet ve bu diyardan sonsuz kere kovulmuş olmak. Önce kovulduğum, sonra da kendi rızamla hiç girmeye çalışmadığım bir iktidar alanının prototipi olan Ankara'daki varlığım, doğası gereği eğreti, beceriksizce ve yarım yamalaktı. Gördüğüm, çizdiğim resimde kendime yer yoktu.
Bu sürgün resmine belki de en radikal tepki Tunalı Hilmi Caddesi'nin ortasında saksofon çalan genç adamdan geliyordu. Bu adam her defasında bana nerede olduğumu unutturan, tüm o bürokratik resmi yerle yeksan eden notalarla, suratıma şaplak gibi bir gülücük yapıştırıyordu!
Şehrin toplu taşıma planı, otobüs hatları, minibüsleri, dolmuşları, trenleri az buçuk değiyordu hayatıma ama o kadar az ve buçuktu ki, değdiği yerde ve anda unutuluyordu. Çaktırmadan öğrenmiştim hangi yolun nereye çıktığını ama, Cinnah, Protokol Yolu, Akay Caddesi, Simon Bolivar Bulvarı, Hoşdere, Atatürk Bulvarı -elbette hepsi işyerine yakın semtlerin etrafında- şehrin ana yolları olarak adeta uzayda birbirini kesen yollar gibiydi.
Bir de Papazın Bağı vardı ki, adında papaz olmasından merakımı cezbetmişti. Güzeldi, belli ki binaların arasında kalmadan, bir bağken ve papaza aitken. Yeşil fakiri Ankara'da Papazın Bağı bir çay bahçesi olarak da hiç yoktan iyiydi.
Keçiören yolunda, elinde "kurbanlık koyun" yazan tabelalar tutan, yere çömelmiş bekleyen yurdum insanını görünce ne diyeceğimi bilememiştim. Kurbanlık koyun mu satıyordu, kendisi miydi bekleyen öylece yolun kenarında kurbanlık koyun misali, insan iki kez düşünüyordu.
Yine Keçiören yolunda, o mühiş "şelaleler"... Ankaralıların Melih Gökçek sevmezlerinin, her gördüklerinde "cık cık cık" diyerek kafalarını bir sağa bir sola sallamaktan geri alamadıkları şehrin olur olmaz yerlerinde yapılmış şelale müsvetteleri. Fakat bu şelale müsvettesi boşuna yapılmamış, ne diyor türkü/marşımız "Estergon kalesi su başı durak". Yani o çepeçevre fayansvari şeylerle kaplı korkunç yapı, Estergon kalesi pastişinin tarihi ve mekansal bir röprodüksiyondur bu kombinasyon. Kale-şekilli-ticarethane olan ucube ise gerçek Estergon kalesinin burnundan hık deyip düşerken feci bir metamorfoza uğramış gibidir.
Bürokrasiden, büyük sevimsiz binalardan uzak, pastişlerden kurtarılmış bir bölge olarak Samanpazarı'nı ve Ankara Kalesi civarını severdim, eski Ankara dönemlerinden. Ankara'nın belki de en cana yakın bulduğum kısmıydı. Ne var ki bu defa oraya dahi gitmeye mecalim yoktu, mecalim olduğunda vaktim yoktu, vaktim olduğunda Ankara'da değildim.
Bu şehre karşı kayıtsızlığım, son günlerimde kayıt altına alınmamla ironik bir hal aldı. Bir sabah, her iki tarafında ikişer Türk bayrağı arasında duran, elinde de hukuku, bilimi ve sanatı tutan Mustafa Kemal heykelinin arkasına saklanarak güneşin gözüme girmesini engellemeye çalışırken, aslında gözümün ta içine giren, üzerinde "Verildiği il: ANKARA" yazan ehliyetimdi. Son dakikada madik atmıştı şehir, artık Ankara'da kayıtlı olduğum bir yer, ihtiyaç halinde dönmem gereken bir devlet dairesi vardı. Üzerinde son derece ikircikli bir ifadeyle "herkesin polisi vicdanıdır, fakat polis vicdanı olmayanların karşısındadır" yazan Ankara Emniyeti bu şehirde tanıdığım insanlardan bağımsız, geleceğe yönelik tek referans noktamdı!
Meltem'le konuşmalarımızda bir defasında Ankara'nın insanın 'ayaklarını yere bastıran' bir tarafı olduğunu söylemişti. Haklıydı, Ankara, ayaklarını yere basmanın, eğer ayakların yere basmıyorsa bastırmanın şehriydi. Meltem'in deyişiyle "sürprizi yoktu" Ankara'nın. Sürprizler konusundaki cimriliğiyle, ayakları yere çok basan şehir Ankara, sanki başka türlü varoluşların köküne kibrit suyu sıkıyor, adeta tüm devrelerimle oynamaya yelteniyordu.
