İnsan muazzam bir kurgulama yeteneğine sahiptir. Yüz binlerce yıl öncesinin tüm bilinmezliğinin oluşturduğu korku ve kargaşa içindeki hayvani yaşamından bugünkü uygarlık düzeyine onun sayesinde gelmiştir. Gezegeninin bilinmedik yerini bırakmayan keşif çalışmaları, oturduğu gökdelenleri, denizlerin bir yakasından öbür yakasına geçmesini sağlayan asma köprüleri, dilediği yerlere zahmetsizce ve bir çırpıda ulaştıran uçakları, ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar hemcinsleriyle haberleşmesini gerçekleştiren iletişim ağları ve niceleri, insanın bu yeteneğinin ürünleridir.
İnsan, kurguları ile kendisine, birisi "somut" diğeri de "soyut" olmak üzere "iki dünya" oluşturmuş durumdadır. Tüm çabaları bu iki dünyayı geliştirmeye yöneliktir. "Somut Dünya" tamamen nesneldir; kurgularının "üretim" yoluyla dışarıya yansıtılmışlığından oluşmuştur; binalarıyla, yollarıyla, köprüleriyle, kültür ve spor salonlarıyla, otomobilleriyle, uçaklarıyla, bilgisayar ve cep telefonlarıyla kendisinin de içinde yaşadığı "gerçek" dünyadır.
"Soyut Dünya" ise yine insanların kafalarında kurguladıkları ve fakat dışarıya nesnel olarak yansıtmaları olanaksız "sanal var"ların dünyasıdır. Bu dünyadaki isimlilerden ve kimliklilerden hiç birisi o isimde ve o kimlikte dışarıda "gerçek"ten var değildir. Aynen bir piyes yazarının kurguladığı bir oyunun sahnelenmesindeki (dışa yansıtılması) gibi bir durumdur, bu. Piyesteki aktörler ve aktrisler gerçek kral ve kraliçe olmamalarına rağmen üstlendikleri rolleri gereği oyun boyunca nasıl gerçek kral ve kraliçeymiş gibi algılanıyorlarsa, yaşamda da bireyler farkında olmadan cumhurbaşkanı, başbakan, papaz, imam, simitçi ve tüm diğer rolleri oynamaktadırlar ve herkes tarafından gerçek cumhurbaşkanı, gerçek başbakan, papaz, imam ve simitçi olarak algılanmaktadır.
İnsanın özelliklerinden birisi de toplumsal bir varlık olmasıdır. Bu nedenle başlangıçtan bu yana çeşitli topluluklar kurmuştur. Dünün bir avuç insanından oluşmuş kabilelerin yerini bugün milyarı aşan nüfuslu topluluklar almıştır. Ne var ki, her zaman ortaya çıkan birileri, bireylerin ve toplumların huzurlarını bozmaktan, onlara acılar ve ıstıraplar vermekten geri kalmamışlardır. Bu durum karşısında kendilerini toplum mühendisleri (!) olarak görenler, huzuru sağlamak, bireyleri ve toplumları mutlu kılmak için bir takım çareler aramışlar, cezalandırmanın yanı sıra "eğitim ve öğretim" ile düzenleyici bir takım kurallar ve "değer(ölçü)leri oluşturmuşlardır.
"Eğitim", aslında, hiç kimsenin fark etmediği bir "hayvansal huyların törpülenme ve insanın kendini ehlileştirme" sistemidir. Ne var ki bu sistem, bu bilinçle düzenlenmediği için ehlileştirme açısından pek az fayda sağlamıştır.
"Kural"lar, küçük topluluklarda önceleri anonim örf, adet, gelenek ve görenekler olarak ortaya çıkmıştır. Toplulukların büyümesi aşamasında amaca hizmet etmede yetersiz kalmaları nedeniyle onların yerine "ahlak" ve "din" kuralları kurgulanmıştır. Ahlak kurallarının geçerliliğini uzunca süre koruyamamasına rağmen din kuralları çağlar boyu, neredeyse en ince ayrıntısına kadar bireylerin ve toplumların yaşamlarının tek düzenleyicisi olmuştur. Din kurallarının tutucu niteliklerinin insan aklını tutsak etmeleri (ki, asıl özgürlük kısıtlaması budur)ne karşı cesur üç-beş aydınlatmacının ortaya çıkıp acı ve ıstırap dolu mücadeleleri sonunda Avrupa'da dinin egemenliği kırılmış ve onun yerine hukuk kuralları almıştır. Bugün geri bırakılmış ülkeler hariç, uygar ülkelerin tamamında eski kurallar çöpe atılmış ve yerlerine hukuk sistemleri ikame edilmiş durumdadır. Ne var ki, hiçbir hukuk sistemi, farkına varılmamış olduğundan doğrudan "insandaki hayvansal huyları" sıfırlamaya yönelik düzenlenmiş değildir.
