Yıl 2004 iki genç, sırt çantalarını alıp İstanbul’dan ayrıldı.
Toroslar’ın eteklerinde dağ bayır dolanmaya başladı.
Nerede duracaklarını bilemeden yollar boyu devam ettiler. Her yer o kadar güzeldi ki…
Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler…
Alakır’dan geçerken bir değirmen gördüler, yakınında da Hamide teyzeyi. Hamide teyzeye “Değirmen gördük, sizde un var mı” dediler.
Şu yanıt geldi:
“Yok size un mun değirmenci öldü. Allah size nasıl bir ceza verdi de bunca yükü sırtınıza alıp avara avara geziyorsunuz…”
İki genç Hamide teyzeye yanıt verdi:
“Bizim günahımız çok büyük, biz çok tükettik. Senin gibi yaşamak istiyoruz. Bir toprak parçamız olsun istiyoruz…”
Hamide Teyze iki gence, “Her yer toprak bakın, bizim çocuklar gitti buralardan kalın burada” dedi.
İki genç, orda durdu Alakır'da. O günden beri de orada inandıkları gibi yaşamaya çabalıyorlar.
İlk gittiklerinde “Bağdat Caddesi’nden dağa kaçtılar, 6 yılda bir defa para harcadılar” diye çok haber olan gençleri hatırlarsınız belki o iki genç, Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu.
Alakır sakinleri onlara kimi zaman “Hazır Evlat”, kimi zaman “Kitap Akıllılar” dedi.
Türkiye kamuoyu ise onları Alakır’da yapılmak istenen hidroelektrik santral (HES) projesini durdukları mücadele ile tanıdı.
Aradan geçen 20 yılda neler değişti? Tuğba ve Birhan İstanbul’dan ayrıldığı için pişman mı? Kentten kaçanların sayısı arttı, ne düşünüyorlar?
Bozcaada Ekoloji Filmleri Festivali’nde (BİFED), yeniden bir araya geldiğimiz Tuğba ve Birhan, sorularımızı yanıtladı.
"Bilgi yoktu, azim vardı"
O zaman biraz geçmişe gidelim, İstanbul’dan ayrıldınız ve Alakır’a yerleştiniz… Kendinizi bir anda mücadelenin içinde buldunuz. Ne hissettiniz ilk gittiğinizde?
Tuğba: İlk beş sene öyle olmadı aslında, doğa ve komşularımızla yaşıyorduk. HES gibi bir sorunumuz yoktu. Ayrıca, hukuk mücadelesi nedir? HES nedir bilmiyorduk?
İstanbul’dan ayrılırken, “bütün alışkanlıklarımızı getirmeyelim” demiştik. Hatta elektrik olmasın vs vs… Biraz da herkesten izole bir hayat kurmaktı aslında ilk gidişimiz.
Birhan: Alışkanlıklarımızı yanımızda götürmeyelim, bakalım ilk neye ihtiyacımız olacak diye düşündük. Cep telefonu mu, ampul mü? Çok mu karanlıkta kalacağız? Telefonsuz kalınca çok mu iletişimsiz kalacağız?
Ya da herhangi bir hangi makineye ilk ne zaman ihtiyaç duyacağız? Bunlar bize dayatılmış alışkanlıklar. Biz bu alışkanlıklar olmadan ne kadar devam edebileceğiz? Bunu görmek istedik.
Bir de şöyle bir şanslı dönemdeyiz; istediğimiz zaman bunları hemen edinebiliyoruz. Bir güneş paneli, bir telefon alırsın, küçük bir internet bağlantısıyla hemen her şey oluyor. O şanslı nesil olmamızın da avantajlarını kullanarak hani biz bir deneyelim dedik.
Tuğba: Biz ilk beş sene oradaki yaşlılarla ve çok keyifli dönem geçirdik. Onlardan öğrenerek geçirdik, onlar da bizi kucakladı.
