* Fotoğraf: Tuna Pektaş, 8 Eylül 2020
Türkiye’nin ilk pandemi hastanesi olan Heybeliada Sanatoryumu ve çevresindeki 200 dönümlük arazinin bir kısmı Tarım ve Orman Bakanlığı’na bir kısmı ise “İslami Eğitim Merkezi” kurmak amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildiği, CHP milletvekili Umut Oran’ın hastanenin akıbeti konusunda CİMER’e yönelttiği soru üzerine ortaya çıktı.
Karar, başta Adalılar ve sağlık meslek örgütleri olmak üzere birçok kesim tarafından tepkiyle karşılandı.
Heybeliada Sanatoryumu’nun kültürel ve tarihsel miras olarak sağlık ile ilgili çeşitli fonksiyonları yerine getirmek üzere yeniden yapılandırılarak korunması taleplerinin dayanağını, sanatoryumun tıp tarihindeki yerini ve değerini Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalından Doç. Dr. Fatih Artvinli ile konuştuk.
“İlk sanatoryum Burgazada’da açılıyor”
Heybeliada Sanatoryumu, niçin önemli bir yer ya da neden kültürel bir miras sorusuna geçmeden önce, kısaca sanatoryumun ne demek olduğundan başlayalım?
Sanatoryum Latince “sanare” yani sağaltmak, iyileştirmek kökenine dayanıyor. Terapi yani tedavi, şifa anlamında da düşünebiliriz. Bunun gerçekleştirildiği yere verilen isim sanatoryum. Tarabya semti, zamanında terapi yani şifa bulunan yer, köy idi. Serin hava, yumuşak rüzgarlar, denize kıyı bir yer. Bugün bile insanlar, bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı, sakin, iyi hayat yaşayabilecekleri yeri tarif ederken aslında Tarabya ve Heybeliada gibi çok eski yerleşim yerlerinin imgesi var akıllarda.
Türkiye’de ne zaman kuruluyor ilk sanatoryumlar?
Bir sanatoryum kurma düşüncesi ve bu konudaki bazı teşebbüsler daha eskiye dayanıyor, ama somut olarak faaliyete geçen ilk sanatoryum Burgazada’da açılıyor, 1902’de. Dr. Giovanni Battista Violi tarafından Burgazada’nın tepesinde kuruluyor bu sanatoryum.
* Burgazada Sanatoryumu
Amaç öksüz, kimsesiz ve veremli çocukların iyileşmelerini sağlamak. Çocukların denize girmeleri için, güneşlenmeleri için ada sahilinde bir de ev var sanatoryuma bağlı olarak. İlk yıl itibariyle 40 çocuk tedavi görmüş burada.
* Burgazada Sanatoryumu
Burgazada’daki bu tesisin tam adı, Sen Jorj Burgaz Adası Çocuk Sanatoryumu. Bu sanatoryum hakkında maalesef bilgilerimiz sınırlı ama dönemin fotoğrafları, kartpostalları var. Nedenini kesin bilemiyoruz, tıp tarihçisi Nuran Yıldırım’a göre 1929 yılından sonra kapanıyor kurum. Aynı yılarda, 1906 yılında Şişli (Hamidiye) Etfal Hastanesi bünyesinde bir Çocuk Sanatoryumu açılıyor. Cumhuriyet dönemine kadar bu iki çocuk sanatoryumu var sadece. Yeni sanatoryumlar açılamıyor ilerleyen yıllarda, zaten savaş yılları, öncelikler değişiyor.
“Heybeliada’da iklim etütleri yapılıyor”
Peki Cumhuriyet Dönemi’nde hangileri kuruluyor?
1923 yılında, yine adalarda, bu defa Büyükada’da özel sanatoryum açılıyor. Dr. Musa Kazım tarafından açılıyor bu sanatoryum. Büyükada’da Maden mevkiinde bir ev kiralanarak başlıyor hizmete. Sonra adanın başka bir kısmına, Dil kısmına naklediliyor. Başlangıçta 25 yataklı, ilerleyen yıllarda yatak sayısı artıyor. 1950’lerin sonuna kadar tam kapasiteli ve faal burası.
