Hayatımızın her alanında aidiyet hissetme çabalarımızı sürdürdüğümüz bugünlerde hepimize iyi gelecek bir çalışma Bizsiz Onlar. Çarpıcı gözlemleri, nüktedan diliyle bir anda okuru içine çekiyor.
“İnsanın ezikliği, korkaklığı, cesareti ve kararlılığı Homeros nasıl yazdıysa hâlâ öyle,” diyen Ateş İlyas Başsoy, çeyrek asır sonra gelen ikinci öykü kitabını anlattı.
Daha önce, Ne İstediniz Lan Aşkımızdan, Seveceksen Radikal Sev “CHP Neden Kazandı AKP Neden Kaybetti”, Hepimiz Aynı Belediye Otobüsündeyiz “CHP Neden Kazandı AKP Neden Kaybetti 2”, AKP Neden Kazanır? CHP Neden Kaybeder? çalışmalarıyla okurun takdirini kazanan Başsoy, bu kez Say Yayınları’ndan yayımlanan Bizsiz Onlar “Girdap Öyküleri” ile karşımızda.
Öykülere geçmeden önce çalışmanızın ismi üzerine konuşmak isterim. Çoğu kişinin aklından geçeceğini varsayıyorum. Bizsiz Onlar, biz-siz-onlar olarak da okunabilir. Kitaba bu adı verirken ne düşünüyordunuz?
Herkesin cebinde bir sihirli ayna var, bu ayna bize “Dünyanın en güzeli sensin,” diyor. Bir kitap yazıyorsun ve bunu bir avuç insan okuyor. “Biz” yazarlar, “siz” okurlar var ve bundan kat kat büyük devasa bir “onlar” kümesi var -sizi bizi hiç bilmeyen, bu nedenle dikkate almayan, bütünüyle yabanca bir kitle. Bu ayrımları kurcaladığı için kitaba bu adı verdim.
Binlerce güzelim sözcük çöplükte beklerken…
Bizsiz Onlar, okurları “Çöpçü” ile karşılıyor. 2016’da yazılan öykü, aslında bugünlere benzer bir atmosferle açılıyor. Seçim kampanyasında suyunu çeken paralar, ekmek peşinde insanlar ve nihayetinde bir umut aranan Kelimeler Çöplüğü. Bugün bu öyküyü yeniden kaleme alsaydınız öyküye hangi kelimeleri eklerdiniz? Yedi yıl sonra neler güncelliğini koruyor?
Son yedi yılda, anlayış, diyalog, saygı gibi sözcükleri de çöpe attık. Yazdığımız metinlerin üzerinde dayanılmaz bir sansür baskısı var. Her an herhangi bir metnimizdeki herhangi bir cümle cımbızlanabilir ve önce sosyal medya linciyle sonra bu konularda tam bir görev âşığı oluveren savcıların gazabıyla karşılaşabiliriz. Binlerce güzelim sözcük çöplükte beklerken faşizm, ayrımcılık, despotluk, kibir gibi sözcükler saraylarda yaşıyor.
Öykülerinizde güncel siyasete geniş bir yer ayrılıyor. “Güvercin Patlaması”nda da böyle bir pasaj yer alıyor: “Hepsinin ortak sevgisi Allah ise, ortak nefreti Kürtler. (…) Öte yandan Bursa’nın dörtte biri Kürt göçmenlerden oluşuyor. Nerede bu insanlar?” Her zaman Türkiye siyaseti çok renkli ve beklenmedik gelişmelerle dolu oldu belki ama sanıyorum sahiden de “özel” bir dönemden geçiyoruz. Pasajı okuduğumda aklıma doğrudan Amedspor-Bursaspor maçı ve orada yaşananlar geldi. Nasıl yorumluyorsunuz?
Bursa son elli yılda dört kat büyüdü. Kocaeli ile beraber rekor seviyede büyüyen bir kenttir. Başka yer yokmuş gibi Marmara’nın iki güzel kentinde neredeyse her yere organize sanayi ve küçük sanayi siteleri açtılar.