Biz sonuçta İstanbul'dan gelmiş iki gençtik. Biz yabancıydık, fakat onlar bizi kucakladı. İlk beş sene biz böyle çok keyifliydik, ekiyoruz, dikiyoruz, öğreniyoruz, doğayla iç içeyiz.
Anlamaya çalışıyoruz, öğrenmeye çalışıyoruz. Sonrasında işte yani birden o elektriksiz yaşayan çiftin karşısına çıktılar, dediler ki
"hidroelektrik santral (HES) diye bir şey" var. HES’le tanıştık…
“Bize ‘hazır evlat’ dediler”
HES mücadelesini de konuşacağız elbette fakat şunu da merak ettim, yöre sakinleri sizi nasıl karşıladı?
Birhan: Hani o kadar ironik bir durum vardı ki. Biz kendi alışkanlıklarımızı sorgulamak için kendi hayatımızı sorgulamak için oraya gitmişiz, doğayla barışık yaşamak istiyoruz.
Aynı tüketim alışkanlıklarıyla doğaya gidince bir anlamı olmadığını bildiğimizden, bakıyoruz, bu alışkanlıklarımız olmadan ne kadar yaşayacağız?
Neye ne zaman ihtiyacımız olacak diye düşünüyoruz. Üç ay mı dört ay mı? Seneler sürdü oysa. HES mücadelesi başlayana kadar ihtiyacımız olmadı.
Tuğba'nın da bahsettiği gibi oradaki insanların bizi kucaklaması çok kıymetliydi bize “hazır evlat” dediler Çocukları eğitim vb gibi nedenlerle kente göç etmiş.
Yüzlerce yıllık bir gelenek var; babadan, oğula, kıza aktarılan bir bilgi var. Aklına gelen her türlü tarımsal, yaşamsal bilgi sözlü tarihle aktarılarak gelmiş.
Onların aktaracağı çocuklar kente gitmiş, biz de kentten kalkıp onların yanına gitmişiz. Çok ilginç bir şekilde denk gelmiş olduk. Onlar da bizi acayip karşıladılar. Biz de o kadar aç bir şehir çocuğuyuz ki daha hani çam ağacı ne? Ağaç nedir? Bilmiyoruz. Sevgi var ama bilgi sıfır. İronik olan bu.
Anne babalarımız da kırsal kökenli değil bizim, gerçekten bilmiyoruz. Gerçekten şehir çocuğuyuz. Öğrenmek istiyoruz fakat o kesin. Onun için öyle güzel bir ilişki doğdu ki iki taraf da açık. Bi taraf vermeye, biri almaya açık. Bize “hazır evlat” dediler.
Tuğba: Bize özellikle bir şey öğretmeye çalışmadılar, bizle paylaştılar. Bizim gibi eğitim almadıkları için öğretmeyi de bilmiyorlar. Ancak onlar yaparken biz alabildik, öğrenebildik.
O yüzden bir şey öğretmeden biz böyle yaşarken onlarla öğrendik. O hayatımızın akışı oldu beş sene boyunca. Durmuş amca ne derdi bize? “Siz de kitap akıllısınız” derdi.
Birhan: “Ha siz de evet bilgi yoktu. Ama azim vardı, azim mi aşk çok var” derdi. Hatta bunu betimlemek için “bunlar bir ay demir çubukla çalı dövdüler” derdi.
"Sırt çantamızı alıp yine yola düşerdik"
Peki şunu merak ediyorum. Belki soru garip olabilir. Garipse söyleyin lütfen, insanlar bunu merak edebilir diye düşünerek soruyorum. Acaba bugünden o günlere baktığınız zaman, yine o sırt çantalarıyla bilmediğiniz bir yola çıkar mıydınız?
Tuğba: Evet biz böyleyiz. Ada’da dahi bunu yaptık, çantamızla yürüdük burada su kaynağı var, burada kalınır diye düşündük, konuştuk. Biz yürümeyi, adım adım anlamayı, işte orada kalıp, biraz daha ileri gitmeyi seviyoruz.
