"Hepimizin tarihinde cinai hayatlar, kan kırmızı zamanlar var" diyor Zaman Dayı. Diğer kahramanların da yaşamını, sırlarını paylaşıyor bir anda. Halat Niyazi, Hüsran, Botan, Leon, Kambur, Ziba'nın sırları... Sıradan insanların yaşamlarının şaşırtıcı öyküleri, masalla gerçek arasında dökülüyor satırlardan.
Çöp toplayarak yaşayan bir ailenin biricik kızı Hüsran'ın, babasının çöpten bulduğu kitaplarla başlattığı öyküsü, Kırmızı Zaman kitabının lekeli sayfalarının ışığıyla dehlizlere doğru masal oluyor. Rutubetli gecekondunun surlara dayanan duvarındaki bir taşı çıkarıp karanlık dehlize dalan Hüsran, geçmişin cellat, bugünün ise kimsesizler mezarlığında buluyor kendini; tıpkı diğerleri gibi.
Kırmızıya boyalı kayığıyla Haliç'in orta yerinde salınan Zaman Dayı gibi. Yaralı bir denizkızının ölürken "Anneme denizkızı olduğumu söyleme" yalvarmalarına dayanamayıp belden aşağısını keserek denize atan ve üstünü toprağa gömmeye giden Zaman Dayı'nın masalına kulak veriyorum. Birden gerçeğin serinliği çarpıyor yüzüme. Denizde boğulduğu sanılan ve bir türlü bulunamayan Yadigar'ın, kaçırılıp defalarca tecavüze uğrayan bedeninin ölüme yaklaştığı anda utanç! yerlerinin kesilmesini Zaman Dayı'dan istemesiyle masaldan sıyrılan gerçeklik...
Öyle ya "Bazen masal gerçeği gölgeler, bazen gerçek masalı..." İki arada bir derede kalmış ben, bir masala, bir gerçeğe dönerek aldığım yolda yeni bir öykü-masala çarpıyorum. Botan'ın terk eden babasının bir gazetede sevgilisi tarafından öldürüldüğü ve parçalarının savrulduğu haberiyle süren arayışı... Hastane morgunda her soğuk çekmeceye babasının bir parçası ya da ta kendisi umuduyla dalan Botan'ın, birgün öldüren sevgilinin soğuk cesediyle karşılaşması... Kimsesizliğinin onu günlerce morg çekmecesinde bekletmesinin kimsesizler mezarlığında sona erişi... Botan'ın da o mezarlıkta, babasına dair izler arayışı...
Leon'un, Deligavur Leon'un cellat oluşu, torunu Halat Niyazi'nin yine bir cellat olan babasını birgün Sultanahmet Meydanı'nda az sonra asılacak adamı itip kakarken gördüğünde aklını yitirişi... Ve evden kaçıp sur dibinde yaşamaya, halatlarla barışmak için ömrünü de onlara dolamaya başlayışı...
Kırmızı Zaman'ın kahramanlarının keşfettikleri sırlar, surlar ve mezarlıkların çevresinde gelişen, değişen yaşamların alacağı ad, olsa olsa "gerçeküstü"dür. Bir kolay adlandırma olduğunu düşündüğüm gerçeküstü'nün aslında ne kadar da gerçek olduğunu keşfettim kendimce. Mine Söğüt'ün peşinden gittiği, bu gerçeklik sorgulamasıydı belki de. Ya da hangi gerçek sorusuydu. Bir masala aitmiş gibi görünen şiddetin, kırmızıya ad olan kanın ne kadar da yaşayan, bizden olduğuydu.
Masalların aralarından seslenen, sözcüklerin buz gibi sözlük anlamları rüyadan uyandırıyor okurken. Hayat, Yalan, Ölüm, Kader, Sır, Korku, Ölü, Mezar, Tanrı, Şiddet, Cinayet... Anlamlarıyla birlikte aforizma tadında çıkarımlara varıyoruz Mine Söğüt'le. "Anlamlar bazen kayabilir, karışabilir, kaybolabilir; insanı şaşırtabilir" dese de.
Rastlantılara ve rastlantıların tanrısallığına yapılan göndermelerle sürüp giden öykü-masallar, "Hayat tesadüfler bütünüdür" düşüncemin Milan Kundera'nın "Ölümsüzlük"ünde ete kemiğe bürünen halini destekliyor. Ancak "Allah vardı"yla sonlanan Kırmızı Zaman'ın, rastlantının tanrısallığını tamamen bir tanrıya dönüştürmesi kafamı karıştırıyor.
Zaman zaman ürpererek okuduğum, su gibi cümlelerin peşinden sürüklendiğim Kırmızı Zaman yolculuğumu sona erdirdiğimde, Mine Söğüt'ü ilk kez okumanın pişmanlığıydı içimi kurcalayan. "Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi" ile "Beş Sevim Apartmanı"na doğru bir yolculuk beni bekleyen. Zaman Dayı, Halat Niyazi, Hüsran, Botan...'ın öykülerini hiç unutmadan... Belki Haliç'te, Topkapı'da, sokaklarda onları bulmak; "İstanbul'un altında sır dolu dehlizler var" diyebilmek umuduyla...
Yapı Kredi Yayınları
Ekim 2004
219 sayfa