"Bu Nasıl İstanbul", iki bölümden oluşan bir roman. Birinci bölüm, gazeteci Serhat'ın sular altında kalacak olan Hasankeyf'i haber yapmak üzere İstanbul'dan yola çıkmasıyla başlıyor. Elazığ, Diyarbakır, Batman, Siirt, Mardin, Lice, Hasankeyf...
Hareketli bir gazetecinin peşinden koştuğu haber üzerinden, bölgedeki çok sayıda mahalle, semt, ilçe, şehirle tanışılmıştır bile. Tarihi kent Hasankeyf'in sular altında kalmasının farklı açılardan ve bazen birbirini tamamlayan, bazen çürüten hikayeleri; tarihi kimliğine yapılan yolculuklarla, kent kimliği dumura uğratılmış
Diyarbakır'ın dünü ve bugünü... Kitapevi işleten Kemal, avukat Ahmet, hapisten çıktıktan sonra intihar eden Sakine, Batmanlı Şeyhmus, nöbette intihar eden asker Yalçın, Hançepekli otobüs şoförü, surların dibinde kendini ateşe verenler...
Son yirmi yıldır yaşanan savaştan tanıklıklar, manzaralar ve portreler; yani savaş, yasak, baskı, göç, yoksulluk, yanlış kentleşme ve daha bir sürü nedenden dolayı hayatları hallaç pamuğuna çevrilmiş insanların hikayeleri.
Hiçbiri siyah-beyaz, iyi-kötü olarak değil ama, her biri insan olmanın bütün halleriyle durur karşımızda.
Kanayan Diyarbakır'dan boğulan İstanbul'a
İkinci bölümde İstanbul'a dönmüştür Serhat. Bu bölüm, sevgilisi Elif'in büyük bir aşkla, Serhat'ı çektiği İstanbul'u terk edişiyle başlıyor. Bir aşk daha, devasa kentin görkeminde yıkılıp yok olmuştur.
Serhat, hayatının en kötü günlerini yaşamaya başlar. Hiç hesabında yokken, artık yayıncılık yapan eski öğretmeni Aykent Hoca'yla karşılaşınca, ona sığınır adeta.
Bundan kısa bir süre sonra, İzmir'den derginin merkez bürosuna yeni bir muhabir gelir: Beyza. Serhat kendini, İstanbul'a yenildikçe, Beyza'ya karşı yeşerttiği yeni aşka tutunma çabası içinde bulur.
Aykent Hoca ve Beyza'ya rağmen işi hiç de kolay değildir Serhat'ın. Ne de olsa, define avcısı kesilmiş bir toplumun henüz kazı yüzü görmemiş genç bir arkeologu iken gazeteci olmuştur.
Sadece kendisinin değil, gençlerin çoğunun eğitimini gördükleri mesleklerde çalışamadığının yakın tanığıdır artık. İnsanların çoğu, arzuladıkları şehirlerde de yaşamıyordur. Ya da bir zamanlar arzuladıkları şehirler, o şehir olmaktan çoktan çıkmıştır.
İstanbul'un yerlisi Aykent Hoca, 'yıldızları çalınmış bir ömür' yaşıyordur bu kentte. Onun için her pazar günü, değişik yaş, meslek ve kökenden bir grup insanı bir atölyede toplar ve onlarla yaşadıkları şehirden gitmenin farklı provaları sayılacak etkinlikler yapar.
İstanbul birçok mesleği sile dursun, 'büyük şehrin küçük insanı', yeni meslekler icat etmeyi sürdürür.
Zamanında etrafında büyük ve tehlikeli olayların döndüğü, Kürt bir baba ile Türk bir annenin çocuğu olarak üniversite için geldiği İstanbul'da tutunmaya çalışan Serhat bir yanda, artık ününe layık bulunmayan bir kentin yerlisi, görevinden edilmiş öğretmen Aykent Hoca öbür yanda.