* Büyükada Sanatoryumu, Dr. Musa Kâzim Beyin İdaresinde (İstanbul: Matbaai Ebüzziya, 1930)
Dolayısıyla, Cumhuriyet’in ilk sanatoryumu, özel bir tesis olan Büyükada Sanatoryumu. Devlete ait ilk sanatoryum ise hemen ertesi yıl Heybeliada’da açılıyor. Heybeliada Sanatoryumu, bu açıdan bakıldığında öncekilerden farklı, devlet tarafından açılan ilk ciddi ve büyük sanatoryum burası.
* Büyükada Sanatoryumu, Dr. Musa Kâzim Beyin İdaresinde (İstanbul: Matbaai Ebüzziya, 1930)
Heybeliada neden seçiliyor sanatoryum kurmak için, bu adanın ayrı bir özelliği mi var?
Aslında bu başlı başlına uzun bir tartışma tıp tarihinde, yani sanatoryumların nerede, hangi iklimde daha iyi sonuç vereceği meselesi. Sonuçta, vereme yakalanmış insanların temiz havada, oksijeni bol, güneşli bir yerde, iyi beslenebileceği bir tesis için ideal iklimin neresi olduğuna bakıldığında, İstanbul için adalar buna en uygun yer.
Heybeliada’da sanatoryum kurulmadan önce iklim etütleri yapılıyor. Çamlarla kaplı, dağ iklimine benzeyen, uzun süre ve bol güneş alan bir yer. Haybeliada’da Çam Limanı uygun görülüyor ve burada açılıyor. Zaten arazide bir bina halihazırda var, Bahriye Mektebi’ne ait.
Bir ara İstanbul’daki muhacirlerden verem hastası olanlar, buraya gönderiliyor ama hastane şeklinde değil, bir tür barınma yeri gibi. Burada, Heybeliada’da esaslı bir sanatoryum kurulması için dönemin Sağlık Bakanı Refik Saydam çok ısrarcı oluyor ve 1924 yılında kurularak, hasta kabul etmeye başlıyor.
* Doç. Dr. Fatih Artvinli
“16 yatak ile hizmete başlıyor”
Kuruluştan sonra nasıl genişliyor, hastalar kim, adada nasıl vakit geçiriyorlar?
Dr. Server Kamil ile Dr. Tevfik İsmail, 1924 yılı yaz aylarında Heybeliada’ya giderek Mekteb-i Bahriye Nekahathanesi denilen bu eski binayı elden geçirip, sanatoryum haline çeviriyorlar. Kısa sürede sanatoryum açılıp hasta kabul etmeye başlıyor. 16 yatak ile başlıyor hizmete.
* Tevfik İsmail Gökçe, Heybeliada Sanatoryumu: Kuruluş ve Gelişim, 1924-1955 (İstanbul:İsmail Akgün Matbaası, 1957)
Heybeliada Sanatoryumu’nun kuruluşundan itibaren buraya en çok emek veren kişi Dr. Tevfik İsmail Gökçe. Tam 30 yıl boyunca sanatoryumun başhekimliğini yapıyor. Onun döneminde yeni binalar ilave ediliyor, 1954 yılına gelindiğinde 630 yataklı devasa bir sanatoryum artık Heybeliada.
Sadece hasta servisleri değil, Yardımcı Hemşire Mektebi ve Rehabilitasyon Merkezi açılıyor Sanatoryum bünyesinde. Hastaların bir kısmı ücretli, çoğu ise yoksul insanlar ve ücretsiz tedavi görüyorlar. Bu arada hemşirelerin ve rehabilitasyon merkezinde çeşitli meslek kursu veren öğretmenler, eski verem hastalarından seçiliyor.
* Tevfik İsmail Gökçe, Heybeliada Sanatoryumu: Kuruluş ve Gelişim, 1924-1955 (İstanbul:İsmail Akgün Matbaası, 1957)
Tabii şimdiki gibi düşünmeyelim o yılları, yani üç beş gün değil, aylarca bazen birkaç yıl boyunca sanatoryumda kalıyor hastalar, yeme içme barınma, bahçede dolaşmak, birbirleriyle vakit geçirmek, meşgul olmak için bazı işler yapmak, yeni meslekler öğrenmeye çalışmak, özetle veremli olmakla birlikte burada bir hayatı yaşamak söz konusu. Herkesin tek bir ortak noktası ve gündemi var basitçe, verem hastalığı ve bundan kurtulmak, iyileşmek.
