“Seks işçisi tabirine çok kızıyorlar. ‘Hayat kadınıymış! Pes! Ne hayatı? Bu kadınların bir hayatı yok ki.’ diyorlar.”
Okur olarak bazı yazarları beklersiniz yeni kitabı çıksa da bir an önce okusam dersiniz. Benim için o yazarlardan biri Demet Cengiz.
“Adımı Deniz Koydular” ile tanıdığım Cengiz, son romanı “Göl Kıyısında Leyla” ile okuru yine toplumsal gerçekliğin en kıyısız yerine bırakıyor kadınların, çocukların, görünmeyenlerin dünyasına götürüyor.
Kadınların hayatını bu kadar incelikli, bu kadar sahici, bu kadar etten kemikten bir dille anlatan bir yazarı okuyor olmak büyük bir şans. Elbette aynı zamanda ağır bir yüzleşme.
Kitapta, bir kız çocuğunu görmezden gelen, onu değersizleştiren ve bir gün o geneleve giden yolun taşlarını döşeyen bir toplumsal gerçeklik var. Tam da bu nedenle Cengiz’in kitabını herkes okumalı.
Demet Cengiz ile “Göl Kıyısında Leyla”, kadınların ağır yükleri, kimlik, kader ve yazmak üzerine konuştuk.
"Yazar gerçeği de kurgulayan kişidir"
Göl Kıyısında Leyla ile ‘Su’ üçlemesini tamamladınız. Üçlemenin ilk iki romanı Adımı Deniz Koydular ve İçimde Yanan Nehir gibi bu da odağına kadınları ve çocukları alıyor. Ne anlatıyorsunuz Göl Kıyısında Leyla’da?
Bir yazara en zoru ne anlattığını anlatması. Ya da en azından ben böyle hissediyorum. Yazmak bir dert anlatma biçimi ya zaten. Ancak üçüncü romanımda anladım ki romanlarımı anlatmakta güçlük çekiyorum. Bu bir tek bana mı özgü yoksa bütün yazarlar ve hatta yönetmenler böyle mi hisseder bilmiyorum.
Roman bir genelevde başlıyor. Hep birlikte bir kapıdan içeri giriyoruz. Bu kapı insanın insan kalmasının imkânsız olduğu, kadın sömürüsünün en aşağılık halinin gözler önüne serildiği bir eve açılıyor. Bu evde bedenen ve ruhen sömürülen on üç kadın var. Birkaç tanesinin öyküsü öne çıkıyor.
Genelevde geçen bir roman. Bu bir kurgu mu gerçek mi?
Yazar gerçeği de kurgulayan kişidir. Sorunun maksadını anlıyorum ama. Gerçek öykülerden esinleniyorum hep. Şu dünya adı verilmiş gezegende insanlara temas ettikçe içime sızan öyküler var. Parça parçalar ve kimi zaman ben onları bir araya getiriyorum. Bir sanatçının gerçek malzemeleri tuvalin üzerine yapıştırarak bir eser kurgulaması gibi belki…
"Kadersizlikleri üzerime çöktü"
Yorumlarda sıklıkla genelev betimlemesini çok iyi yaptığınız dile getirilmiş. Bu kadar iyi anlatabilmeyi nasıl başardınız?
Açıkçası öncesinde çok çalıştım bu konuya. Hâlâ mevcut birkaç genelevin sokaklarında yürüdüm. Şehrin çeşitli yerlerinde başka başka zamanlarda denk geldiğim bedenini satmak zorunda kalmış kadınları ve trans bireyleri gözümün önüne getirdim.
Ve 80’lerde, 90’larda bu zorunluluğu yaşamış ve istisnasız hepsi çok acı çekmiş kadınlarla konuştum. Neredeyse seks tarikatı diyeceğimiz çeşitli suç örgütlerinden canını zor kurtarmış kadınlarla görüştüm. Ve şu anda bedenini satmak zorunda olan farklı yaşlarda olan kadınlarla bir araya geldim.
Söyleyebileceğim tek şey bütün bunların kaldırılamayacak kadar ağır olması. Bu insanların kadersizlikleri üzerime bir karabasan gibi çöktü.