Ancak bu ayrışma ve buluşmalarda bir uç daha var: Doğup büyüdüğü ve üniversite eğitimi yüzünden terk ettiği İstanbul'a, gazeteci olarak ve büyük hayallerle dönen Beyza! O Beyza ki eski kentine döner, bula bula "gidelim buralardan" havarisi kesilmiş Serhat'ı bulur ve ona aşık olur.
azen çakışan, bazen çelişen ilişkileri, tercih ve fikirleri ile üç kutuplu, üçkenar ilginç bir düello yaşanacaktır.
Eski İstanbul nerede biter; 'öteki İstanbul' nerede başlar
Elif, Serhat, Aykent Hoca, Beyza, Turgut ve daha birçokları; İstanbulzedeler birbirini yenip, birbirine yenilerek, ama her halükarda İstanbul'a kazandırır.
'Silahın var mı?'sorusunun müzelere kaldırıldığı, ilk ağızda silahın markası ve ebadının sorulduğu bu şehirde bedenlerini parselleyip satanlar; savaş bölgesinde yaptığı askerlikten döndükten sonra intihar eden Reşat ve "oralarda neler oluyor ki benim oğlum intihar etti" diye soran yaşlı annesi;
İstanbul'a vezir olmak üzere gelip bu kente esir düşenler; Beyoğlu geceleri, Laleli'nin briyantinli pezevenkleri ve buraya adım atan her kadın için bir damga olma ihtimali bulunan 'Nataşa' muhabbetleri; 'öteki İstanbul'un aynası gibi işleyen 'İstanbul'un öteki sinemaları';
Rumelihisarlı Ermeni gümüş ustası Artin Zımbayan; av haritası kayıp İstanbul'un kentine avlanmış avcıları; inançların kesiştiği asırlık servi ve kutsanan ağaçlar; her köşe başında tartıcı olarak biten Cibali emeklileri,
Bulgaristan göçmenleri; çıldırtan bir kentin çıldırmışlarıyla uğraşan Ayten hemşire; artık sadece varoşlulara çalışan banliyö trenleri; karnındaki bebeği işkence turnikesinden geçirip cezaevinde bile olsa dünyaya getiremeyen Sakine; Sri Lanka'daki savaştan kaçıp gelmiş ve Beyoğlu'nda işgalci İngiliz askerlerinin anısına yapılmış kilisede çan çalan zangoç David;
İstanbul'un aynalı gökdelenleri ve hemen yanı başındaki kondular; güvercin ve at pazarları, kent bahçelerindeki son kuşağın feryatları; yükünü hafifletmek üzere hayata geçirilen ama çıldırtan kentin girdabına dönen atölye çalışması;
İstanbul'a en yakın Alevi köyün kurucu ailelerinde son halka...
Bir kent düşünün ki o kente göç eden de o kentin yerlisi de, kendini 'yabancı' hissediyor olsun.
Bu, boğulmakta olan bir İstanbul'u işaret ediyor. Öte yandan İstanbul'un bu boğuntusu, uzak -aslında çok yakın- başka bir kentin kana bulanmasıyla doğrudan bağlantılı. Yani Diyarbakır'ı kan tuttukça, İstanbul her gün biraz daha boğulmaktadır.
'Bu Nasıl İstanbul' hem bir dönemin, hem de bir dönemecin romanı. Biraz da bu özelliğiyle okuyanı, bir hikayeler yumağının içine çekiyor. Olayların yaşandığı dönemin panoramasını veriyor.
Bunu sağlayan ise, romanın merkezinde bir grup gazetecinin bulunması. Okur, başta Serhat, Beyza, Aykent Hoca olmak üzere gazetecilerin hayatına karıştıkça çok sayıda olaya ulaşıyor ve olayların toplamından önce bir dönemin, devamla ucuna gelinen bir dönemecin fotoğrafı çıkıyor ortaya.
Yazışma ve isteme adresi:
Berceste Kitap
İstanbul Adresi:
Söğütlüçeşme Cad. Pavlonya Sok.
Nuhoğlu Apt. No: 10/19
Kadıköy-İSTANBUL
Tel.: 0533 488 01 12
e-mail: [email protected]
Avrupa Adresi:
Öneri gazetesi
Strobachgasse 13
1050 Wien-Austria
Tel.: 0699 1 218 40 29
e-mail: [email protected]