"Hayatın mülkiyet hakkı" diye bir şey olur mu?
Konuya kestirmeden girmek için "John Moore vakası"ndan bahsedeyim.. Seattle'da (ABD) ikâmet eden lösemili John Moore ilk kez 5 Ekim 1976'da UCLA (Los Angeles'daki Kaliforniya Üniversitesi) Tıp Merkezi'ne gelir. Ender görülen bir lösemi türü olan hastalığının tedavisine derhal başlanır. Vücudundan bol miktarda kan, kemik iliği aspiratı ve doku örnekleri alnıp incelemeler yapıldıktan sonra bir araştırma görevlisi, Moore'un kanının bilimsel ve ticari değeri yüksek olabilecek bir madde içerdiği sonucuna varılır. Doktorunun tavsiyesi üzerine iki hafta sonra ameliyat edilip dalağı alınan Moore, 1983'e kadar denetimler için hastaneye gidip gelmeyi sürdürür. Bu arada, 30 Ocak 1981'de Kaliforniya Üniversitesi, Moore'un dalağındaki bir "hücre hattı" için patent başvurusunda bulunur. 20 Mart 1984'de patent çıkar.
"Dalak hücresi patenti"nin ne işe yaradığına birazdan geleceğim. Bu noktada sadece şöyle bir not düşeyim: Kanserin durdurulmasında paha biçilmez bir rol oynayan beyaz kan hücrelerinin çoğalmasını kolaylaştıran bir "kan proteini" ürettiği gözlemleniyor, Moore'un dalak dokusunun. Bu dokunun "piyasa değeri"nin 3 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor (Kaynak: Jeremy Rifkin, The Age of Access). Daha doğrusu, bu dokunun genetik yapısına ilişkin bilginin.
Ama önce bu olayın, tarihte ilk kez meydana gelen, dünle yarını ayıran çok kritik bir tarihsel an olduğunun altını çizmek gerek. Bilinmeyen bir kimyasal elementi keşfeden biliminsanlarıek keşif sürecinde kullandıkları yöntemleri, gerekse söz konusu elementi arı hale getirmek için kullandıkları yöntemleri patentleyebilirler. Ama keşfettikleri elementin kendisini değil. Geçmişte hiç kimse çıkıp, hidrojen, helyum ya da alüminyumu izole etmeyi ve bu elementlerin özelliklerini tanımlamayı başaranların söz konusu elementlerin kullanımı ile ilgili özel hakları bulunabileceğini iddia etmemişti. Aslında böyle bir vaka da yok değil. 1928'de tungsten için yapılan bir başvuru ABD Patent ve Tescil Bürosu tarafından red edilmiş. Moore vakasında ise, doğal ortamda varolan bir şey, diğer insanlardakinden farklı özelliklere ve yapıya sahip olduğu gözlemlenen bir hücre dizisi, patentlenebilmiş.
Bu gelişmeyi haber alan Moore, "güveni suiistimal", patentin çıkarılmasına giden süreçte "mutabakatının alınmaması" ve "başka birinin kişisel mülkiyetine sahip olmak amacıyla kanunsuz davranma" suçlamalarıyla mahkemeye başvurur. Kaliforniya Yüksek Mahkemesi, o ilk araştırma görevlisinin Moore'a hücreleri ile ne yapmayı planladığını söylemeyerek görevini suiistimal ettiği kararına varır. Ama "kişisel mülkiyet" konusunda Moore'u haklı bulmaz. "İnsan hücreleri üzerinde yapılan araştırmaların tıbbi araştırmalarda kritik rolü olduğu"nu da kayda geçirerek bu konudaki suçlamayı red eder.
"Terminatör" ve "hayat spreyi"
John Moore vakası bir anlamda milattır.
"Hayatın mülkiyet hakkı" deyince, sadece "insan hayatı" değil kastettiğim; canlı her zerrenin ve tabii ekonomik değeri büyük olduğu için de her türlü tarım bitkisininki.. Ne zamandır gen mühendisliği çalışmaları sonucu genetik yapısı değiştirilen tohumlar da patentlenmekte. Daha doğrusu, bu çalışmaları yapan şirketlerin temel kazanç modeli, patent bedeli tahsil etme üstüne kurulu zaten. Genetik olarak değiştirilmiş pamuk, mısır ya da tütün tohumunu eken çiftçi, hasattan sonra elinde kalan tohumları ekinde yeniden kullanırsa - ki aksi düşünülemez - patent sahibine belli bir bedel ödemek zorunda.