Onların hiçbiri bana fiziki olarak mekânı anlatmadı. Bu mekân öykünün iskeletini kafamda kurarken oluştu. Tabii ki ben hiçbir zaman bir genelevde bulunmadım. Orada bulunmak için ya çalışan ya da müşteri olmanız gerekiyor. Bilgiyle değil sezgiyle kafamda tasarladım mekânı.
"Yazmaya başlamak zor oldu"
Çok sayıda kadınla bir araya gelmişsiniz. Ne sordunuz ?
Stajımı da sayarsak neredeyse otuz yıldır gazetecilik yapıyorum. Soru sormak karakterime yerleşmiş belirgin bir özellik. Ancak ben bu kadınlara hiçbir şey sormadım. Diyebilirim ki görüşmelerimizin çok büyük bir kısmı sessizlik içinde geçti. Karşılıklı oturup birbirimize baktık. Onlar ne anlatmak isterlerse onu anlattılar.
Tabii ki benim niyetimi, bir roman yazdığımı, bunun için saha çalışması yaptığımı biliyorlardı. Ben bilgiden çok duygunun peşindeydim. Ama yazmaya başladığımda tanıklık ettiğim o duygulara rağmen mekânın içine bir türlü giremedim. Zor oldu.
O duyguyla yazmaya başlamak çok güçtü ve sonra bunun nedenini anladım. O kadar acı ki bir yandan farkında olmadan kendimi korumaya çalışıyormuşum. Çünkü yazmaya başladığımda artık duygunun tanığı değil hissedeniydim. Bu da epey acı verici bir süreçti.

Roman konusu itibariyle zaten çok cesur ama bir de daha çok cesaret gösterip bunu orospulara adamışsınız.
Ben bu kadınlarla bir araya geldiğimde veya onlardan bahsederken ne diyeceğimi bilemedim. Hâlâ da güçlük çekiyorum. Genelev çalışanı, seks işçisi, hayat kadını, eskort, fahişe, vb… Ne diyeceğim? Ne desem içim almıyor. Seks işçisi tabirine çok kızıyorlar örneğin. Hayat kadınıymış! Pes! Ne hayatı? Bu kadınların bir hayatı yok ki.
Yetmişlerine gelmiş bir kadın bana “Bize orospu desinler. En dürüstü bu” dedi. Nezaket gösterip ne diyeceğimizi bilemiyor olmak da sorunu çözmüyor. Sonra orospu kelimesinin etimolojisine baktım. Farsça kökenli bir kelime. Ruspi.
Önce uruspi oluyor ve sonra u sesi o sesine yuvarlanıyor. Ruspi. Farsça yüzü ak demek. Bunu öğrendiğimde sarsıldım. Farkında olmadan bu kadınlara “Senin yüzün ak, alnın açık. Senin suçun yok” demişiz. Kanunlarımıza göre hakaret ama romanı tırnak içinde ‘orospulara’ adadım.
"Yaşadığın bir kadersizlikse kimliğin ne önemi var?"
Bu roman bir taraftan da bir kimlik arayışı. Kimlik vurgusu neden?
Bence bir ön kimliklerimiz var. Başlangıç kaderi gibi bizim elimizde olmayanlar. Aile, doğduğun ülke/şehir, içinde yaşadığın kültür, inanç, ideoloji, teninin veya gözünün rengi…
Çok klişe ama coğrafya gerçekten kader. Ama tek başına coğrafya da değil ona eşlik eden siyasi atmosfer, rejim, demokrasi, hukuk… İsviçre’de de doğmuş olabilirdiniz Karadağ’da da. İkisi de Avrupa’da ama kaderler ne kadar farklı. Bir rezidanstan veya gecekondudan Boğaz’a bakmak aynı şey değil.
Ben doğmadan önce verilmiş kararlar, benim seçimim olmayan ön kader nedeniyle övülmeyi de yerilmeyi de yersiz buluyorum. Kimlikler önemli ama öldürücü de olmamalı. Amin Maalouf’un ‘Ölümcül Kimlikler’ kitabını birkaç kez okudum ve herkese tavsiye ederim. Farklılıklara saygı duyulacak, bu kesin, ama farklılıklarımız nedeniyle çatışıyorsak ve hatta birbirimizi öldürüyorsak bu kimliklerimizi ölümcül hâle getirdik demektir.
