- "Özellikle sana geldim" dedi. Sonra içinde aktif olarak çalıştığım Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği'ni kastederek "çünkü bir yanı da sizin derneği ilgilendiriyor" diye sürdürdü.
Çok dertliydi. Uzun uzun anlattı:
- "İyi ya da kötü bir tıp eğitimi aldım. Sonra hayat ve iş içinde kendimi eğittim, önemli bir deneyim kazandım. Elimden geldiği kadar yenilikleri izlemeye çalıştım. Bu işi severek yapıyorum. Büyük beklentilerim de yok. Mesleğin temel kurallarının dışına çıkmamaya çalıştım. Geri dönüp baktığımda çok kötü bir doktor olmadığımı düşünüyorum. Hastalarım da memnun olmalı ki özellikle bana muayene olmak istiyorlar."
Çok sık bir araya gelmesek de, bunları ben de biliyordum. Kendi işine ve mesleğine adamış, kendi halinde bir hekimdi. Etliye sütlüye, hele hele politikaya çok karışmazdı. Onu bu kadar dertlendirecek konunun ne olduğunu merak etmeye başlamıştım.
Kendinin doktoru olmak
O konuşmasını sürdürdü:
- "Çalıştığım sağlık ocağında ben de diğer hekim arkadaşlarım da yüksek tansiyon, şeker hastalığı, damar sertliği, astım, tıkayıcı akciğer hastalıkları, koroner kalp hastalıkları gibi süreğen hastalıklara doğru teşhis koyup gerekli ilaçları reçetelerimize yazabiliyoruz. Bazı incelemelerle bu hastalıkların ilk tanısını koyduğumuz da oluyor. Özellikle sağlık güvencesi olan hastalar hastalıklarının tedavisi için sağlık karneleriyle gelip reçetelerini bizlere yazdırıyorlar. Bu da doğal çünkü bu hastalıklar onlara yaşamları boyunca eşlik edecek olan hastalıklar. En yakında hangi doktor varsa ona ulaşıyorlar. Bir çoğu zaten kendi kendinin doktoru olmuş durumda. Kendilerini bizden daha iyi biliyorlar."
O bunları anlatırken ben "kendi kendinin doktoru olmak" sözüne takılmıştım. Hekimliğimizi bir de bu yönden sorgulamak gerekmez miydi diye düşündüm. Bir çok hasta aslında bize mesleğimizi öğretmiyor muydu? O zaman hekimlerin burnundan kıl aldırmayan, "her şeyin en doğrusunu, en iyisini, en çoğunu biz biliyoruz" tavrı ne oluyordu? Hekimliği gökten yere indirmenin zamanı her halde çoktan gelmiş geçiyordu.
Süreklilik kazanan sevkler
Arkadaşım beni eliyle dürttü: "Hey sen beni dinlemiyorsun galiba?"
-"Dinliyorum, dinliyorum" dedim. O anlattı:
- "Devlet; emekli, memur, sosyal güvencesi olan bu vatandaşlarına bir hak vermiş. Daha doğrusu devletin daha önce verdiği bu haktan halen yararlanmaya devam ediyorlar. Bu hak onlara kronik hastalıklarıyla ilgili olarak sürekli kullandıkları ilaçlar için katkı payı ödememelerini sağlıyor. Buraya kadar her şey iyi. Ama bundan sonra işler karışıyor. Çünkü bu "hak"tan yararlanabilmek bir "heyet raporu" şartına bağlamış. Bu da doğal karşılanabilir. Hani 'hekimler yanılabilir' diye düşünülebilir. Ama hastalar bu şartı yerine getirmek için yani "heyet raporu" almak için bir yetkili hastaneye başvurmaları gerekiyor ve bunu belirli aralıklarla yenilemeleri gerekiyor. Yani onları, tanımızın doğrulanması için sürekli hastanelere sevk etmek zorunda kalıyoruz. Bu sevkler hem hastalarımız için bir eziyet ve külfet oluyor, hem de hastanesindeki hekimler için zaman ve iş kaybına yol açıyor. Hastaların hastanelerde birebir yaşadıkları onlarca sorun da cabası."
Doğruydu. Derneğe yapılan bazı başvurularda hastalar, vatandaşlar bundan sıklıkla yakınıyorlardı. Biz de düşünmüş ama sağlık hizmetinin tedavisiyle, operasyonuyla tümden devlet tarafından karşılanmasından başka bir çözüm, bir çıkar yol bulamamıştık. İşin içinden parayı çıkarabilsek bunların hepsi bitebilirdi. Ama "para" bir unsur olarak sağlık hizmetinin içinde kaldıkça bu sorunun çözümü yoktu.
Güven
Öyle değilmiş. Arkadaşım kendince çözüm de öneriyordu:
- "Tüm bunlar neden oluyor? Yanıt açık: Devlet hekimine ve vatandaşına güvenmiyor. "Sen yalan, sahte reçete yazıyorsun" demeye getiriyor. Bundan büyük onursuzluk olur mu? İlaçlar bunca pahalı olunca, herkes onurundan vazgeçmek zorunda kalıyor, yani oluyor."
Onun bu sözlerini dinleyince Nasrettin Hoca gibi bir "Hak" da ben verdim ve "Haklısın" dedim.
