Yarın Yılmaz Güney'in doğum günü, yaşasaydı 75 yaşında olacaktı. Bu vesileyle, eşi Fatoş Güney'le yapılmış ve Nokta dergisinin 7 Eylül 1986'da çıkan 35. sayısında yayınlanan söyleşiyi yayınlıyoruz...
Yılmaz Güney'in yurt dışındaki yılları... Son günleri... Özlemleri, düşünceleri... Nokta sordu, eşi Fatoş Güney yanıtladı...
Yılmaz Güney, ölümcül bir hastalığa yakalandığını biliyor muydu? Onun en yakını olarak siz bu en zor günleri nasıl yaşadınız?
Bu benim için anlatılması güç bir olay. Çünkü ben de tam anlamıyla bilemiyorum. Ameliyatını yapan profesör, bana hastalığının niteliğini açıkladı. Uzun yıllar hapishane şartlarında tedavi edilemeyen sıradan bir ülser amansız bir kansere dönüşmüştü. Ancak bunu kendisine açıklayıp açıklamama kararını bana bıraktı.
Ben, hiç düşünmeden kendisinin olağanüstü derecede güçlü bir insan olduğunu, böyle bir olay karşısında asla paniğe kapılmayacağını ve yıkılmayacağını, ancak benim, böyle amansız bir hastalığın acısını onun asla tatmasını istemediğimi söyledim.
Profesör benim bu arzuma uydu ve kendisine ameliyat neticesinin kanser değil, ülser olduğunu söyledi. Ancak, ameliyat sonrası tedaviye başlamak gerekiyordu.
Yine ben, Yılmaz'a, ülserinin had safhada olduğu için, yeniden tekrarlamaması ve kansere dönüşme tehdidinin ortadan kaldırılması gerektiğini, bir süre bazı ilaçlar uygulanacağını söyledim. Bana inanır göründü. Daha önceden, tedavisini uygulayacak doktorlara kendisine herhangi bir açıklama yapmamalarını tembihledim.
Kendimi ise şöyle teselli ediyordum: Tıp hızla ilerliyordu, her gün yeni bir ilaç keşfediliyordu. Zaten çok kısa bir süre içinde hastalığın çaresi de bulunacaktı. Her gün, radyo-televizyon-gazete haberlerini, tıp dergilerini dikkatle izliyordum. Çok az kalmıştı, dayanmak gerekiyordu.
Özel yiyecekler, özel otlar alıyor, mutfaktan çıkmıyor, sabahtan akşama kadar yemek kitapları, çeşitli özel beslenme reçeteleri, kalori hesaplarıyla yemekler pişiriyor, ona büyük bir ihtimamla bakıyordum. Dayanacaktı, mutlaka dayanacaktı. Büyük bir gayret gösteriyordu. Spor yapıyordu, yazılar yazıyordu, İspanya'da bir film düşünüyordu, İspanya'yı dolaşıyorduk, yeni ilişkiler kuruluyor, yeni çalışmaların hazırlıkları yapılıyordu.
Aradan altı ay geçti. Doktorlar, "Her şey normale döndü" dediler. Yenmiştik. Kâbuslar geride kalmıştı. Yine kendisine hiçbir şey söylemedim. Kuşkuya kapılmamalıydı. Benim için her şey bitmişti, hallolmuştu. Zaten öyle olacağını biliyordum, emindim.
Ta ki, iki ay sonra her şey yeniden başlayana dek. Ancak bu sefer doktorlar kesin bir şey söylemiyorlardı. Kuşkular beynimi kemiriyordu. Yılmaz'a fark ettirmemeye çalışıyordum, galiba o da bana karşı aynı çaba içindeydi. Safra kesesinde taş olabilir, ağrılar ondan ileri gelebilir demişlerdi.