* Tevfik İsmail Gökçe, Heybeliada Sanatoryumu: Kuruluş ve Gelişim, 1924-1955 (İstanbul:İsmail Akgün Matbaası, 1957)
“Temiz hava, dinlenme ve iyi gıda bir arada”
O dönem nasıl bir tedavi vardı verem hastaları için?
Tüberküloz yani verem hastalığına neden olan bakteri (mycobacterium tuberculosis isimli basil) 19. yüzyıl sonunda keşfedilmişti fakat etkili ilaç ve aşı çalışmaları yıllar sonra ancak mümkün olabildi. Gerçek anlamda veremin tedavisi, 1944 yılında ilk antibiyotiğin kullanımı ile başladı diyebiliriz.
Streptomisin, rifampisin ve diğer antibiyotiklerin devreye girmesi ile ilaç tedavilerinden kesin iyileşmeler elde edildi. Bu arada BCG aşısının gelişi ve yaygın şekilde kullanımı sayesinde sonraki kuşaklar zaten bağışıklık kazandı verem konusunda.
19. yüzyıl ortasından 20. yüzyıl ortasına kadarki dönemde yaklaşık 100 yıl boyunca esas olarak tedavi dediğimiz şey, aslında temiz hava, dinlenme ve iyi gıdadan oluşuyor. Hem başkalarına bulaşmasını engellemek hem de bu imkanları sağlayabilmenin yolu ise sanatoryumlar açmak.
İstanbul’da adalardan başka yerlerde de sanatoryumlar açılmış mı?
Evet. Heybeliada’dan sonra Validebağ Sanatoryumu (1927), Erenköy Sanatoryumu (1932) ve Yakacık Sanatoryumu (1936) açılıyor.
Sanatoryumların yanı sıra 1930’lardan İstanbul’da birbiri ardına çok sayıda verem savaş dispanserleri açılıyor. Eyüp, Beykoz, Üsküdar, Şehremini, Kasımpaşa, Edirnekapı, Kumkapı, Süleymaniye gibi daha çok yoksulların yaşadığı semtlerde açılıyor.
“Bir tıbbi bir de siyasi boyut”
Peki ne zaman, neden kapatıldı Heybeliada Sanatoryumu?
Heybeliada Sanatoryumu, bir sabah kalkıp kapatılmadı ama kapatılmasına giden süreçte önce işlevsizleşti, tarihi sanatoryuma kaldırabileceği şekilde yeni işlevler yüklenilmedi, giderek ve bilerek küçültüldü. Devlete ait pek çok sağlık kurumu gibi gereken önem verilmedi, giderek ölüme terk edildi.
* Fotoğraf: Tuna Pektaş, 8 Eylül 2020
Bu meseleyi tartışırken şunu ayırt etmek gerekiyor, bir tıbbi bir de siyasi boyut. Tıbbi açıdan evet, sanatoryumlara 20. Yüzyılın başında duyulan ihtiyaç, yüzyılın sonunda aynı değildi; yani artık aylarca yatarak tedavi gören, güneşle, temiz havayla değil güçlü ilaçlarla çözülen bir hastalık halini aldı verem.
Sanatoryumlarda yatan hasta sayıları ve yatış süreleri ciddi biçimde azaldı özellikle 1970 sonrası. Fakat 1980 sonrası başka bir akıl devreye girdi, sağlık kurumlarına gelir-gider ve işletme mantığıyla yaklaşılıp, küçültme, bütçe ve personel azaltma, özelleştirme, satma, kapatma, devretme vs. yoluyla bu kurumlar bir bir yok edildi. Erenköy Sanatoryumu, 1977 yılında psikiyatri hastanesine dönüştürüldü, Validebağ Sanatoryumu sağlık amaçlı başka tesislere dönüştürüldü, Heybeliada Sanatoryumu ise 2005’te tamamen kapatıldı. Personel Yedikule Göğüs Hastalıklarına devredildi, binalar ise tamamen bakımsızlığa terk edildi.
Kimse itiraz etmedi mi, neden sanatoryum kapatılıyor diye?
