Fotoğraf: Şebnem Coşkun/AA
"Hiç olmadığı kadar yüksek bir sesle bu olanlara karşı 'Hayır' dememiz ve insanlığın başta mülteci hakları olmak üzere insan hakları, çocuk hakları alanında aldığı yolu ve hem devletlere hem de biz parçası olduğumuz insanlığa, birbirimize dair sorumluluğumuz olduğunu hatırlatmamız gerekiyor."
Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı ve Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkez Müdürü Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, geride bıraktığımız hafta mültecilere yönelik gerçekleştirilen saldırılara karşı yapılması gerekenleri bu sözlerle ifade ediyor.
Evrensellik, adalet, katılım, insani gelişim, yapabilirlik yaklaşımı, yoksulluk, göç, kolektif kimlik oluşumları ve çocuğun "iyi olma hali" konularında birçok araştırma projesi yürüten Semerci, mültecilere karşı gerçekleştirilen saldırıları, medyanın duruma olan yaklaşımını, Yunanistan'a geçmek için sınır kapısında bekleyen mültecileri ve iktidarın mülteci politikasıyla ilgili bianet'in sorularını yanıtladı.
"Orada olmasak da sürece şahidiz"
"Öncelikle bir insan olarak şahit olduklarımıza dair çok üzgün olduğumu, bir insan olarak utanç duyduğumu söylemeliyim. Bir anne olarak görmeye dahi dayanamadığım; denizde, nehirde, kara sınırında bu acıları yaşayan çocuklar için, tüm mülteciler için kendimi sorumlu hissediyorum. "Ne yapıyorum? Ne yapabilirim?" diye soruyorum.
Bir akademisyen olarak oldukça uzun zamandır, ötekileştirme, kutuplaşma ve göçmen karşıtlığına dair algıları çalışıyorum. Tarihsel olarak yaşananları ve ilgili yazındaki birçok çalışmayı okudum. Sahada da çok fazla araştırma yapma imkanım oldu ama bu hafta sonu, bugün yaşananlar... Orada olmasak da artık görüntü ve seslerle evimize ulaşan, bizleri şahit yapan tüm bu süreç, her bir görüntü karşısında "Bu da olmaz" diyerek ve olduğunu şaşkın gözlerle seyrederek, şu an konuşuyorum. Şu an bu cümleleri söylerken dahi bir yandan gelen haberlerde bir botun battığı ve ölen bir çocuğun olduğunu okuyorum. İşte bu noktada hangi söz hangi akademik açıklama anlamlı olabilir ki...
Ama tam da aynı sebepten, belki de hiç olmadığı kadar yüksek bir sesle bu olanlara karşı 'Hayır' dememiz ve insanlığın başta mülteci hakları olmak üzere insan hakları, çocuk hakları alanında aldığı yolu ve hem devletlere hem de biz parçası olduğumuz insanlığa, birbirimize dair sorumluluğumuz olduğunu hatırlatmamız gerekiyor.
"İnsanlık tarihinin aldığı yoldan geriye döndük"
İnsan hakları anlayışı, 'İnsan onuruna yakışır yaşamlar' der ve devletleri sorumlu tutar. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası kurumlar, bu hakları, her insan ve her çocuk için güvence altına almak üzere ortaklaştığımız etik ilkeler üzerinden geliştirmiştir.
Mülteci hakları ise mültecilerin, savaştan kaçan, hayatta kalma çabasıyla bir ülkeye sığınan kişilerin, belli hakları olması gerektiği düşüncesi ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanlığın ortak geliştirdiği bir uluslararası yasal düzenlemedir. Oysa ne yazık ki tüm dünyada göçmen karşıtlığı, mültecilerin ve sığınmacıların korunmasının reddi o kadar çok dillenebilir hale geldi ki insanlık tarihinin aldığı yoldan geriye döndük.
Merkez olarak yaptığımız çalışmalar, Türkiye'de Suriyelilere yönelik karşıtlığı maalesef ortaya koymuştu. Göçmen karşıtlığı alanındaki yazında, üç temel tehdit algısı dilleniyor: Göçmenlerin ekonomik tehdit olarak algılanması; yaşam biçimine yönelik bir tehdit olarak algılanması ve fiziksel tehdit algısı. Bu algıların üçü de bizim araştırmalarımızdaki bulgularla da örtüşüyordu. Burada belirtilmesi gereken, bu tehditlerin gerçekliğinden çok, algılanması; acının, kaybın, yaşanan sorunların, ekonomik krizin ya da korkunun sebebinin göçmenler, mülteciler olarak görülmesi idi. 'Günah keçisi' ilan edilmeleri de belirtilmeli.