Bundan rahatsız olan elbette ki tek ben değildim. Öyle olsa, onca Ankaralı İstanbul'a gitmeyi diline pelesenk eder miydi? Ankara'nın "tali ve bürokratik" İstanbul'unsa "metropol ve yaşamın merkezi" olmasına atıfla, bir İstanbul'a gitme arzusu var Ankara'da. Benzer bir halet-i ruhiyeyi Türkiye'nin İstanbul dışındaki tüm şehirlerinde bulmak mümkün herhalde. Ankara'nın "İstanbul'a bir gidemedik"çilerinin, genellikle şehrin memur-hayatı-çatısı altında kendine yer bulamamış kesiminden gelmesi dikkat çekicidir. Kurumsal, zamandan arındırılmış bir güven duygusu içinden yükselen sürekliliğin parçası olamamış ve bu yüzden de Ankaralı olmanın varoşuna itilmiş Ankaralıların, İstanbul'da aradıkları herhalde bu itilmişlikten kurtulmak ve kendi varoluşlarına aldırmayarak onları "normalleştiren" bir şehir aurasına kavuşmaktır.
Yeknesak ritmindeki rahatsız ediciliğe rağmen, Ankara'daki huzurlu ve keyifli zamanlarımın hakkını vermeliyim. Nefes'te "Çıtır Parti"de Gülden'le tepine tepine dansetmelerimiz, Göksu'da rakı içmeler, İrfan'la depresyonu önceleyen hallere sebep olan filmler izlememiz, Zinnur ve Binnur'la salsa, çaça öğrenmeye çalışmalarımız, Vedat'la dans gecelerine gitmelerimiz, Meltem'in en ihtiyaç duyulan zamanlarda orada oluşları, Gamze'nin dayanışmacı ruhu Ankara'ya olan kayıtsızlığıma atılmış kırmızı, mor, sarı, mavi, turuncu renkli çizikler oldu.
Ankara'nın en kozmopolit merkezine bu kadar yakın olduğumu fark etmem, bu şehirdeki son hafta sonuma denk geldi. Geldiğimden beri Vatikan Büyükelçiliği'ndeki kiliseye bir pazar günü gidip, kimlerin geldiğini, nasıl bir ayin yapıldığını görmek istiyordum. Sonunda, son hafta sonum olan 29 Ekim Pazar günü Büyükelçilik'teki kiliseye gittim. Yaklaşık 30 ülkeden, diplomatlar, akademisyenler, işadamları, ve bu insanlara hizmet eden Filipinli işçiler oluşturuyordu kilisenin cemaatini. Ankara'nın sürprizsizliği karşısında kanırmış ruhlara ilaç gibiydi bu kilise, çünkü dışarıdaki gri tonlarındaki hayatı aniden renklendiriyordu. İngilizce ayin bana fazlasıyla yabancı gelmiş olsa da, Kutsal Kitap'tan okunan pasajın Eriha'da geçmesi, bir an Eriha'daki Rum Manastır'ından Lut Gölü'ne baktığım günü hatırlamak, Eriha'nın iç karartan insansızlaştırılması düşünmek ve Kudüs'ü anmak bu tanımadığım ayini kendime yakınlaştırmak için giriştiğim pek de başarılı olmayan çabalar oldu. Ermeni ayinleriyle karşılandığım Ankara'da "yabancı" ayinlerle uğurlandım. Eh herkes hak ettiğini bulur, ne de olsa Ankara'daki varlığım Filipinlilerden bile daha yabancıydı.
Gidiyordum. Şehre geri dönüyordum. Sevgili Christoph'un "şehir" demekle yetindiği, İstanbul'a. Christoph'un fikriydi bu yazı. Söylemese, Ankara üzerine yazacak tek satırım dahi olmadığına kaniydim. Altı ay yaşadığım, bir evimin, bir işimin, az çok arkadaşlarımın olduğu ama asla yerleşmediğim, tanımayanlara nerede yaşadığımı sorduklarında Ankara'da bir otelde kalıyormuşum hissi doğuran cevaplar verdiğim, altı boyunca "gecelediğim" bir şehir Ankara.
Şehre son sözü Orhan Gencebay ve Sezen Aksu söyledi. Hüzünlü bir sarhoşlukta ve kararmışken hava, radyodan seslenen "hatasız kul olmaz, hatam ile sev beni" ile "belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur anılarda, mevsim değişir Akdeniz olur" şehrin tezek kokulu havalimanında, uçak uğultusundan önce duyduğum son sesler oldu. (TS/TK)