Bu ihtimale öylesine sıkı sarıldım ve inandım ki, Yılmaz'ı da belki bir süre inandırdığımı sanıyorum. Özellikle hastanede, son günlerde her şeyin bilincindeydi. "Beni bağışla ciğerim, çok kötü şeyler olabilir, kendini hazırlamalısın" dedi. Sözlerini yarıda kestim: "Oğlumuzun üzerine yemin ederim, önemli hiçbir şeyin yok, iyileşeceksin" dedim. Güldü, inanmak istedi. Ertesi sabah hastaneye gittiğimde çok derin uyuyor buldum. Derin, çok derin. Beni duymayacak kadar derin. İlk defa çok korktum. Odadan fırlayıp, daha önceden tanıdığımız Cumhurbaşkanı'nın hanımı, Madam Mitterrand'a telefon ederek yardımlarını istedim. Özel olarak doktorlar gönderdiler.
Bir gün bana: "Sana bir şey olacak olursa ciğerim, dünyayı altüst ederim bilesin" demişti. Ben de dünyayı altüst etmeliydim, bir çaresini bulmalıydım. Sağlık bakanlığını da ayağa kaldırmıştık. Özel bir uçak hazırdı. Gerekiyorsa, dünyanın öteki ucuna götürebilecektik. Ben, mutlaka götürmek için diretiyordum. Bir yerlerde bir çare olmalıydı, mutlaka olmalıydı. Tıp bu kadar aciz olamazdı. Ancak doktorlar, yapılabilecek her şeyin yapıldığını, nereye gidilirse gidilsin artık mümkün olan hiçbir şeyin kalmadığını söylüyorlardı ısrarla.
Çaresizdik... Evet, yapılabilecek her şeyin belki en iyisi yapılmıştı ama ne yazık ki geç kalmıştık, çok geç... Kurtaramadık...
Yılmaz Güney hapishanede geçen yıllarında senaryo ve romanlar yazmıştı. Nasıl çalışırdı?
Yılmaz 1972 Mart'ında Selimiye Askeri Cezaevine düştüğü günden, Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldığı 1981 Ekim'ine kadar yazdı. En önemli yapıtlarını hapishanelerin o yiyip bitiren, tüketen acımasız koşullarında ve sürgünlerde yarattı.
İlk romanı Boynu Bükük Öldüler'di. Bu kitabı yazdığında da hapishanedeydi. 18 yaşında küçük bir hikâyeden 1,5 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştı ve Nevşehir Cezaevi'nde yatıyordu. Yıl 1961'di. Daha sonra da Konya'ya sürgüne gitti.
Ağıt ve Acı da sürgün döneminin ürünleri olarak bilinir.
Evet. Yılmaz 1971 yılında yasa dışı örgüt ve kişilere yardım ettiği gerekçesiyle önce bir süre gözaltına alındı. Ardından İstanbul'u terk edip Kayseri'ye gitmesi istendi. Bu dönemin filmleri geçenlerde Fransız Televizyonu'nda gösterilen Ağıt ve Acı oldu.
Resmen tutuklanıp Selimiye'ye düştüğü 2,5 yıllık süre içinde de üç hikâye yazmıştı: Salpa, Sanık, Hücrem. 1974 affının ardından 3,5 aylık gibi kısa bir süre sonra en uzun tutukluluk dönemi geldi. Bu 7,5 yıl sürdü.
İkinci büyük romanını da bu yıllarda yazdı. Bu kitapta Ankara'nın gecekondu semtlerini Çinçin Bağları'nı ve hapishanedeki çocuk koğuşunu anlatıyordu.
Yılmaz, 1977 Kayseri Cezaevi'ndeki Oğluma Hikâyeler adlı çalışması için de şöyle diyordu:
"Oğluma hikâyeler yazmayı, daha 1972'lerde Selimiye'de düşündüm. Devrimci öze sahip bir sanatçı, oğluna devrimci miras bırakmalıydı. Oğluma, oğlum vesilesiyle bütün dünya çocuklarına en içten armağanımdır bu hikâyeler. Onların olumlu gelişmelerinin dokusunda kıl kadar pay sahibi olmak bizim için onur vericidir."