Tabii ki itiraz edildi o dönemde. Hatta, kapatılma kararı verildiğinde henüz tıp tarihçisi değildim ama Yön FM radyosunda sağlık politikalarını ele aldığımız bir program vardı. Sevgili Mustafa Sütlaş, Merhaba Acil isimli gerçekten çok iyi bir radyo programı hazırlıyordu. Biz gençleri de teşvik edip programa katmıştı. İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı (İNSEV) adına belli aralıklarla ben de Merhaba Acil’de program yaptım; bunlardan biri de Heybeliada tartışmasıyla ilgiliydi. Sanatoryumun neden kapatılmaması gerektiğini, bunun neden yanlış olduğunu anlatmaya çalıştık konuklarla birlikte. Uzmanlık dernekleri, tabip örgütleri de mücadele etti.
Elbette Heybeliada sakinleri de adanın hem tarihi-kültürel mirası hem de somut olarak ciddi bir sağlık kurumunun ebediyen kapatılmasına itiraz etti. Sonrasında malum yangın çıktı sanatoryumda, ardından iyice unutuldu mesele.
* Fotoğraf: Tuna Pektaş, 8 Eylül 2020
“Yoksul halk 80 yıl tedavi gördü”
Sizce Heybeliada Sanatoryumu ne şekilde değerlendirilmeli, ne yapılmalı?
Cevaba geçmeden önce, şunu önce söyleyeyim: ağırlıklı olarak psikiyatri kurumlarının tarihi hakkında çalışan bir tıp tarihçisi olarak, artık İstanbul’da tarihi hastanelerin yok edilmesinin diğer bir örneği olarak görüyorum Heybeliada’yı. Yani, Heybeliada Sanatoryumu evet çok önemli bir tarihi sanatoryum, esas soru şu bence: bu kurum kime ait, kim karar vermeli ne olacağına? Bu kurum bu ülkenin halkına ait, yoksul halkın seksen yıl tedavi gördüğü bir yer. Daha daraltırsak İstanbul’a, daha da daraltırsak Heybeliada’ya ait bir kurum.
Her şey bir yana, tıp tarihi açısından benzersiz bir sanatoryumu, binasıyla bahçesiyle ve misyonuna uygun şekilde nasıl değerlendirelim diye otursak bin tane çözüm sıralayabiliriz, ama herhalde hiç kimse o listeye Diyanet’i dahil etmeyi aklından bile geçirmez. Yani normal şartlar altında ve ortalama bir tarih bilincine sahip isek bu böyle. Bunu bile geçelim, sadece sanatoryumun şu anki durumunu gidip görmek bile yeterli.
* Fotoğraf: Tuna Pektaş, 8 Eylül 2020
Sanatoryum şu anda ne durumda?
Tarif etmeye kelime bulamıyorum. İki gün önce sevgili arkadaşım Tuna Pektaş ziyaret etti, fotoğrafları gönderdiğinde ne diyeceğimi bilemedim. Bu fotoğraflar yeterince söylüyor, benim konuşmama bile gerek yok aslında, memleketin tıp tarihini de tarihi kurumları da, bir sürü başka örneği de özetliyor durum. Abarttığımı düşünenler olabilir, ama değil. Bu ülkede tıp tarihi yazmak, hele tarihi bir sağlık kurumunun tarihini yazmak mümkün mü?
* Fotoğraf: Tuna Pektaş, 8 Eylül 2020
Doksan yıllık bir sanatoryumun hasta dosyaları, yazışmaları, belgeleri vs. kimi yanmış, kimi yağmalanmış, kimi kayıp, kalanlar ise bu vaziyette. Her şeyden evvel, o hafızayı kurtaralım, kalan kısmını kurtaralım hiç değilse. Bu evraklar dosyalar, özetle önce tarihini kurtaralım, Verem Savaş Derneği var, arkadaşlara da yeniden söyledim, bu evrak yığını öncelikle sahiplerine teslim edilsin.
* Fotoğraf: Tuna Pektaş, 8 Eylül 2020
Evet, tabii ki ilk akla gelen bu sanatoryumun bir tıp tarihi müzesine çevrilmesi, tamam eyvallah, çok güzel fikir ama diğer örneklerde de arkadaşlara aynı şeyi söylüyorum; çok güzel bir müzeye çevirdiniz, peki içine ne koymayı düşünüyorsunuz? İçi samanla doldurulmuş, hasta ve doktor maketleri mi?
“Araştırma merkezi, enstitü ya da tedavi merkezi olabilir”
İstanbul’da Heybeliada gibi bu şekilde kaybedilen tıp tarihinde önemli başka mekanlar var mı?