"Etik sorumluluğumuz, gerçeklik kontrolü"
Sosyal medya da dâhil olmak üzere medyanın da bu noktada çok önemli bir rolü var. Bir yandan üç-dört gündür sahada çok kıymetli çalışmalar yapan gazeteciler, muhabirler var. Bu insanlar çok önemli bilgilendirmeleri yaparak tüm yaşananlara dair tarihe adeta bir not düşüyorlar.
Ancak göçmen karşıtlığının artmasına yol açan bir biçimde Suriyelilerle ilgili yapılan yanlış bilgiler, içinde olduğumuz ortamda bilgi kirliliği ve bilgilendirmelerdeki hatalar da çok ciddi bir sorun. Yanlış bilgiler var. Her birimizin en büyük etik sorumluluğu, öğrendiklerimizle ilgili gerçeklik kontrolünü yapmaktır. Bu ise hiç kolay değil çünkü sürekli bir haber akışı var.
Bir açıdan da görüntülerin, bu derece yoğun; can yakıcı, filmlerde seyrettiğimizde soluksuz bırakan görüntülerin "gerçekliğini" algılayıp algılamadığımız sorusu aklımda dönüyor. Gerçek yaşamlar olduğuna dair duyarsızlaşmaya mı başlanıyor? Yani orada iki ayağında iki çocuğunu soğuktan korumak için yatıran annenin acısını hissetmemek? Empati besleyememek?.. Aslında bu sadece bu üç gün için değil, insanlığın geldiği noktada beraber daha adil bir biçimde yaşayabilmek için hepimizin sorması gereken bir soru. Giderek de 'Yaşayabilmek ve yaşayamamak' anlamına geliyor.
Emre Erdoğan Hocamızla beraber yazdığımız "Göçmen Karşıtlığında Tehdit Algısının Rolü: Korku ve Endişe Duygusu" makalesinde de ele almaya çalıştığımız üzere korktuğumuzda, endişe ettiğimizde aslında sağlıklı düşünemez oluyoruz. Korku donduruyor ve korku fizyolojik temelleri olduğu kadar, kimden korkulacağı sosyal yaşamda bize öğretiliyor."
"Siyasetçi ve kamu görevlilerine önemli görev düşüyor"
Bu noktada tabii ki içinde bulunan siyasi iklim, hem Türkiye'de hem de tüm dünyada etkili. Türkiye'de, Avrupa'da, Amerika Birleşik Devletleri'nde popülist siyaset, göçmen karşıtlığını da besliyor. Ancak bu saldırıları hiçbir biçimde haklı gösterecek bir açıklama olarak sunmamak gerek. İçinde yaşanılan iklim; korkular, acılar ve şiddet, bir sarmal yaratabilir ama bu saldırıları haklı göstermeye dair bir açıklama olarak kurgulanmamalı.
Siyasetçi ve kamu görevlilerinin üzerine çok önemli bir görev düşüyor. Aslında alanda özveri ile çalışan birçok kamu görevlisi ve STK çalışanı var. Bu yaşanan süreç onlar açısından da çok üzücüdür. Sorunlara rağmen toplumda beraber yaşamaya dair uğraş veren, komşu olan, birbirlerinin yaşamlarına dokunan, çaba harcayan birçok insan var. Bütün bu süreç, o insanların, aslında bir açıdan 'Sessiz Kahramanlar'ın da aynı derecede canını yakıyor. Suriyelilere yönelik saldırılar, sınırda yaşananlar, hepsi savaştan kaçarak gelmiş mülteciler açısından yeni travmalar, bitemeyen korkular demek.
"Sosyal medya bize farklı bir gerçeklik sunuyor"
Az önce de aktarmaya çalıştığım gibi öncelikle sosyal medya bize farklı bir gerçeklik sunuyor ve bu gerçeklikte bazı sesler daha güçlü çıkabiliyor. Bir açıdan evet, Suriye karşıtlığının yaygın olarak var olduğu, kendi araştırmalarımızda da bulduğumuz bir nokta ama aynı zamanda olumlu ilişkilerin de olduğunu biliyoruz. Bu sebeple sosyal medyada bazı sesler daha güçlü çıkabiliyor, sanal bir gerçeklik de yaratılabiliyor.
