Mehmet Sucu'nun "12 Eylül Yasakları" kitabıyla, yerel gazetecilik yaparken yaşadığım kendi 12 Eylül'ü mü anımsadım, bellek tazeledim.
Genel Maden İşçileri Sendikası'nın (GMİS) sokağında sağ sol çatışmasının ortasında kalarak ölen ilkokul öğrencisi Anıl Cömert'i anımsadım.
Zonguldak'ın ana caddesine bombalı pankart asıldığı için solcuları eleştirdiğim de, İlerici Gençler Derneği (İGD) Başkanı Rıza Kır'dan yediğim küfürü ve. Kır'dan yıllar sonra gelen özrü anımsadım.
Bir haftayla bir ay arasında, ya da süresiz kapalı kaldığımız günleri, sansürlenen bir yazımın üzerine dansöz klişesi yapıştırıp, bol boyayla sözde okunmaz hale getirip, sıkıyönetim komutan yardımcılığının gözünü nasıl boyadığım geldi aklıma.
Mehmet Sucu da "12 Eylül Yasaklar"ı kitabında kendi 12 Eylül yaşanmışlıklarından yola çıkıyor.
"Mesut Mertcan'ın sesinden okunan bildiriyle uyandığımız günden bu yana 25 yıl geçti. Ülke tarihini değiştiren 12 Eylül darbesi olduğu gün doğan çocuklar şimdi 25 yaşında."
Herkesin 12 Eylül'e kendine...
Evet... O gün doğan çocuklar 25 yaşında, o günleri yaşayanlar ise 50'lerine ya merdiven dayadılar, ya da merdivene çıktılar. Mesut Mertcan, TRT'den ayrıldı, milletvekilliğine adaylığını koydu, artist bile oldu.
Darbelerin davudi sesli türkücüsü "Yine de şahlanıyor aman, Kolbaşı'nın Kırat'ı" türküsüyle darbe sabahları gözümüzü açtığımız Hasan Mutlucan yok artık. Zaten bir daha da darbe olmadı.
Ne Hasan Mutlucan darbesizlikten öldü, ne de bu yazı darbeye davetiye çıkartmak niyetli.Mutlucan'ı, bir 12 Eylül yıldönümünde, röportaj için aradığımda, kızmış, "Bıktım artık darbe türkücüsü olarak anılmaktan. Bir kez de normal günlerde arasanıza" demişti.
12 Eylül'ün üzerinden 25 yıl geçti.
"12 Eylül Yasakları" kitabında Sucu, "O günlerde yasaklamalar, tutuklamalar ve gözaltılar sıradan uygulamalardı. Gazeteler tek tek kapatıldı. Gazetelerin servislerinin panoları her gün yenileri eklenen yasaklama metinleri ile dolup taşardı," diyor.
Herkesin 12 Eylül'ü kendine.
O günlerden birinde, sabaha karşı, Üzülmez'deki evimizin kapısı çalındı.
Bir bekçi iki polis ve bir cemse dolusu asker kapıda.
Anneme "Merak etmeyin teyze, önemli bir şey yok" diyorlar.
Bir süredir askere alışığım. Her gün sat 16.00'da ya tugay ya da Alay Komutanlığı'nın nizamiye kapısından içeri gazetemi sansürlemeleri için giriyorum. O tarihlerde, Tercüman Gazetesi spor yazarlarından ve Zonguldaklı Hüseyin Sarıuçak Tugayda asker, o nedenle giriş çıkışta sorun çıkacağından korkum yok.
Biniyorum jeepe, gidiyorum askerlerle. İncivez'deki Tugay Komutanlığı'ndan içeri giriyoruz. Nöbetçi komutan kim anımsamıyorum. Rütbesi teğmen, onu biliyorum. Önüme bir kağıt uzatıyor, "imzala" diye.
"Nedir bu" diyorum. Nöbetçi teğmen yüzüme bakıyor, "Güneydoğuda bir helikopter düştü. Onunla ilgili haber yazmayacağınıza ilişkin tutanak" diyor.
Gülüyorum ister istemez. "Siz söylemeseydiniz, benim düşen helikopterden nasıl haberim olacaktı ki?!" diyorum. "Olsun" diyor. Nasrettin Hoca örneği, eşeği sağlam kazığa bağlayıp, komşuyu hırsız tutmama durumu.
Geldiğim gibi, bir cemse askerle eve geri dönüyorum.
Herkesin 12 Eylül'ü kendine.
O günleri yaşayanların henüz tanıklıkları söz konusu değil. Ortalıkta kötü bir hava var ama, kokusu çıkmadığından hepsi dedikodu düzeyinde. Derken bir gün, komşu oğlu Halim Çağatay Karahasan toplananlar arasına giriyor. Müzeyyen teyze, Zekeriya amca üzgün. Gülnaz abla Müjgan abla tedirgin.
Özel bir izinle Çaydamar pavyonundaki Çağatay'ı ziyarete gidiyorum.
Eskiden maden işçilerinin yatakhanesi olan mekan o günlerde, siyasilerin gözaltında tutuldukları yer. Çok kalabalıklar çok...
Bir süre sonra da mahkemeleri başlıyor ve kömür işletmelerine ait kamyonlarla , İzmit'e Gölcük'e naklediliyorlar. Ya da başka yerlere. Ne oldu ne bitti hiç anlatmadı Çağatay sonradan.
Birkaç ay önce yeniden buluştuğum Türkiye Komünist Partisi (TKP) davasından yargılanan Kadir Tuncer, "Seni en son, biz kamyonlarla giderken köprü üstünde görmüştüm" diyor.
