Aydın Orak'ın yönetmenliğini yaptığı Sabırsızlık Zamanı, dünya prömiyeri için Varşova Film Festivali'ndeydi. İstanbul'da da Boğaziçi Film Festivali'nde gösterimleri yapılan film, kasımda Ankara Film Festivali'nde yer alacak.
Sabırsızlık Zamanı iki çocuğun Diyarbakır'da lüks bir sitenin duvarını aşıp havuza girme mücadelesi.
Aslında bu mücadelenin arkasında izleyiciye yoksul ve zengin arasındaki sınıf çatışmasını, şehrin coğrafyasıyla, politik iklimiyle birlikte sunan bir film.
Filmin hikayesini ve çekimlerini konuştuğumuz Aydın Orak senaryoyu kendi çocukluğuna dair anlatımlarla beslediğini, sinemada toplumsal olanı ve birilerine dokunan gerçekleri anlatmayı sevdiğini söylüyor.
Ne anlatıyor Sabırsızlık Zamanı?
Diyarbakır'ın ortasında bir havuz. Zenginlerin, burjuvanın havuzu. Sabırsızlık Zamanı, sabırsız çocukların bir şekilde zeki buluşlarla ve çeşitli mücadelelerle o havuzun duvarını aşmaya çalıştıkları bir hikâyeyi anlatıyor.
Ama bununla birlikte yan hikayeleri çok fazla.
Filmde birçok anekdot var, sevgi var, aşk var, çocukların günlük hayatta yaşadıkları, okulda yaşadıkları var, Diyarbakır'da yaşanan asimilasyon politikaları var, sınıfsal çatışmanın dışında politik sorunların da anlatıldığı bir film.
Yoksul mahallede çocukların aileleri ile olan durumları, o coğrafyaya ait bazı nüanslar var. Çocuklar çok zeki, büyüklerin kullanamayacağı sözleri dile getiriyorlar.
8 yaşındaki çocuğun büyüklerden bir şey talep etmeden, kendi sorununu çözme halini izliyoruz. Bu da coğrafyadan kaynaklanıyor.
Ben de Mardin'de doğup büyüdüm, 8-9 yaşından beri hatta hiçbir zaman ailemden, büyüklerden bir şey talep ettiğim bir an aklıma gelmiyor.
Çocukların filmdeki sahnelerinin çoğu benim otobiyografim, benim çocukluğuma dair sözler ve anlatımlar içeriyor. Büyüklerin sorunları çıkartıp ördüğü duvarı büyüklerden kaldırmasını talep etmek doğru değil. Filmin ideolojik olarak durduğu yer de orası.
"Duvarı aşıp havuza girmeye çalışıyorlardı"
Senaryo nasıl çıktı ortaya? Altını çizmek istediğiniz kavramlar üzerine mi şekillendirdiniz yoksa hayatın içinde tanık olduğunuz bir hikâye miydi?
İlk kentsel dönüşümün olduğu İstanbul Halkalı'da yoksul ve kenar mahallenin dibinde lüks siteler inşa edilmişti.
Sitelerin içerisinde havuzlar, kafeler varken etrafı da dikenli tellerle örülüydü. O siteye 15 yıl önce bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim.
Tam o açık havuzun olduğu yerde bana 'Burada mahalleden çocuklar sürekli duvarı aşıp havuza girmeye çalışıyor, bekçi de onları yakalayıp kovuyor.' dedi. Bu benim içimi cız ettirmişti.
15 yıl boyunca zaman zaman aklıma gelen bir olaydı. Aslında benim diğer tarafta olmam gerekirken arkadaşımı ziyarete geldiğim için sitenin içindeydim. Ama ben o çocukların tarafıyım.
Bu resim yıllarca kafamda sürekli döndü. Beş yıl önce de senaryosunu yazmaya karar verdim. Bu havuz üzerinden sınıfsal çatışmayı anlatan bir hikâye yaratmak istedim. Senaryo değişti, dönüştü ve sonunda Diyarbakır'a uyarladım.
İtalyan yapımcı senaryoyu okuduğunda bizim hikayelerimize çok benziyor demişti. Bir İspanyol yapımcı ise 'Ağabeyimin hikayesini anlatıyorsunuz' dedi.
Aslında sınıfsal çatışma dünyanın her yerinde var. Ben filmde bütün o çatışmayı havuz metaforu üzerinden anlatmak istedim.
Yönettiğiniz 'Asasız Musa' ve 'Yaşar Kemal Efsanesi'ni de düşününce gerçek olanı anlatmayı seviyorsunuz sanırım...
Evet, hayatın gerçeklerini anlatmak istiyorum aslında. Bu hayatta karşılaştığımız, daha çok toplumsal olan kısımlar beni ilgilendiriyor. Tabii ki filmde psikolojik, kişisel değişimler de yaşanıyor. Fakat ben karakter sinemasından çok durum sinemasını seviyorum.
Ve toplumda bir şeye dönüşen, değişen ya da birilerine dokunan bir şeyleri anlatmak bana daha doğru geliyor. Benim sinema anlayışım bu.
"Film sanki o anda çıkmış gibi"
Sinemada her filmin bir üslubu ve dili olduğunu düşünüyorum. Daha önceki filmlerim, belgesellerim kendi dillerini buldu.
Bu hikâyede anlatım daha farklı, bir taraftan belgesel gibi duruyor, bir taraftan kurmaca gibi. Her gösterim sonrası filmin yüzde kaçı doğaçlamaydı diye sorular geliyor.
Aslında yüzde 95'i senaryonun birebir aynısı ama her sahne sanki doğaçlamaymış gibi, sanki o an karar verilmiş ve çekilmiş gibi duruyor. Replikler de o an söylenmiş hissi veriyor.