Kitaplar dışında sinemayla ilişkisi nasıl olmuştu hapishane yıllarında?
Yılmaz, diğer bir yandan da, gece gündüz yıllardır uzağında kaldığı büyük tutkusu ve hasreti sinemayı düşünmekte, düşlemekte ve özlemekteydi. O günlere kadar filmlerini senaryosuz olarak çekmekteyken, hapishanede en ince detaylarına kadar düşünülmüş, kurulmuş senaryolar yazmaya başladı.
Bazıları için, (Örneğin Sürü) Doğu bölgesinde yaşayan halkın, aşiretlerin, gelenek ve göreneklerini, yaşam biçimlerini, kendisinin çok yakından tanımasına rağmen, o yörelere araştırmacılar göndererek, yeniden gözden geçirtiyordu. Olayları, kişileri yaşamın gerçeğine en uygun biçimiyle yakalamak ve aktarmak amacındaydı.
Örneğin, yine "Yol" filminin kahramanlarından, karısını karda dondurarak öldüren Seyit Ali tipi tamamen gerçekti ve bu insan onun yanı başında, hapishanede yaşıyordu.
İzin, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman ve Yol işte bu tutukluluk günlerinin ürünleriydiler.
Bu arada yine kendisinin dışarıdayken, sınırlı sansür şartlarında, ilkel teknik maddi olanaksızlıklarda, yönetme olanağı bulduğu birçok film olsun, senaryolarını hapishanede yazdığı filmler olsun, kendisinden çok önce Avrupa'ya çıkmışlar, önemli dünya festivallerinde ödüller almışlardı.
Yılmaz, hapishanelerin güç şartlarında, yalnızca sinema alanında, roman ve hikâye dallarında, bir sanatçı olarak, ülkesinin toplumsal gerçeklerine ışık tutmanın ve tanıklığını belgelemenin dışında, dergiler çıkartıyor, siyasi, felsefi, kültürel konu ve sorunları içeren düşüncelerini de yazıyor, yayınlıyordu.
Çünkü Yılmaz, sadece bir sanatçı değil, aynı zamanda düşünen, yeni fikirler üretebilen, yeni değerlendirmeler yapan, sürekli kendini geliştiren, eleştiren, yenileyen bir adamdı. Ne kadar yazık ki, yapmak istediklerinin ve üstün yeteneğinin henüz son derece az bir kısmını gerçekleştirebilmişken, bir yaratıcının ihtiyacı olan özgür yaratma ortamına henüz yeni kavuşmuşken, hiç beklenmedik bir düşman onu içinden vurdu.
Türkiye'den niçin ayrıldı?
Yılmaz'ın on senelik hapishane döneminde, istediği her an, hapishanelerden ve Türkiye'den ayrılmasının şartları vardı. Ancak o, artık yapabileceği hiçbir şey kalmayana, dışarıyla tüm bağları kopartılana dek bekledi.
Farklı düşüncelerinden ve değerlendirmelerinden ötürü hakkında yüzlerce yılı bulan dava dosyalan açılmıştı. Son yazdığı senaryolar, önce sansür kurulunu, daha sonra da Danıştay'ı aşamıyor, daha önce bu engelleri aşan Sürü ve Düşman filmleri, Antalya Festivali'nde yarışma dışı bırakılıyor, "Güney Film" damgası taşıyan filmler gittikleri her yerde, sansür ve kısıtlamalarla karşılaşıyordu.
Böylece, Yılmaz'ın artık ülkesinde sinema yapma koşulları, tümüyle ortadan kalkıyordu.
