* Görsel: Flickr
Varoluş diyalektiğinin olmazsa olmazı aşk varlıksal oluşu, kendine yabancılaşmanın, köklerinden uzaklaşmanın yolculuğunu başlatsa da insanın özüne dönüşüdür. Bu öz her türlü arzunun mahzeni gibidir. Yaşamın her zerresinde bütünlüğünün sürdürülmesi/devamlılığının sağlanması ve insanın doğal gelişimini en coşkulu güvencesidir aşk.
Aşkın taklit edilmesinden, özgürleşmesine, kendini gerçekleştirmesinden yok etmesine kadar hayatın aşılmaya değer her yanını koşulsuz olarak insan ile kat edebilen duygu olması her çağda içimize konuk olmaya neden… “Edebiyatta aşk söyleşileri” adlı dosyamızın son konuğu İlhami Sidar…
“Ruhların birbirine değmediği bir çağda yaşıyoruz”
İnsan ilişkilerindeki karşıtlıklar incelendiğinde varlığı, varoluşu tamamlayan, yaşamın her parçasının birbirleriyle bütünlüğünü anlamlandıran aşk olgusu için ne söylemek istersiniz?
Kays’ın çölü kuşkusuz, sonra Mem’in zindanı, cezbe içinde kendinden geçmiş sürekli bir semah halindeki Mevlânâ, Cizîrî Divanı’nın sonsuz sahrası. Tebrizî’yi, Hafız’ı, Hayyam’ı, Ebu Nuvas’ı içten içe kışkırtan dürtü; Laura’nın Petrarca’ya esinlediği “Canzoniere”, Beatrice’in Dante’ye ilham ettiği “İlahi Komedya”, Shakespeare’e gizemli esmerin vehmettiği “66. Sone”, Genç Werther’e aşk titreyişleri içinde çılgınca mektuplar yazdırtan Goethe’ye ilerleyen yaşında aşk rüyası gördürten Marianne’nin esinlediği “Doğu- Batı Divanı”…
Rivayet olunur ki Melayê Cizîrî’ye “Divan”daki en güzel aşk şiirlerini yazdırtan Hasankeyf emirinin kızı Selma imiş. Tarihin akışını değiştiren Truva Savaşı’nı tetikleyen güzel Helen olduğuna göre “Divan”ı Cizîrî’ye yazdırtan neden güzel Selma olmasın?
Aşk bir enerji, insanı geliştiren, değiştiren, dönüştüren, olgunlaştıran… Keskin kılıcı göğsüne yaslayan eski zaman platoniklerinin bedenlerine dayattıkları eziyetle, çileyle içselleştirdikleri bir enerji.
Melayê Cizîrî’ye göre hava, su, toprak ve ateşten sonra var oluşun beşinci unsuru.
Hülasa aşk kendi benimiz de içinde olmak üzere bizi saran bütün zincirleri parçalayıp maşukta yok olma hali bence.
Nerede, nasıl, hangi özelliklere bürünerek ve ne tür metaforlarla ortaya çıkıp, her zamanın farklı koşullarının altında adlandırılan genel geçer aşktan bahsedilebilir mi?
Goethe’nin Charlotte Buff’a duyduğu aşk ve dostu K. W. Jerusalem’in intiharından mütevellit “Genç Werther”in Istırapları” sırf şairin aşkın tek gereklilik olduğunu ifade etme gereksiniminden doğmuş olsa çağının intihar modasına yol açar mıydı?
Öte yandan zamanın ruhu denen şey var tabi, Shakespeare’in “Romeo ve Juliet”inin aşk hikâyesiyle Ahmedê Xanî’nin “Mem u Zin” hikâyesini birbirine yaklaştıran ruh, bir başka deyişle çağının yarattığı aşk anlayışı.
Sanırım bu bakımdan en vahim çağ içinde bulunduğumuz çağ. Bizi, geleceğimizi, çağımızı programlayanlar insanda aşk duygusunu öldürecek hemen bütün tuzakları kurmuş gibi.