Birhan: Zaman ve mekân algımız kısıtlı değil, özgürlük istiyoruz. Bize zaman ve mekan algısı empoz edilmiş bunu yıkmaya çalışıyoruz. Alakır’a varmadan önce yolda hani düğünlere denk geliyorduk, bizi çeviriyorlardı.
Birden kendimizi düğünde dans ederken buluyorduk. Her yerin suyunu içmek, her yerin meyvesinin tadına bakmak, hani bir arazi aramak evet bizi bu etkiliyordu.
Oranın tadını, kokusunu, duygusunu alıyorduk, şimdi eleştirmek için söylemiyorum ama internetten araziler buluyorlar, tüylerim diken diken oluyor.
Sizden sonra kırsala göç eden çok insan oldu. Soruyorlar mı size deneyimlerinizi?
Birhan: Oluyor. Navigasyonla bakmayın alacağınızın araziye diyoruz. Biz yürürken havaya sopa atıyoruz. Sopa hangi yönü gösterirse oraya gidiyoruz. Özgürlüğü bir şekilde deneyimlemek istiyoruz. Çünkü bizden çalınan şeyler bunlar.
O özgürlük hissi bir kere sana geldiği zaman ondan sonra yol akıyor zaten bir şekilde “başına bir şey” gelmiyor.
Daha güzel insanlarla karşılaşıyorsun. Yürümesen arabayla gitsen bir çok hikayeyi kaçıracaksın, o insanları kaçıracaksın.
A noktasından, B noktasına gitmek değildi bizim için amaç. A ve B arasıydı hikâye. B noktasının hikâyesini oluşturan bütün unsurlar o aranın toplamıydı. Alakır hikâyesi de biraz onun toplamı gibi oldu bizim için.
Siz Alakır’a göç ettikten sonra aileleriniz sizi ziyarete geldi mi?
Tuğba: Evet geldiler. Bizim birlikteliğimize güvendikleri için bir şekilde çok ses etmediler gidişimize. Antalya’da ne yapacaklar diye düşündüler. Domates yetiştirirler vs. Böyle bir kurgu var kafalarında. Biraz zor oldu fakat çok da olay olmadı.
Birhan: Yirmi yıl önceden söz ediyoruz, bugünün internet koşulları yok, bir örnek yok. Ailelerimiz gitme demedi. Haberlerde “kentten kaçtılar” diye geçti fakat biz İstanbul’da çok keyifli yaşıyorduk sdece İstanbul’daki o hayatı tercih etmedik. Başka bir hayatı denemek istedik. Biz İstanbul'dan gayet sevgiyle çıktık.
İstanbul’dan ayrılmadan önce en son parti yaptık, bütün eşyalarımızı ortaya koyduk. İhtiyacı olan aldı. Bir sırt çantasını indirgedik hayatımızı. İhtiyacımızı aldık. Öyle çıktık yola.
Beş yılın sonunda HES karşıtı mücadele nasıl başladı?
Tuğba: Bazı şeyleri duyuyorduk. Fakat bir sabah uyandık, böyle kepçeler, ağaç motorları kapımızda. Sert geldi. Kapıda görmek başka bir şey. Korkunç bir durum. O kadar umursamazca girdiler ki. Biz bir süre böyle travmatize olduk.
Birhan: Çünkü o ilk beş senelik o süreçte bizim hayatımızda çok insan yok, doğa var, hayatımız insan odaklı değil.
Bir sincabı artık tanıyorsun. Yavrularını yaptığını görüyorsun. Onların büyüdüğünü görüyorsun.
Onların tekrar eşleşmelerini görüyorsun. Hangi sümbül ne zaman açar biliyorsun. Göçmen kuşları bekliyorsun? Aynı kuş geliyor her yıl. Hepsi ile bir bağ kuruyorsun. Sonra bir kepçe geliyor ve hepsini yok etmek istiyor.
Bir mahallede yaşarken sabah işe giderken selamlaştığın insanları tanıyorsun, bakkalı manavı tanıyorsun, selamlaşıyorsun. Onların silahla taranması gibi bir sabah uyanıyorsunuz mahalleniz taranıyor.
