İstanbul 1978 doğumlu sanatçı Ceren Oykut 2002 Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nden mezun olmuş. 2003 yılından itibaren Türkiye en başta olmak üzere Almanya, İtalya, Slovenya, Fransa, Polonya, Avusturya, İrlanda, Belçika, Mısır, Sırbistan ve İran’da çeşitli sergi ve projelere katıldı.
Çizimlerinde genel olarak şehir imgesini ve gündelik hayatı, gölge tiyatrosu, karikatür ve kaligrafi üzerinden ele alıyor. Özellikle Beyoğlu’ndaki İtalyan eğitim kurumlarından beslenen ortak geçmişimizden yola çıkarak kendisiyle söyleştik...
Ekümenopolis belgeseli inşaat rantının ve etkilerini çeşitli ayrıntılarla teşhir etti. Bir İstanbullu olarak çizimlerinde bu durumun seni de sarstığını görüyorum...
"sahibinden manzaralı" 2007 |
Evet yaptığım işin büyük bir kısmına çaresizlik ve etkisizlik hakim olsa da olan biteni olduğu gibi almaya, bu öğütücünün içindeki payımı veya rolümü saptamaya, hangi zincirin halkası olduğumu anlamaya çalışıyorum.
İstanbul’da doğdum ve şehir benden daha hızlı büyüdü. Bu şehre karşı beslediğim sevginin, büyüme hızıyla beraber katlanarak arttığını hissettiğim zamanlar oldu, sevgim sapkınca bir noktaya vardı. Bir şehir imgesi üzerinden geliştirdim pratiğimi. Yaşım gençti ve bu gerçeklerle beraber yaşamayı erken öğrendiğimi, benden önceki kuşakların travmasının daha ağır geçmiş olduğunu düşünüyordum. 2. ve 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Topçu Kışlası gibi algı sınırlarını zorlayan, bombardıman gibi kafamıza yağan projeler söz konusu olmaya başladığında ben de ağır travma yaşayanlar kervanına katılmış oldum diyebiliriz. Bu süreçte şehir imgesi üzerine üretmemin gerekliliğini sorgulayan depresif bir ruh haline içine girdim. Daha kapalı, asosyal diyebileceğim işler ürettiğim bir dönem oldu.
Bu şehre olan eski sevgimi yitirmeye başladım, bu çıkmazdan beni Gezi direnişi ve sonrasındaki düşünme süreci çekip çıkarttı, sarstı ve çalkaladı hatta. Arsızlıkla büyüyen canavarın beni de yuttuğunu ve canavarın midesinden kurtulmak için gerekli yöntemleri keşfetmem gerektiğini düşünüyorum. Italo Calvino okumak iyi geliyor. Ama yanında Evliya Çelebi de lazım. Hem uzaklara bakmak ve geride durmak hem de kalabalıkların arasına karışıp minicik olmak lazım sanki.
Köksüz filmi ülkede yaşanmakta olan toplumsal krize İzmir’den bakıyordu...
"sonra" 2009 |
İstanbulluyum ve göçmen çocuğuyum. Köklerimin bir kısmının Kırım Yarımadası’nda, bir kısmının Anadolu’da, bir kısmının da Balkanlar’da olduğunu biliyorum. Annem ve babam çocukluklarını Anadolu’nun çeşitli köy ve kasabalarında yaşayarak geçirmiş memur çocukları. Ailemde doğduğu şehirde büyüyüp yaşayan ilk ben oldum. Ortaokul yıllarında iç içe yaşadığım İstanbullu azınlıkların yaşamlarına kısmen dahil olduğumda aramızdaki uçurumu çok net görebiliyordum.