81 yılının Ekim ayında ülkesini terk etmek zorunda kaldı Yılmaz. Avrupa'ya geldik. Her zaman bir yurtsever olarak, kendi kültür ve alışkanlıklarına bağlı bir insan olarak, ülkesinin en kötü bir cezaevinin, en kötü hücresi, başka ülkenin en güzel, en rahat yerlerinden daha iyidir diyen Yılmaz, dalından kopmanın acısı ve hüznü ile duygularını şiirlerde de dile getiriyordu.
Onun için sürgün, ülkesinin taşına, toprağına, havasına, suyuna, ağacına, kuşuna, insanına, aşına özlem demekti. Onun için sürgün bir anlamda sansürsüz film yaratabilmek ve özgürce düşünebilmek demekti. Onun için sürgün, sürgün demek değildi.
Yılmaz Güney yurt dışında yalnızlık çekiyor muydu?
Yalnızlık duygusunu insan sadece gurbette değil, bizzat kendi ülkesinde de duyabiliyor, yaşayabiliyor. Yılmaz, her dönemde yalnız bir adamdı. Yani yalnız başına mücadele veren bir adamdı demek istiyorum. Çünkü Yılmaz, Yeşilçam'a kendisini kabul ettirmek için savaşırken "yalnız" bir adamdı.
Yılmaz, Yeşilçam'da yapmak istediklerini gerçekleştirmek için mücadele ederken "yalnız" bir adamdı. Yılmaz, gerçek demokrasi mücadelesinde, çeşitli gruplara, kişilere, entelektüel-aydın çevrelere karşı, kendi görüşleriyle ortaya çıkarken "yalnız" bir adamdı.
Yılmaz, tek bir şeye güveniyordu: Halkına... Çünkü biliyordu ki o, halkın yüreğindeydi.
Yol filmiyle Cannes Film Festivali'nde birinci olduktan sonraki yapıtı, Duvar'ı filme almaya nasıl karar verdi?
O büyük başarıdan sonra tüm dünya sinemasının gözü ve dikkatleri üzerindeydi. Türkiye ve dünya kamuoyları karşısında görevleri ve sorumlulukları ile baş başaydı. Yıllarca etiyle kemiğiyle yaşadığı ve tanığı olduğu hapishanelerdeki olayları anlatarak, Türkiye manzaralarının önemli ve güncel bir kesitini sergileyen "Duvar" filmiyle işe başlamaya karar verdi. Daha kolay, Avrupalıların daha çok hoşlarına gidebilecek ticari bir konu da seçebilirdi.
Oysa Türkiye'yi yeniden gündeme getirmek ve tartışma konusu yapmak için zor olanı ve siyasi yönden zorunlu olanı seçti.
Bu film, onun onlarca projesinin ilk adımıydı. Daha sonra yapacaklarında yerel ve ulusal olmaktan, Türkiyeli sinemacı Yılmaz Güney'den yola çıkarak evrenselleşmek istiyordu.
Genel olarak sanata, sanatçıya, sinemaya nasıl bakıyordu?
Yığınların bilinçlerinin sarsılmasında, onları, düşünmeye ve kendilerini değiştirme doğrultusunda istek duyurmaya zorlamanın, sanatçıların kaçınılmaz görevi olduğuna ve sanatçının çağının, ülkesinin sorunlarına kayıtsız kalmaması gerekliliğine inanırdı. Halk için mücadele veren bir sanatçıydı.
Yapıtlarında, Türkiye'nin çözülen feodalizmini, kaybolan gelenek görenekleri, yok olup giden değerleri, toplumsal-siyasal yaşamın çalkantıları ve fırtınaları içinde bocalayan, boğulup kalan, çözüm ve yol arayan insanların acı dolu yaşamlarını dile getirdi. Derin aşkların, bağlılıkların, hasretlerin, şefkatin şarkılarını söyledi.
Bugün dünyada, Yılmaz Güney nasıl yankı buluyor?
Romanları ve hikâye kitapları, sekiz uluslararası dile çevrildi...