Elli yıl öncenin muazzam doğal hazinesi olan Marmara Denizi, dev bir lağım çukuruna döndü. İnsana, doğaya böylesine düşman bir çağ olmamıştır. Yaşadığımız her şey bu baş döndürücü kirlenmenin, yozlaşmanın sonucu… Ne ekildiyse o biçiliyor maalesef.
İlk öyküden itibaren hemen her öykünüzde kelimeler ve kullanım alanları, anlamları ile ilgili kurgular göze çarpıyor. Burayı biraz açmak, irdelemek isterim. Neden bunu yapıyorsunuz? Kelimeler üzerine düşünmek okura ne kazandırabilir?
Sözcüklerle iletişim kuruyoruz, her sözcüğün evrimi var. Türkçe, Batı dillerinden farklı olarak, cümle içinde sözcüğü yerleştirdiğin yerle bile anlam farklılıkları yaratan bir dil. Bunlara girmeyi, oynamayı seviyorum. Dans eden metinleri okumayı da yazmayı da seviyorum. Murathan Mungan, Küçük İskender veya Attilâ İlhan okurken, metnin içinde yazar ve okura mahrem bir sırdaşlık hissi veren minik alanlar olur. Seni gülümseten bir sözcüğü, bir yan cümleyi okursun ve bunu yanındaki insanla paylaştığında o bir şey anlamaz. Çünkü anlamak için kitabı baştan başlayarak okumak gerekir. Okur ve yazar arasında böyle sırlar olması hoşuma gidiyor.
Hiçbir şey kâğıdın yerini tutmuyor
Bizsiz Onlar daha önce BirGün, Psikeart, Hayıt gibi süreli yayınlarda yayımlanan öykülerden oluşuyor. Bu yöntemle kitaplaştırılan çok eser görüyoruz, bir bakıma tefrika geleneğini selamlıyor bu çalışmalar. Yazar olarak sizin motivasyonunuz neydi? Gazete ya da dergilerin giremediği ve ulaşamadığınız bir alan mı var? Yoksa yazar, öykülerinin ya da diğer yazılarının kaybolmasına dair bir endişe duyar mı?
Hiçbir şey kâğıdın yerini tutmuyor. Böyle düşünen belki de son neslin üyesiyim. O nedenle kendi öykülerimi bile basılmış kitapta ilk kez okuyormuş gibi olurum. Benim yazma motivasyonum yıllardan beri aynı: Okurla aynı cephedeki iki asker gibi buluşmak, yeni gelenlere ateşi taşımak, mücadele etmek.
Aynının farklı isimlerle tekrarını yaşıyoruz
“Bakış” öyküsünde bir kuşak (ç)atışması izliyoruz. Reklamcı ve iletişim uzmanı olduğunuz için yeni kuşakları daha yakından gözleme imkânınız olduğunu düşünüyorum. Okuma ve yazma alışkanlığı, yaratıcı dünyaları bağlamında Z kuşağı ile önceki kuşakları yorumlamanızı istesem neler söylersiniz?
Adım reklamcıya çıkmış. Çok uzun süredir reklamcılık yapmıyorum. Zaten o filmlerdeki reklamcılık çoktan bitti. “Z kuşağı” tanımının şişirilmiş bir pazarlama terimi olduğunu biliyorum. Bu kuşağın gömleğini aplikasyondan alması pazarlama dünyası için ciddi bir veri olabilir ama siyasetçiler, sosyologlar veya yazarlar için bunlar anlamlı farklılıklar değil. İnsanın ezikliği, korkaklığı, cesareti ve kararlılığı Homeros nasıl yazdıysa hâlâ öyle.