Gerçekten de haklıydı. Eğer devlet ve yeğlediği sistem vatandaşına kendi memurunun aracılığıyla verdiği sağlık hizmetini bir bedel ödeme şartına bağlamışsa, bunun bürokratik aşamalarını, insanı rencide etmeden, hizmet almasını engellemen ve yavaşlatmadan yapmalıydı. Çağdaşlık, modernlik, insana ve onuruna saygı, hukukun üstünlüğüne uygun davranış bunu gerektirir.
Kazanmaya yönelik çözümler
- "Vatandaş devlet ilişkisinde eskiden uygulanan ya da yeni getirilen her yöntemi bu açıdan yeniden sorgulamak gerekli. Özal zamanında bürokratik işlemler için "beyan" da bulunmanın yeterli sayılması ilkesi getirilmişti. Sonra bu bazı kademelerin rantını kestiği için ortadan kaldırıldı. Gerçi o zaman bu yöntemin getirilmesi yukarıda söylediğimiz gerekliliklerin bir sonucu değildi. Bu yöntem önerilirken öncelikle eskiden beri gelen rantiyeyi kesmek, sonra da başka kesimlere bu rantı aktarma amacını güdüyordu. Bir süre tartışıldıktan bazı örneklerde yaşama geçirildikten sonra büyük ölçüde ortadan kaldırıldı."
O dönemi düşündüm. Bir de bugüne kalan izleri. Örneğin sürücü ehliyeti verilmesi konusu. Eskiden bir tek polislerin küçük rantı vardı. Şimdi hemen herkesin; sürücü olacak olana "sağlam" raporu veren hekimler bile bunun rantını yiyorlar. İşleri kolaylaştırmak kapitalist sistemde sorunun insani çözümü için değil, daha çok kazanmaya yönelik oluyor.
Denetim!?
Belli ki arkadaşım bu işe epey kafa yormuştu:
- "Tüm bu gerekliliklerin yanında bir de bilginin elektronik ortamda tutulmasından kaynaklanan ulaşım ve denetim kolaylıklarını göz önüne alınca yapılan bürokratik uygulamaların işi görmekten insanlara engel oluşturmak amacıyla yapıldığını düşünmek kolaylaşıyor.
Şimdi eğer bir ocak hekimi tanıyı bilerek ya da bilmeyerek ya da kasıtlı olarak bir yanlışlık yapıyorsa, böyle bir hastalıkta ilk reçete edilen ilacın kutusunun bitme süresinde iş açığa çıkacaktır. Bunu anlamak ve saptamak kolaydır. Saptadığında önce hastaya, sonra da çok
Hekimi vatandaşı denetlemek için yüzlerce yöntem bulunabilir. Üstelik bu ilaç verildikten sonra da yapılabilir."
Denetim! Aslında ünlemden sonra bir de soru işareti koyabiliriz Bunu kim, nasıl ve daha önemlisi "hangi kafayla" yapacak. Bir an düşündüm; hiç sorunları çıkmadan önleyen bir denetim örneği aklıma gelmedi. Gelişmiş modern toplum olmamız için daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor anlaşılan.
Hak etme
- "Vatandaş da doktor da kaçmıyor, orada duruyor. Hiçbir yöntem bulamazsan bir denetim ekibi kurulup denetlenebilir. Eğer istenirse bir yolu bulunabilir ve devletle vatandaş arasında güven sağlanabilir. Sağlık ocağına kayıtlı bir hastayı birebir sağlık ocağı hekimi takip etmektedir. Kronik ilaç kullanması gereken hasta için orada bir düzenleme getirilebilir. Örneğin hasta teşhis edildikten sonra 3-5 hekimin bulunduğu hatta 5-10 hekimin bulunduğu sağlık ocaklarında sağlık kurulu başkanlığı oluşturulup bu hastalara sağlık kurulu raporu orada verilebilir. Böylelikle bu hastaların bürokratik işlemlerden kurtulmasını hem de devlet hastanelerinin gereksiz yere meşgul edilmesi önlenmiş olur. Ama bunun olması için işi bilen insanların yönetici olması ya da yasalar yönetmelikler yapılırken danışılması gereklidir."
Onun bu anlattıklarının adı "demokrasi" ve anlattığı toplum modeli de insana değer veren demokratik bir toplumdu. Bunun bizde olmadığını biliyorum. Olan da bu kadar...
Ama aklıma başka bir soru daha takılıyor: "Bizler bu toplumun bireyleri,bu ülkenin vatandaşları olarak bunları hak ediyor muyuz acaba?"
Arkadaşım giderken; "Siz kocaman bir derneksiniz, sözünüzü dinliyorlar, neden bu işlerle uğraşmıyorsunuz?" diyerek gideceğimiz yolu da işaret etti. Yine aynı noktaya gelmiştik işte.
Bu kez ben ona: "Haydi sen de bizim aramıza katıl. Bu konuya epey kafa yormuşsun. Bizden daha donanımlısın. bu sorunla da sen uğraş" dedim. Birden yerinden kalktı. "Benim bir işim vardı. Daha sonra uğrar yeniden konuşuruz," dedi. İşte zurnanın zırt dediği yer buydu. Demokrasiye ulaşamamamızın nedeni de...(MS/NM)