'90'ların sonlarına doğru, başta pamukçuluk olmak genetik tarımın önde gelen şirketlerinden Delta and Pine Land, çiftçilerin tohumları tekrar ekmesini engelleyen bir tohum kısırlaştırma teknolojisinin patentini alır. Kısa sürede "Terminatör" olarak anılmaya başlanan bu teknolojinin amacı, genetik tarım yapan çiftçilerin patent ücretlerini düzenli ve eksiksiz ödemelerini sağlamaktır. Bir başka şirket, Monsanto da aynı dönemde artık tarla tarla detektif gezdirip denetim yaptırmakta, patent bedelini ödemeyen çiftçileri peş peşe mahkemeye vermekten iflahı kesilmektedir.
Delta and Pine Land'ın patentini aldığı teknolojide önce tütün tohumlarına, sonra da başka bitkilerin tohumlarına yeni genler eklenir. Artık, bir kimyasal maddeyle spreylenmediği sürece bu yeni "sürüm" tohumlar kısırdır. Ancak şirketin adamları gelip tarlayı o kimyasal maddeyle spreylediğinde "bloke edici anahtar kapanmakta", tohumlar doğurgan hale gelmektedir.
Yoğun tepkiler üzerine 1999 yılıyla birlikte bazı genetik tarım şirketleri "Terminatör" teknolojisini kullanmayacaklarını açıkladılarsa da, onun yerine patent tahsilatını güvenceye alacak başka yöntemler üzerinde çalıştıklarını söyleyip göz dağı vermeyi de ihmal etmediler.
"Terminatör" teknolojisi, Moore vakası ile başlayan süreçte başka bir dönüm noktasını temsil ediyor. Çünkü artık doğada yetişen şey ya da "hayat", eski anlamda "doğal" bile değil artık. "Hayat"ın "daha iyi" olduğu iddia edilen bir "yeni hayat"la değiştirilmesi sürecinin başlangıcı.. Ve bu "yeni hayat"ın zaten özel mülkiyet altında doğumu (Kapitalizmin "fabrikalar"da ya da "pazar"da kaldığını düşünenlerin artık bir zahmet düşünmeye başlaması gereken bir süreç)..
Gen ile patentin birleştiği her noktada, ki artık birleşmediği herhangi bir nokta yok, hayat ipotek altına alınıyor. Sağlık konusunda önce kafalar karışabilir. "Hayatını kurtardıktan sonra, o kadar da inceleme yapmışlar, alıversinler adamın dalağının patentini, ne olacak" diyenler çıkabilir. Ama bugün ABD'de standart bir genetik tarama testi ortalama 100 dolara yaptırılabilirken, patentli genlerin de dahil edildiği çok daha hassas özel testlerin bedeli 2500 dolara kadar çıkıyor. AB'yi genetik tarım ürünlerinin girişine engel olduğu için "Afrika'da milyonları ölüme mahkûm etmek"le suçlayan ABD hükümeti, o Afrika ülkelerinde tarlaları genetik olarak değiştirilmiş tohumların istila edeceği günü sabırsızlıkla bekliyor. Bir an önce olsun, zaten fakirliğin en sefil hallerinde kıvranan o insanların iliğini biraz da Monsanto, Delta and Pine Land gibi şirketler emmeye başlayabilsin diye. Hem de ne emme. "Patent haklarına dayanarak" gereğinde üç karışlık toprağından da etme pahasına.
Ve yıllardır yukarıda bazı dönüm noktalarından bahsettiğim çizgide adım adım ilerlenirken, mesela Green Peace gibi "sivil toplum kuruluşları"nın "tüketici bilinci"ne güven üzerine kurulu bir iyimserlikle ortaya çıkmasını, hâlâ "bu domatesler ya alerji yaparsa" endişeleri ile flört edebilmesini benim aklım almıyor. Ya da "sivil" olmanın zaten doğası bu. Hayatın mülkiyeti meselesi ise işin içine "siviller"in dışında ve asıl olarak üretenlerin de aktif olarak girmesini gerektiriyor; şu an Fransa'da hapiste olan "Asteriks" lakaplı çiftçi Jose Bove gibilerin. (ŞA/EK)
John Moore - UCLA davasıyla ilgili dosyasının ayrıntıları: http://www2.carthage.edu/~brent/305moore.htm
[www2.carthage.edu/~brent/305moore.htm]}>