Göl Kıyısında Leyla romanında hem metaforik olarak kimlik arayışı var hem de gerçekten kendi nüfus cüzdanının, dünyadaki resmi kaydının peşine düşmüş bir kadın. Kimlikler değişiyor ama kaderler değişmiyorsa… Yaşadığın bir kadersizlikse kimliğin ne önemi var?
Peki bu anlatılan hangi Leyla’nın hikayesidir? Her romanınız aynı cümleyle başlıyor. Kimin öyküsünü anlatacaksanız onun adıyla söylüyorsunuz. “Dinle! Şimdi bu anlatılan Yeter’in hikâyesidir.”
‘Su’ üçlemesinin ilk iki romanında ikişer kişinin öyküsünü anlattım. Kimin öyküsünü anlatıyorsam söze böyle başladım. Hatta o cümlenin bir devamı oldu. “Burada bir yol mahalleleri de kaderleri de böler” diye. Gerçekten öyledir; hep bir şeyler insanları ve kaderleri böler.
Bu bir yol olabilir; bir nehir, bir sınır, bir karar olabilir. Göl Kıyısında Leyla romanında ise anlatılan yekpare bir öykü. “Peki Leyla kim”, “Leyla hangisi” veya “Bu anlatılan hangi Leyla’nın hikayesi” sorusunu çok alıyorum. Bu anlatılan bütün Leylaların öyküsüdür. Hepsi Leyladır.
Sert bir gerçekçiliğiniz var ve aynı zamanda büyülü gerçeklik dilinize yansıyor. Bu kadar sert ve bu kadar büyülü bir dil aynı anda nasıl mümkün?
Hayatın kendisi, kurguların tümünden daha sert ve acımasız. Çok duyuyorum, okurken dayanamadım diyor insanlar. Bana, nasıl dayandınız, diye soruyorlar. Bizim okuyup yazmaya dayanamadıklarımızı ve hatta daha beterlerini yaşıyor insanlar.
Onların çektikleri acıların, uğradıkları haksızlıkların yanında bizim dayanamayışımız bile bir lüks. Eleştirmek için söylemiyorum bunu.
Ne güzel gerçekten kalbi olan bir insan okuyor demek ki; memnun oluyorum. Bu soğukluktan, sertlikten, acımasızlıktan kaçmak, dengelenmek için duyduğum bir arzu olabilir büyülü satırlar.
Geçenlerde bir okur “Ben kitabın satırlarını çizdim, kitap ise benim kalbimi çizdi” dedi. İnsanların üzülmesine neden oluyorum diye bir taraftan da üzülüyorum. Ama öyle çok ağzı, eli-kolu bağlanmış insan var ki… Tek birinin sesini çıkarmasına vesile olabiliyorsam ben o dayanamamaya razıyım. Hatta mecburum. Anlatmasam lal olurum.
"Her şey görmek istemekle alakalı"
Meraktayım, devamı gelecek mi?
‘Su’ üçlemesi tamamlandı ama bu evrenden başka karakterler yine bir öyküde karşımıza çıkabilir. Yazmaya devam edeceğim. Yazmak benim -her ne kadar yazdıklarım sert bulunsa da- yumuşak direniş biçimim.
Uzun yıllar ekonomi gazeteciliği yaptınız. Orada zirvedekileri anlatırken romanlarınızda en alttakileri anlatıyorsunuz. Bu kadar zıt bir yere gitmeli miydiniz kariyerinizde?
İş dünyası söyleşileri yaptım yıllarca. ABD Başkanı Donald Trump dahil dünyadaki önde gelen iş insanlarıyla röportajlarım oldu.
Zirvedekilerin başarı öykülerini anlattım yıllarca ama ben Çırağan Sarayı’ndaki basın toplantısında çıktığımda durakta yalınayak dilenen çocuğu da görürdüm.
Her şey görmek istemekle alakalı. Zirvedekilerin saraylarda basın daveti yapmaya gücü var ama o yalınayak çocukların seslerini duyurma imkânı hiç yok. Çoğu okula bile gitmiyor. Şimdi ben bunu görüp kafamı nasıl öbür tarafa çevirebilirim.
(EMK)