Ne hissedersin? Çok doğru bir benzetme olmayabilir ama bizim hissettiğimiz biraz buydu. Tanıdığımız artık tanış olduğumuz hikayemiz olduğu canlılar katlediliyordu.
Ne yaptınız peki?
Tuğba: Mücadele. Hukuki mücadele, sokak mücadelesi. Herkese sesi duyurmaya çalıştık. Artık bizden daha çok o doğanın sesini duyurmaya çalıştık.
Jandarma bile bizim dayanacağımızı düşünmemiş. İddiaya girmişler. Oysa biz her kesimden insana ulaştık. Sosyal medya hesabı açtık.
Birhan: Hatta polis, jandarma ile farklı boyutlarda da tanıştık. Biz silah sevmiyoruz" derdik, onlar bizim eve girerken silahlarını kapıda bırakırdı, bilirlerdi duruşumuzu barış odaklı yaşamak istediğimizi.
Defalarca karşı karşıya geldik. Aileye, mahalleye biri zarar vermeye çalışınca ne yaparsa bir insan, biz de Alakır'ı ve orada yaşayan tüm canlıları yaşatmak için aynı karşı koyuşu yaptık.
Tuğba: Ayrıca bize destek olan çok insan oldu. Hepsi farklı farklı politik görüşten. Doğa hepimizi birleştirdi. Doğanın kapsayıcı yanı diyelim.
Tuğba- Birhan: Bize medyadan çok teklif geliyordu. Biz de hem mücadeleyi hem de kendimizi anlatıyorduk. Medya daha magazin boyutuyla ilgileniyordu. Mücadele süreci, çok insan tanıdığımız çok öğrendiğimiz bir süreçti. 2009’da başlayan mücadelemiz, 2018’de kazanımla sona erdi.
Sizce mücadelenizi en etkili kılan öğe neydi?
Tuğba: Olay sen değilsin biz kendimizi bir kenara bırakmıştık. Olay arkadaki canlılar. Gerçekten adam bana bir şey yapmış. “Bana ne” diyeceksin, çünkü derdin başka.
Birhan: Üzülemeyiz diyorduk. Çünkü bizim üzülme hakkımız yok. Şu an çok hissettiğim bir duygu. Hani yorulmaya hakkı olmamak gibi.
"İnandığın gibi yaşamak için harekete geç"
Peki bu haberi okuyanlar sizle ilgili ne öğrensin isterdiniz?
Birhan: Bizim mottomuz şuydu. Kurşun kalemle defterine yazarsın, öyle: “İnandığımız gibi yaşamadığımız sürece karşı çıktığımız düzen kadar ikiyüzlü oluruz.”
İnandığı gibi yaşamak uğruna ne yapılması gerekiyorsa onu yapmak gerektiğine inanıyorum. En ufak bir şey de olabilir bu illa kocaman eylemlerden söz etmiyorum. Sen kendi hayatını değiştirebilirsin.
Elbette inandığı gibi yaşamak zor o kadar kolay değil fakat bir yerden başlamak ve harekete geçmek gerekiyor.
Herkes küçümsüyor da ben küçümsemiyorum. Dişini fırçalarken suyu bile kapamakla başlayabiliriz, ben bunu küçümsenecek bir şey olarak görmüyorum.
Bebek adımları gibi küçük adımların da önemli olduğunu düşünüyorum. İnandığımız gibi yaşamak için minik bir hareket de başlangıç olabilir.
İlla ki dağa gideceğim, ormanda yaşayacağım, elektriğe de karşıyım demek değil bu. Çöpü ayrıştırmak, suyu az kullanmak olabilir.
Tuğba: Bir özlemimiz var, çabamız da olması gerekiyor. Amacın varsa çaban da olması gerekiyor. Dünyayı başka bir yer yapmak istiyorsan önce kendinden başlayacaksın. Harekete geçeceksin buna inanıyorum.
Alakır HES Mücadelesinde Sonuca Doğru
(EMK/AS)