Köksüz filmi bazı konularda ayna tuttu; nerede olduğunu tam bilememek, bir yer edinmeye çalışmak, toplumsal tuzaklar yüzünden aslında olmak istemediğin bir yerde veya pozisyonda çakılı kalmak, bir yandan kendini veya yerini aramaya devam etme isteği, bu isteği bastırmak, bastırdığın isteklerin peşini bırakmayıp gündelik takıntılara yerleşmesi, takıntıların bir sonraki kuşağın üzerinde uygulamaya başlanan yeni baskı yöntemlerine dönüşmesi, kaçışırken veya bir şeyleri yakalamaya çalışırken toplumsal krize yeni bir halka eklediğinin farkında olamamak, hiç birşeyin aslında senin elinde olmaması, kaybolmuşluk ve güvensizlik duygusu..
Avrupa ülkeleri arasında tarihi dokusunu en iyi koruyabilen ülke olarak İtalya bilinir. Her ne kadar İtalyan toplumu geleneksel yaşam biçimleriyle bağını kaybetmiş gibi görünse de Türkiye’yle kıyaslandığında arkeolojik, mimari ve kentsel mirasını fazlasıyla muhafaza ettiğini görüyoruz, bu yönde bir çalışman oldu mu?
"yenikapı" 2009 |
İtalya’nın Pisa kentine 2010 yılında bir sanatçı rezidansı programına katılmak amacıyla gitmiştim. Orada proje olarak ne yapabileceğimi düşünüp araştırırken orada da İstanbul-Yenikapı’da keşfedilen antik limanın bir benzerinin bir tren istasyonu inşaatı sırasında bulunduğunu öğrendim. Bölgede kapsamlı bir arkeolojik çalışma başlatılmış, aynı İstanbul’daki gibi, 1000 yılı aşkın süredir ıslak kumun ve çamurun içinde gömülü kalmış olması sayesinde ahşap gemilerin orijinal iskeletini muhafaza etmeyi başardığı anlaşılmış. Buluntular kurudukları anda toz olup havaya karışacaklarından su teknelerinde çamurla beraber muhafaza ediliyorlardı. Sahada çalışan biliminsanları, ahşabın dağılmamasını sağlayacak birleştirici bir yöntem keşfetmişlerdi; ahşapları doğal ve sentetik reçine içerisinde uzun süre bekleterek deneyler yapıyor, gemilerin iskeletlerini yeniden kurmaya çalışıyorlardı, gemiler için dev polyester kalıplar içerisinde sentetik reçine havuzları oluşturulmuştu. Bir yandan işlemden geçirilmiş ahşaplar bir araya getiriliyor ve üzerinde başka çalışmalar yapılıyordu. Doğal reçine içerisinde bekletmek, dağılmaya yüz tutmuş ahşabı bir araya getirse de emici özelliğini yitirmesine sebep olduğundan, artık gerçek bir ahşap olmasa bile emici özelliğini korumasına olanak sağladığından sentetik reçinede fikir birliğine varılmış gibi görünüyordu. Tabi bütün bu çalışmalar için ciddi bir ödenek ayrılmıştı, orada da devletin ödeneği keseceğini ve yakında kazı alanındaki çalışmaların duracağını söylüyorlardı.
Tüm bu süreç, bu nezaket, bu emek üzerine bir çalışma yapmak istedim. Bir yandan da İstanbul ile Pisa’yı birbirlerine bağlamak niyetindeydim. Yenikapı ve Pisa’daki buluntular üzerine iç içe geçmiş, transparan bir yerleştirme tasarladım. Milimetrik kağıda Pisa’daki kazı alanının çizim-haritasından yararlanarak ve Yenikapı ile ilgili kendi çizimlerimden faydalanarak bir desen yaptım, bu deseni bir masa üzerine yaydım ve üzerine tepeden projeksiyonla Pisa’daki kazı alanında, kentin içerisinde, Pisa yakınındaki Livorno limanında çektiğim fotoğrafları iç içe geçiren bir video yansıttım. Taslak, hazırlık, yolculuk ve süreç üzerine sevdiğim bir çalışma olmuştu. Herhangi bir sonuca varamamak hoşuma gitmişti. (MT/HK)