Tekstil fabrikasında veya cehennem gibi bir serada veya yağmurda motor üstünde çalışan bir genç için Z kuşağı terimi orta sınıf eblehliğinden başka bir şey değil. Bir sünepe iPhone kullandığı için daha az sünepe olmadığı gibi, öfkeli bir genç de Instagram hesabı var diye daha sakin olmuyor. Aynının farklı isimlerle tekrarını yaşıyoruz. Sadece daha yalıtılmış olarak. “Bakış” öyküsünde değişimin göreceliği ile ilgili ikilem hoşuma gidiyor. Baktığımız şeylerden çok daha büyük oranda bakışlarımız değişiyor belki de.
Çalışmaya adını veren “Bizsiz Onlar” öyküsüne değinelim. Genç bir reklamcının dünyasına hatta aklına giriyoruz. “Kısa kısa yaz. Kısa cümleler kur. Kısa yaz, münevver havası olsun. Bir köy bul kendine. Köylü ol, hatta köycü ol.” gibi nükteli satırlarla sektöre dair fikir veriyorsunuz. Genç reklamcılara ve hatta yolun başındaki yayıncılara, yazarlara, gazetecilere sektöre dair ne söylemek istersiniz?
Hiçbir şey söylemek istemem. Onlar da beni dinlemek istemez zaten. Öyküler bir bağ kurabilirse ne mutlu.
Yazı işçiliğinde hatırı sayılır bir geçmişiniz var. Belki sizin yazma motivasyonunuzu merak eden okurlarınız var. Farklı yayınlarda, farklı konu ve türlerde yazma gücünü nereden alıyorsunuz?
Öğrenciyken şairlere hep alaycı bakardık. Şimdi bundan büyük pişmanlık duyuyorum. Yirmi yaşında okunması gereken pek çok şiiri kaçırdım bu nedenle… Ama hep iyi bir roman ve öykü okuru oldum. Harika kitaplar yazılıyor, muazzam romanlar var. Bunları okudukça tıpkı spor yaptığınızda ciğerinizin açılması gibi, zihniniz açılıyor. Her insan hayatında bir kez Mario Vargas Llosa romanında kaybolmalı. Büyük romanlar okuruna güç verir, ben de biraz olsun bir gücüm varsa eğer, bunu çoktan yazılmış o cümlelere borçluyum.
Neden yazıyoruz, kendimizi dışa vuruyoruz?
“Hayranım ve Ben” öyküsünde kendinizi ifşa ettiğinizi, tabir caizse çırılçıplak okur karşısına çıktığınızı düşünüyorum. Buradan hareketle yazar-okur ilişkisine bakış açınızı sormak istiyorum.
Onu yazmak benim için zorlu bir deneyimdi. PsikeArt dergisi yazarlardan belirli bir konuda metinler yazmasını ister. Oradaki konu başlığını unuttum ama içine daldıkça kendimi bir girdapta buldum. Orada benden başka kimse için önemi olmayan, kendi kişisel arşivimde tuttuğum, benden sonra da kimsenin umursamayacağı yazılarımı sıralıyorum. Bunları kim niye dert etsin veya dert etse ne çıkar? Niçin yazmışım? Neden yazıyoruz, üretiyoruz? Neden kendimizi dışa vuruyoruz? Hayalî veya ilahi bir varlığın beğeni tuşuna basması için tüm bunlara gerek var mı? Net bir yanıtı olmayan kadim sorulardı beni o öyküye iten.
Okur kitleniz de homojen değil, bir yanda kurgu okuru bir yanda ise güncel politik metinleri okumayı seven bir kitle var. İki kitleye de ulaşabilmenin yolu nereden geçiyor?
Orası çok zor. Bu ülke gereğinden fazla politik. Her sorun sürekli halı altına atılıyor. İsveç’te yaşıyor olsam bu karmaşayı hiç yaşamazdım. AKP veya CHP demeden bir saat geçirmeyi o kadar özledim ki. Siyasetle ilgili yazdığım kitaplar da bu ülkenin insanını tanıma çabası aslında ve o kitaplar da zaman zaman öykü diline giriyorlar. Her insan öyküsünü arıyor, tıpkı ülkeler gibi.(GAB/AS)