Her gün önceden belirlenmiş aynı işleri yapmakla yükümlü insanların duygusuz yaşamı. Makineleşmiş modern toplumun ve bu yüzden kişiliksizleşmiş bireylerin boş hayatları, her gün kalkıp aynı işleri makine gibi yapıp duran, kapalı kapılarının ardında toplumun kendisinden uzaklaştırılmış, kendi duygularının bilincinde olmayan veya belki hissedemeyen bireyleri aslında hiç de sıra dışı gözükmeyen yaşamları, yedinci kıtayı anımsayalım, Haneke’yi…
Yine de böyle bir düzene karşı isyan bayrağını açan yegâne varlık şair. Modern insanın içine çekilmeye çalışıldığı tuzağa bir türlü düşmeyen şair. Şiirse estetize edildiği düşünülen aşk’ın en güvenli limanı, biricik sığınağı. Hem aşk gerçek anlamda yaşanırsa estetize edilebilir. Sappho’dan bu yana şairler âşık olma yeteneklerini hiç yitirmedi. Bununla Mevlana, Goethe, Shakespeare, Mayakovski, Aragon gibi herkesçe bilinen isimleri kastettiğim anlaşılmasın, adı hiç duyulmamış, şair gibi duyan, şair gibi yaşayan, yazan nice âşık...
“Aşk, zincirleri parçalayıp maşukta yok olma halidir”
Yaşamın temel gerçekliği olarak birbirlerini sürdürmekle birlikte aşkta düşünsel ve duygusal yoğunluk için neler anlatmak istersiniz?
Eski platoniklerin birbirine geçme ya da karışma dedikleri şey günümüz insanına çok yabancı. Bedenlerin birbirine değdiği, ruhların birbirine değmediği bir çağ bu.
Ne de olsa Shakespearelerin, Goethelerin çağı geride kalalı çok oluyor.
Öte yandan bir köşede sessizce tamamlanmayı bekleyen, hayattan olumlanmayı dileyen insan, hayatın eksik bıraktığı anlamı kendi dışında aramak, kendi dışındaki başka bir şeyle bütünleştirmek istiyor. Aşk en çok da bunda gösterir kendini.
Frida Kahlo ile Diego Rivera, John Lennon ve Yoko Ono ya da Aragon ve Elsa ya da ne bileyim Sartre ve Simone de Beauvoir gibi entelektüel düzeyde, düşünsel yoğunluğun yaşandığı görülen aşklar duygusal yoğunluktan gerçekten uzak mı, salt bir laboratuar deneyi olarak mı ele alınmalı bilemem ama kavram olarak, ruh olarak onca duygusallığı barındıran aşk gerçek anlamını elbette hislerde bulur diye düşünüyorum.
Şairler, ressamlar, krallar kraliçeler arasında neler yaşandığında değilim ben, cihan padişahına olan aşkını dile getirirken cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalan, kalbine sığmayan aşkı söyleyemeden ölen cariyenin tertemiz aşkının önünde eğilirim ben, benim için maşukunun yolunda olan ve o yolda ölen aşk değerlidir.
Hannah Arendt aşkı özel yaşam alanında görür ve özel yaşam alanı da başkalarına açık değildir diye ifade eder açık olmayan duygusal yaralarınız var mı?
Çoğun sevgiyi aşkla karıştırıyoruz, aşk bambaşka bir şey oysa çok daha derin, çok daha yoğun, kendinde ve içte yaşanan, sizi her daim ateşle sınayan…
İçinde yaşadığımız çağda âşık olmak kolay değil ama belli olmuyor, aşka inancınızı bütün yitirdiğinizi düşünürken bir de bakıyorsunuz ki sıcacık bir gülüş bir anda sizi kendine hapsedivermiş, bilemiyorsunuz yani.