"Değer"lere gelince. Bunlar davranışların ölçüleri olarak birer idedir, herkesin kendi birikimlerine ve özelliklerine göre düşüncesinde şekillenirler. "Adalet", değerlerin başında yer almaktadır. İnsanlar, özetle, "cinsiyet, ırk, milliyet, renk, inanç gibi bahanelerle ayrım gözetilmeksizin" eşit, özgür ve hakları güvence altına alınmış olarak yaşamak istemektedirler. Bunun da, bir malın eksik olduğu kanısına varıldığında başvurulacak "kilogram" ya da bir kumaşın eksik olduğu kanısına varıldığında başvurulacak "metre" gibi bir "değer/ölçü" olarak "adalet" ile sağlanacağına inanmış durumdadırlar. Ne var ki, ağırlığın somut olarak ölçecek bir "terazi"si, uzunluğun somut olarak ölçecek bir "metre"si bulunmasına karşın, "adalet" terazisi tamamen simgeseldir; içseldir, düşünseldir; herkeste farklı oluşan bir idedir.
Bunun çok açık ifadesi, "adalet"in gerçekte var olmadığıdır.
Doğada da "adalet" yoktur. Çünkü doğanın sistemi, tamamen "güç (kaba kuvvet)" üzerine kuruludur. "Güçlü olan zayıfı yer", geride kalanlarla yaşam devam eder.
İnanç dünyasındaki "adalet"in var olup olmadığına gelince: İnsanların hiçbiri cinsiyetini, ailesini, ülkesini, ırkını, milliyetini dilediği gibi belirleyerek kendi isteğiyle varlaşmamaktadır. Çünkü onları yaratan, "adil" olan Allah'tır. Fakat insanların kimi açlığın kol gezdiği fakir ülkelerdeki ailelerin, kimi refahtan ne yapacaklarını bilemeyen zengin ailelerin çocukları olarak, kimi sağlıklı, kimi sağlıksız, kadınların kimi, onlara değer veren toplumlarda eşit haklara sahip, kimi onlara değer vermeyen toplumlarda hak ihlallerinin içine doğmaktadır.
Varlaşma anındaki böylesine büyük farklılıklar, insanların yaşamı boyunca da sürmektedir. Bunun açıklaması ayetlerde şöyle yapılmıştır: "O dilediğini yaratır."(Rum,54), "Onları biz yarattık ve eklemlerini (birbirine) biz bağladık."(Mürselat,27), "Rabbin, dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Onların seçim hakkı yoktur."(Kasas,68), "Allah, dilediğini yaratır; dilediğine kız, dilediğine erkek çocukları verir."(Şura, 49), "Allah'ın dilemesi olmadıkça, siz dileyemezsiniz."(Mürselat,30), "O dilediğine azap eder. Dilediğini de bağışlar."(Maide,40), "O, dilediği kimseyi rahmetine sokar."(Mürselat,31), "O dilediğini bağışlar, dilediğine ceza verir."(Fetih,14), "Allah hikmeti dilediğine verir."(Bakara,269), "Allah rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar."(Ra'd,26), "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır."(Ra'd,27), "Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı."(Yusuf,118-119), "Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse iman edemez."(Yunus,100), "Allah esenlik yurduna çağırır, dilediğini doğru yola iletir."(Yunus,25), "Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder."(Bakara,284), "Allah dilediğini yardımı ile destekler."(Al-i İmran,13), "Allah dilediği kimsenin tövbesini kabul eder."(Tevbe,27).
İlahiyat profesörü Süleyman Ateş'e bir okuyucusu şunu sormuş: "Kur'an'da birçok yerde, 'Allah dilediğini yola getirir, dilediğini getirmez' diyor. Getirmediklerine haksızlık olmaz mı?"
O da yanıt vermiş: Bazı ayetlerdeki bu ifade, hakka çağrıldıkları halde bir türlü yola gelmeyen, küfründe inat eden kimseleri kınama amacıyla söylenmektedir (oysa hiçbir ayette bu şeklide net ya da mealen bir tek açıklama bulunmamaktadır). Bunları diğer ayetlerle birlikte düşünmek gerekir ki mana tam anlaşılsın. Bir baba veya büyük kişi, çocuğuna veya öğrencisine yapacağı işi, gideceği yolu gösterir, ama çocuk veya öğrenci onun sözünü dinlemez, hep yanlış işler yaparsa "Allah gözünü kör etmiş, gerçeği görmüyor" şeklinde bir cümle kullanırız. Maksadımız, o kişinin sağduyuyla düşünüp gerçeği görüp görmediğini kınamaktır. Elbette Allah dilediğini yola getirir, dilediğini de sapıklık içinde bırakır. Allah onu saptırmaz, şaşırtmaz.
İlahiyat profesörünün bu yanıtından tatmin oldunuz mu?
O halde inançta da "adalet"in gerçekten var olup olmadığını öğrenmişsinizdir demektir. (MTŞ/TK)