Demek 25 yıl sonra Kadir abiyle yeniden buluşabilmişim. Çağatay'la ise birkaç yıl sonra. O günlerin bıraktığı iz midir bilmem, Çağatay'ı birkaç yıl önce kanserden yitirdim. Üzerine yıldızlar yağsın.
Bazılarının kayıplarıysa benden çok daha büyüktü.
Dedim ya, herkesin 12 Eylül'e kendine
Mehmet Sucu, "... Bu dönem gazetecilik yapanlar çoğu zaman, hangi haberin "sakıncasız", hangi haberin "sakıncalı" olduğu konusunda tereddüt içinde kaldılar. Böylece 1980'lerle birlikte basın literatürüne "sakıncalı haber" deyimi de girdi" diyor.
İstanbul'da işler böyleydi de, Zonguldak'ta farklı mıydı?
Biraz farklıydı. Daha ilk gün sıkıyönetimde sokağa çıkabilmek, gazete çıkarabilmek için izin belgesi almaya gittiğimizde görüldü ki, nasıl bir izin belgesi düzenleneceğine ilişkin bir fikir yok.
Yuvarlak söylemli saman kağıda basılı, nizamiye girişlerinde geçerli bir kağıt parçası verildi elimize.Gel gör ki, emniyetin umuru bile değil o kağıt parçası.
Her "gazeteciyim, sıkıyönetim izin belgesi bu" dediğimde, "başlarım senin gazeteciliğine de, askere de..." cümlesiyle başlayan bol sinkaflı sözleri sineye çekiyorum.
Herkesin 12 Eylül'e kendine.
Zamanla oturdu Zonguldak'ta polisle askerin etki ve yetki alanları.
Öylesine oturdu ki, emniyet müdürüyle jandarma sıkıyönetim komutanına; Orduevi'nde içki içip, oyun oynarken gazeteleri sansürlettirir hale geldim.
Öylesine oturdu ki, her gün saat 16.00'da sıkıyönetim komutan yardımcılığına, yani tugay komutanlığına götürdüğümüz gazete de, eğer "Emniyet müdürü izine çıktı" gibi sıradan bir haber, ya da "SSK hastanesindeki kuyruklarda çile çeken yaşlı kadınlar" diye yazdığımda sansürle karşı karşıya kaldım.
Neymiş efendim, "Zonguldak'ta asayiş boşluğu var" diye olay çıkaranlar çıkabilirmiş.
Sucu, "Acı, yalnız tutukevinde, cezaevinde, işkencede çekilmez; gece gündüz haber ardında koşan, sayfa düzenleyen, başlık atan, gazeteciliği anasının ak sütü gibi içmiş bir gazeteci, haber alma ve yayma özgürlükleri kısıtlandığında acı çeker." diyor kitabıyla ilgili.
Herkesin 12 Eylül'ü o yüzden farklıdır.
Yaygın medyanın, küçük bir yansıması, kuralsızı olan yerel gazeteciliği bilenler bilir. Dil imla, gazetecilik etiği kendine göredir yerellerde. Hemşehricilik ilişkileri etkindir. Övgü de sövgü de kendine göredir.
Bugün yerel gazetelerden birini gördüğümde, empati kurmam o yıllara ilişkin özlemden çok, ilk gazetecilik temellerini almış olmamla ilgili.
Bilmeyenler içinse, bizim matbaalarımız teknolojiye göre kendini yenilen İstanbul gazetelerinin artıklarıyla kuruludur, demek ne kadar yeterli olur. Matris ve hurufatlarla uğraşır, devasa daktilo makinesi görünümündeki dizgi makinelerinde kurşuna döktüğümüz yazıları elle sayfaya yerleştirirdik.
Tek sütun, çift sütun ölçüleri harfler kurşuna dökülmeden verildiğinden, sayfa yapılırken kalan boşluklar ince saç çubuklarla doldurulur, kalın bir iple, dağılmaması için, sayfalar birbirine sıkıca bağlanır, kasılır ve baskıya verilirdi.
İstanbul'a ilk geldiğimde önce ofsetle tanıştım, sonra pikajla ve web tasarımıyla. Şimdilerde de İnternet haberciliğiyle.
Bu anlamda gazeteciliğin neresinde duruyorum bilmemekle birlikte 1979'dan bugüne değin öyle ya da böyle yerelden genele taşınan bir gazeteci kimliği benimki.
Yaşanan sürecin, teknolojik gelişmeyle paralel giden bilgi toplumuna geçişte belleksizliğe tahammülü yok. Sucu, bu yönüyle zaten 25 yıl öncesinin bilgilerini bellekleri tazeliyor.
O dönemlerde bile isteye değil, bilinçsizce ve hep birlikte kirlendik.O günlerde yitirildi masumiyetler. Düşlerimizin kimini cezaevleri önlerinde, kimisini işkence odalarında, çoğunu da üniversite kampüslerinde bıraktık.
O nedenle düşü kalmamış, inancı sorgulanmış, teni acımış, yüreği nasırlaşmış erkek ve kadınların; eğreti, tamamlanmamış yarım aşkları düştü bir sonraki kuşağa.
İdolleştirdiğimiz isimlerin hırpalanmışlıkları ve bazılarının müsvedde insanlıklarıyla yetinmek zorunda kaldık. Müsvedde kimliklerden insan yaratmaya çabaladık.
Yaratabildik mi? Sanmıyorum. Yaşananlar artık içselleştirilmişti. 12 Eylül sonrası politize edilmiş bir gençlik çoktan yeşermişti. (AD/BA)
* Bir gazetecinin gözünden 12 Eylül yasakları, Mehmet Sucu, Günizi Yayınları