“Ve ilk su damlası ikiye bölündü; Yarısı sen oldun, yarısı ben” dizeleri bir cevap olabilir mi ya da “Mavi” en doğru yanıt mı olur sorunuza:
Mavi
Gözlerin
Denize bakan pencere
Martıların sesi duyuluyor
Her yerde
Aşkın ilk harfi oluyor
Adının başladığı yer
Mavi oluyor
Adın mavi
Dudakların
Acı tebessüm rengi
Yaralarımı ifşa ediyor
Gözlerimin sisi
Yüzün
Suskunluk oluyor
Sesimi
Yanına koyuyorum
Kelimelerim
Sende doğuyor
Sende ölüyor
Şiir oluyor
Adın
Adın mavi
Son olarak aşk varlığımız ile sınırlıdır denilebilir mi?
Aşk var mı yoksa aşk olduğu sanılan şey bir etkilenme, bir çekim mi? İnsanî değerlerin günden güne erozyona uğradığı çağımızda çevrenizde gelişen birlikteliklere bakın bir. Her şeyin böyle bir çekim, doğal arkadaşlık seyri içinde geliştiği çok açık değil mi?
Çeşitli sosyal ortamlarında tanışmalar, gezip dolaşmalar derken birlikte çıkmalar… Sonra matematik formülü gibi dudaklardan dökülen bir örnek cümle, “Senden hoşlanıyorum!” Hoşlanıyorum! Ne kadar ruhsuz bir sözcük, bir yasak savma adeta, böylece doğacak ilişkinin adı da konmuş oluyor aslında. Duyusal bir çekim, tensel bir haz beklentisini ifade ediyor çok, bir yemeğin, bir şekerlemenin tadının hoşumuza gitmesi gibi.
Hem hoşlandığımızı beyan ederken, gözlerimiz ya önümüzde, ya da bir boşluğu kesmekteyiz, birbirimizin gözünün içine bakmaktan adeta sakınırız. Zaten tesadüfen baktığımızda da ne gördüğümüzden pek emin değilizdir ya da ne gördüğümüzü anlamlandırabilecek ruh ikliminde pek uzağızdır. Heyecanımız duygu kabarmasının son raddeye varmasından çok, ne olacağını aşağı yukarı kestirebildiğimiz karşıdan gelecek cevaptadır. Zaten teklifi ilk yapmakla başlaması kuvvetle muhtemel ilişki rotasının psikolojik üstünlüğünü karşıya vermişizdir, yine de alacağımız cevap içinde kalbimizden çok gururumuzla ilintili bir aksiyonu barındırır, o sırada salgıladığımız adrenalin, olsa olsa uçağı kaçırma telaşına kapıldığımız o anınkine eşittir ancak.
Sınıflarımız, statülerimiz, zevklerimiz çoğun birbirine yakındır, arada uçurumun oluşabilmesi gibi bir ihtimal söz konusu değildir, ne de olsa karşılaşmalar ortak paylaşım alanlarında gerçekleşiyor. İlişki biçiminde. Kısa süreli, uzun süreli, ilişki hepsi de, eni sonu çürümeye yozlaşmaya yüz tutuyor.
Ne yazık ki günümüz insanı bodoslama dalıyor günübirlik ilişkilere, neyi tükettiğinin farkında olmadan, duygularını, kendini var eden nedenleri, aslında kendini tüketip durduğunun farkında olmadan. Baudelaire’in “sonsuzun tek bir anda geçicilikte var oluşu” öngörüsünden uzak. Bir anın sonsuza dönüşebilmesi için, o anın içselleştirilerek anlam ötesi bir metafora tekabül etmesi gerek oysa her türlü tensel gerilimi içeren küçücük bir dokunuştan tutun da Sadevari bir eğilimle bedenin her türlü aşağılanmaya maruz bırakıldığı cinsel sapkınlıklara kadar her şey her an tüketilip kara bir delik tarafından yutulmakta ve sonra paylaşımlardan artakalan içi boşaltılmış ilişkiler, tecavüze uğramış devasa bir bedenin ayrı birer uzvu gibi koca kozmosta dağılıp gitmekte. Her şeye rağmen bence yine de aşk var ve insan var oldukça var olmaya devam edecek. (DM/EKN)