Filmleri, Avustralya'dan Arjantin'e, İsrail'e, İsveç'ten Hindistan'a kadar tüm dünya televizyonlarında, sinemalarında ve festivallerinde gösteriliyor.
Yine, dünya sinematekleri, arşivlerine onun filmlerini de katmak için uğraşıyorlar. Dünya durdukça, sinema tarihine altın harflerle ismini dişi ve tırnağı ile kazıyan bu cefakâr ve büyük devrimci sanatçı da yaşayacak...
Eşinizin geleceğe ve çocuklara bakışını anlatır mısınız?
Yarınlara, çocuklara, yaşama ve ölüme bakışını doğum günü olan 1 Nisan'da bana Selimiye'den 1974 yılında yazdığı bir mektupla anlatmak istiyorum:
"Sevgili yavrum,
Nüfus kağıdıma göre bugün otuz sekiz yaşıma girdim. Önümüzde, denenmemiş acılarla dolu kimbilir kaç yıl kaldı. Hayatı kendim için yaşamıyorum. Acılara da kendim için katlanmıyorum. Ve korkmuyorum hiçbir şeyden, başıma gelecekleri de biliyorum.
Yüzlerce, binlerce yıl yaşayacağız. Yarın bizim çünkü... Biz öleceğiz, ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde... Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları tanımayacaklar...
Sevgili çocuk, demir yürekli kadınım... Korkular, acılar... Yenilecektir bir gün... İnsanoğlunun yıkılmaz inancı ezecektir vahşeti... Mutlaka ezecektir...
İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayış yıkılacaktır... Taş duvarlar, kelepçeler, zincirler, demir kapılar yok olacaktır...
Sevgili... Bahar bütün kuşları, çayırları ve çiçekleri ile geldi... Bahar biziz sevgili, biziz baharı yaratan... Bahar yeni baharlara varacak içimizde ağaç, kuş, çiçek bizimle güzeldir.
Sevgili... Çünkü ona can veren biziz.
Otuz sekiz yaşım, ranzam ve daş duvarım...
Parmaklığım... Kelepçem, kırlangıç kuşları ve oğlum ve karım ve anam... hepiniz...
Merhaba!"
Siz bir gün anılarınızı yazmayı düşünüyor musunuz?
Yazmayı deneyeceğim. Çünkü bunu benden Yılmaz kendisi istemişti. Uzun ayrılıklara rağmen, en uzun süreli ve ona en yakın olmuş olan, yaşamının önemli yıllarının tanıklarından biriyim.
Zamanında, şöyle ya da böyle yanında bulunmuş olmaktan veya beraber çalışmış olmaktan pay çıkarmaya kalkışacak bir sürü insan, doğru yanlış şeyler anlatacak, yazacaklardır. Bunun için, onu yarınki kuşaklara en gerçek biçimiyle aktarmaya ve belgelemeye çalışmanın en başta benim görevim olduğuna inanıyorum.
Yılmaz Güney'den sonra Türkiye'ye niçin geri dönmediniz? Avrupa'da yalnızlık çekiyor musunuz?
Türkiye'ye benim anlayışım açısından insan haklarına saygılı, demokratik ve özgür bir ortam oluşana dek dönmemeye kararlıyım. Diğer yanıyla içimde hep şöyle bir duygu oldu: Yılmaz'ın filmlerinin gösterilmediği, kitaplarının okutulmadığı, adının Türkiye sinema tarihinden silinmeye çalışıldığı bir ülkeye dönmenin ne anlamı olabilirdi?
Bir gün döneceğim... Bütün bunlar değişmiş olacak...
Avrupa'da yalnızlık duymuyorum. Çünkü insan en yakınları arasında bile yalnız kalabiliyor, anlaşılamayan karalamalara, dedikodulara, türlü pisliklere maruz kalabiliyor. Avrupa'da ise ufuklar çok geniş, ilişkiler zengin, seviyeli ve saygılı... Olanaklar çok çeşitli ve yapılacak çok şey var...