Bir açıdan aslında belki yüz yüze olan iletişimden farklı bir biçimde, çok daha keskin ifadeler, nefret söylemi ya da ırkçı cümleler okuyabiliyoruz. Ve evet, biliyorum, bunlar yüz yüze de söylenebiliyor, eyleme dahi dökülebiliyor. Ancak özellikle bahsettiğiniz örnekte gönüllü bir harekete yöneltilen bu tepkiler üzerine düşünmek gerek.
"Kendimize hak görüp 'öteki'ne hak görmediklerimiz..."
Hep söylediğimiz bir nokta aslında, insanın kendi çocuğu için hayal ettiğiyle ötekilerin çocukları için tasavvur ettiği arasında farkın ne kadar önemli bir işaret olduğu... Bizim sahip olduğumuz haklar ve kendimize hak gördüklerimizle 'öteki'ne hak görmediklerimiz... İşte aslında bu fark, kendimizi "öteki" ile eşit olarak görmediğimizin en önemli göstereni. Bunu bir turnusol kâğıdı olarak düşünebiliriz. Kendi çocuklarımızla o sınırı geçmeye, o şişme botlarla denize açılmaya çalıştığımızı ve çocuklarımıza destek olmaya gelenlere tepki verildiğini düşünelim. Kendi çocuklarımız için hayal ettiklerimizi ötekilerin çocukları için hayal etmeyi düşünmek... Burada mama, su, battaniye, kaban gibi temel ihtiyaçların ötesinde çocuk haklarından, her çocuğun erişiminden bahsetmeye çalışıyorum.
Bu açıdan aslında aynayı tersine çevirip, tepki gösterenleri 'Utandırmak' gerektiğini kişisel refleks olarak düşünürken, sosyal bilimci olarak da bu örnek vaka üzerinde bu açıklamayı yapmaya mecbur bırakan ortama dair çok ciddi bir biçimde araştırma yapmaya devam etmemiz gerektiğini, ötekileştirmenin vardığı bu korkutucu noktayı anlamamız gerektiğini düşünüyorum.
"Politikalar geliştirilmeli"
Savaştan kaçan Suriyelilere sınırların açılması çok kıymetliydi, bu belirtilmeli. Tabii ki üç milyon altı yüz bin mülteciye uluslararası korumanın nasıl sağlanabileceği, ne tür mekanizmaların kurulması gerektiği konuları kolay değil. Misafir anlayışından geçici koruma statüsüne geçilirken tanınan hakların nasıl sağlanacağı ve sağlanırken toplumsal uyum için neler yapılması gerektiği ve başta enformel iş gücü olmak üzere sahada yaşanan sorunlar ile en kırılgan gruplar arasında hayatta kalmak için yaşanan rekabetin tüm boyutları tartışılmalı. Türkiye'de sağlık, eğitim gibi alanlarda zaten var olan sorunlar daha da arttı, benzer biçimde çocuk işçiliği de. Özetle şu anda geldiğimiz noktada, sağduyuyu kaybetmeden, var olan durumun en doğru tespiti ve veriler eşliğinde politikaların geliştirilmesine ihtiyaç var.
Prof. Pınar Uyan Semerci kimdir?
İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü ve Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevlerini yürütüyor. Akademik çalışma alanları; siyaset felsefesi, sosyal politika ve sosyal bilimlerde yöntem. Evrensellik, adalet haklar, insani gelişim, yapabilirlik yaklaşımı, katılım, vatandaşlık, yoksulluk, göç, kolektif kimlik oluşumları ve çocuğun iyi olma hali konularında çalışıyor. Birçok araştırma projesi yürüttü ve çok sayıda makale ve kitabı yayınlandı.
P. Uyan Semerci ve E. Erdoğan (der.) (2019) Siyasetteki Gölge: Korku Istanbul:İthaki.
P. Uyan Semerci ve E. Erdoğan (2018) Fanusta Diyaloglar: Türkiye'de Kutuplaşmanın Boyutları Istanbul: Istanbul Bilgi Universitesi Yay.
P. Uyan Semerci vd. (2017) "Biz"liğin Aynasından Yansıyanlar: Türkiye Gençliğinde Kimlikler ve Ötekileştirme Istanbul: Istanbul Bilgi Universitesi Yay.
(ASK/AÖ)