19. yüzyıl ortasından itibaren İstanbul’da inşa edilen hastaneler ve sanatoryumlar o dönem itibariyle şehir dışında, geniş araziler üzerine inşa ediliyordu. Şişli’de çocuk hastanesi, Okmeydanı’nda Darülaceze, Bakırköy ve Erenköy’de Ruh Sinir Hastalıkları, Baltalimanı’nda Ortopedi Hastanesi ve diğerlerinin açıldığı dönemde bu semtler şehrin dışındaydı, devlete ait ya da devlet tarafından çok ucuza satın alınmış arazilerdi. Bugün bu kurumların her biri İstanbul’un merkezinde artık ve çaresiz, savunmasız halde. Bahçeleri, arazileri zamanla satılmış, küçülmüş bile olsa hala bu kurumlar elde kalan yegane tarihi hastanelerden bazıları. Ama açın bakın haberlere, bu kurumların tamamı yerinde kalmak için çırpınıyor, mücadele ediyor.
Kendi alanım için söyleyeyim Bakırköy ve Erenköy’ü kurtarmak, gelecek kuşaklara devretmek için yıllarca uğraştık. Erenköy’de eski sanatoryum binalarının tarihi için çalıştık, eski servis isimlerini iade ettik, bağışçıların hatırasına, bağış şartlarına uygun olarak. Çok uzun yıllar sonra, Erenköy için ilk defa bu yıl ulusal mimarlık yarışması açıldı, ödülleri açıkladığımız gün pandemi ilan edildi. İlan edilmese de zaten, bu ülkede bu konuları konuşmaya sıra gelmesini beklemek nafile. Sadece şu kadarını söyleyeyim, eğer tarihi hastaneleri korumak, restore etmek, yeniden ve çevre ile uyumlu bir şekilde ele almak gibi bir derdimiz varsa, bu ülkede gerçekten işin hakkını veren genç ve çok yetenekli mimarlar var.
Onarılıp elden geçirilse, ne şekilde kullanılabilirdi bu sanatoryum?
Aklın yolu bir, düşünenler için. Avrupa’da Alpler’de dağ başlarında, şehir ortalarında bir sürü eski sanatoryum binası var, eski binalara, tarihini içerecek şekilde yeni işlev tanımlamak zor değil, istendikten sonra. Yani Tüberküloz ya da göğüs hastalıkları alanında bir araştırma merkezi ya da bir enstitü, sembolik sayıda bile olsa yataklı tedavi kurumu gibi yaşayan bir yere dönüştürülebilirdi.
Her şey bir yana, koskoca İstanbul’da, “bak burası bir sanatoryum, zamanında verem hastaları için hastaneymiş burası” diyebileceğimiz ve o dönemi hayal edebileceğimiz bir tane yer yok. 1930’lardan kalma, orijinal haliyle üç beş tane servis var Erenköy’de sadece.
Fatih Artvinli hakkında2012’den beri Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi. Sağlık alanındaki çalışmalarıyla bilinen bir sivil toplum örgütü olan İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı’nın (İNSEV) genel sekreteri. İNSEV yayınlarının yayın yönetmeni. İlk, orta ve lise eğitimini Artvin'de tamamladı. Yusufeli Sağlık Meslek Lisesi, Toplum Sağlığı bölümü, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü (lisans), Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü (yüksek lisans) bitirdi. Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi bölümünde doktorasını tamamladı. Üniversite öğrenciliği sırasında Yenibinyıl gazetesi ve Nokta dergisinde çalıştı. 2001’de sağlık memuru olarak Gebze-Tavşanlı Sağlık Ocağı’na tayin oldu. Bu tarihten itibaren çoğunlukla gece nöbetleri olmak üzere, 11 yıl boyunca Beykoz Devlet Hastanesi, Zeynepkâmil Hastanesi ve Bakırköy’de sağlık memuru olarak mesai yaptı. Psikiyatri tarihiyle ilgili doktora tezini yazdığı 3 yıl boyunca, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde çalıştı. Bahse konu kurumun tarihini aydınlatmaya yönelik projelerde yer aldı. Psikiyatri tarihi, sağlık politikaları, ruh sağlığı ve etik ile ilgili makalelerinin yanı sıra, “Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı (Kitap Yayınevi, 2007)” ve “Delilik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Bimarhanesi (Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013)” adlı iki kitabı bulunuyor. |
(TP)