Sizin için yeniden sevmek, hayata bir başkasıyla yeniden başlamak mümkün olabilir mi?
Çok özel, çok zor bir soru sordunuz. Gerçekten zorlandım ancak bu soruya cevap vermekten kaçınmak gerçekçi bir yaklaşım olmayacak. Çünkü mademki ben yaşıyorum, mademki yaşam sürüyor tüm acılara rağmen... Ve sürüyor tüm zenginlikleriyle, tüm çeliş-kileriyle...
Madem ki, Yılmaz'ın da dediği gibi bahar biziz, bahar yeni baharlara varacak içimizde, ağaç, kuş, çiçek hep bizimle güzel, çünkü ona can veren biziz. Yani insanın insana olan tutkusu, yaşamın özü ve temelidir, öyleyse bir gün yeniden sevmek mümkün olmayacaktır demek, yaşamın gerçeğine uygun düşmeyecektir.
Sevinçleriyle, kederleriyle aynı yaşamı paylaşmanın, yaşam mücadelesinde el ele birlikte direnmenin, dostluğun, dayanışmanın, fedakârlığın en yüce örneğidir sevmek.
Biz Yılmaz'la bu duyguları en doruk noktalarında çok uzun yıllar boyu, en acımasız koşullarda yaşayarak denedik. Onu kaybettiğim sıralarda, ölümün o korkunç çaresizliğiyle pençeleşirken, arkasından gitmeyi düşünecek kadar bunaldım.
Ancak, devam etmek gerekiyordu. Her insanın, hayata ve acılara karşı çeşitli direniş biçimleri vardır. Kimisi, ölü mün çaresizliği karşısında boyun eğer, hayata küser, kapı ve pencerelerini kapatır, tüm dünyaya karşı ve kaderine razı olur. Ben, işte bunu yapmamalıyım.
Çünkü bence bu, güçsüzlüktür, zayıf düşmektir. Hayatımın hiçbir döneminde kaderime razı ve güçsüz olmadım. Asla ağlayıp, sızlanmadım. Kaderimi değiştirmek için on sene uğraştım didindim bekledim. Her şeye, Yılmaz'la yeniden başlamak mümkün olsaydı, onlarca sene daha bekler, sabreder, aynı zorluklara, aynı acılara ömrümün sonuna dek katlanabilirdim. Ama heyhat...
Şimdi, geçmişin omuzlarındaki mirası ve geleceğin sorumlulukları ile tek başıma çarpışıyorum. Güçlüyüm...
Yılmaz Güney'le yaşamakla, Yılmaz Güney'siz yaşamak farkı ne? Yılmaz kendisinden sonra nasıl bir yaşam sürmenizi arzu ederdi?
Yılmaz'la yaşamakla, Yılmaz'sız yaşamak arasında, her zaman çok ince bir sınır vardı. On altı yıllık evlilik dönemimizin yalnızca altı yılı beraber olabildik. O altı yılın da iki yılı paramparça dört yılı sürgünde, türlü zorluklar, çelişkiler, uyumsuzluklar, endişeler, hasretler içinde ve kanser kâbusuyla tükendi...
Hayatı kendimiz için hiç yaşamadık. Yılmaz'ın giderken ikimizle ilgili acısı bu oldu. Arkasından yas tutmamamı, gerçekçi davranmamı ve de artık kendisi için değil, kendim için yaşamamı istemişti. Onun bu duygularının uzantılarını, geçen gün okuduğum Uruguaylı yazar Eduardo Galeano'nun sözlerinde buldum:
Yaşamak, ayakta kalmak, bu küçük bir zaferdir. Capcanlı kalmak, vedalaşmalara ve cinayetlere rağmen neşeli olabilmek... Sonunda acıya alıştık ve neşe elemden daha fazla cesaret gerektiriyor. (AS)