Halbuki çocuklar günlerce, aylarca çalıştı, ezber yaptı. Filmdeki o anda çıkmış havasını bir sinema dili olarak kurdum. Kamera dilinin dışında kurguda da bu tekniği kullandık.
Bütün film jump cutlarla gidiyor. Seyircide 'Acaba mı?' sorusu oluşuyor. Acaba iyi mi, amatör mü, çalışılmış mı? O yüzden film aslında bıçak sırtı bir yerde duruyor.
"Dili belirlerken demokratik davranıyorum"
Diğer yönettiğim filmim Asasız Musa'nın dili alışılmışın çok dışındaydı. İzlenmesi, takip edilmesi, perdedekini okuması zor bir film. Sabırsızlık Zamanı giriş, gelişme, sonucu olan, karakterleri ve devamlılığı olan bir film.
Benim bir dilim var diye her filme aynısını dayatmıyorum. O hikayeler kendilerini bana nasıl dayatıyor ve benim süzgecimden nasıl çıkıyor diye düşünüyorum ve o anlamda biraz demokratik davranmayı tercih ediyorum.
Bir hikayem var, kendisini nasıl anlatmamı istiyor diye ona soruyorum. Bana bir cevap veriyor ve öyle anlatıyorum.
Varşova ve İstanbul gösterimleri nasıl geçti? Seyircinin ilgisi nasıl?
Polonya sineması da çok derinlikli ve eskiye dayanan bir sinemadır. Oradaki seyirci okumaları ile buradaki arasında çok fark var. Çünkü orada seyirci daha çok bilmediği bir coğrafyayı görüyor. Türkiye'nin en doğusu...
Filmde izledikleri onların günlük hayatta karşılaşmadığı sorunlar. Bu onların çok ilgisini çekti. Festivalin yarışma bölümünde dört gün boyunca üst üste gösterimler ve söyleşiler yaptık.
Onların filmde gördükleri ve sordukları sorular çok başkaydı. Daha fazla sinemaya ve politikaya dairdi. İstanbul'da ise 'Mirza karakteri şöyle iyi oynadı', 'Filmin şurası böyleydi' gibi daha teknik yorumlar yapıldı. Bizim seyircimiz daha teknik konulara takılıyor.
"Okulu karargaha çevirmişler"
Çekim sürecinde neler yaşadınız?
Pandemiden önceki yaz başladık çekmeye. Son iki yıl nerdeyse filmin kurgusu ve dünya dağıtımı ile geçti. Sanki film çekilmesin diye herkes bir olmuş gibi birçok engelle karşılaştık.
Biz oyuncular ve ekiple Diyarbakır'dayken çekime başlamadan bir gün önce İstanbul'dan gelecek ekipmanların iptal olduğunu öğrendik. Aynı gün Valilik izni onaylanmamıştır kâğıdı geldi.
Çekimden önce beş yılda üç kez Kültür Bakanlığı'na başvurduk, üç kez ret aldık. Çeşitli sponsorluklar aradık, yapımcılarla görüştük, hep ret aldık. Hep onaylanmayan mektuplar vardı elimizde.
Böyle olunca biraz da takıntı haline getirip bu filmi çekeriz dedik. Filmi de zaten politik olarak da sert mizaçlı bir mahallede çektik. İlk gün evin ilk sahnelerini çektik, sivil polisler geldi.
Başka bir gün çekim için okula girdiğimizde kapıyı özel harekât açtı. Çünkü okulu karargâha çevirmişler.
"Proje aşamasında köstek oldular"
Zorlu bir süreçti ama ben o coğrafyada doğup büyüdüğüm için oranın dinamiğini biliyordum. Normalde ekipman gelmeyince ya da Valilik'ten ilk onay gelmediğinde film çekilemeyecek diye geri dönülebilirdi ama bu biraz bizim ısrarımızdı.
Sur üzerinden drone sahnemiz vardı, Millî Savunma Bakanlığı'ndan bile izin çıkaramadık. En son Sur Emniyet Müdürlüğü 1 saatlik izin verdi.
Filmin çekimleri tamamlandıktan sonra Kültür Bakanlığı çekim sonrası desteği verdi. Antalya Film Forum'dan Work in Progress Ödülü aldık. Filmin dünya dağıtımını İtalyan şirket satın aldı.
Filme proje aşamasındayken herkes köstek olurken, filmin çekimlerini görünce herkesten destek almaya başladık.
Çocuk oyuncular nasıl çalıştılar?
Mirza ve Mirhat'a daha önce oyuncu koçluğu yaptığım için onları tanıyordum. İkiz çocuklar, tıpatıp aynılar. Ama ikisinin farklı karakterleri, farklı eğilimleri var. Biri daha duygusal daha içine kapanık diğeri daha hırçın daha özgüvenli.
Senaryoda hangi sahneyi kimin kotarabileceğini bilerek yazdığım için bazen Mirza bazen Mirhat çok iyi oynayıp döktürdü. Eşit derecede iyilerdi, herkes kendi sahnesinde iyiydi.
"Sabırsız olma gerekiyor"
Filmin adı nereden?
Yuri Trifonov'un Sabırsızlık Zamanı kitabını 25 yıl önce elime aldığımda kitabın ismi bana birçok şey çağrıştırıyordu. Sabırsız olmak gerekiyor, hareket etmek gerekiyor, ayağa kalkmak gerekiyor hissi uyanıyordu bende.
İçimde bir dinamizme neden oluyordu bu isim. Filmin ilk adı havuzdu, havuz hikâyenin ana odağında duruyor gibi ama anlatmak istediğim iki çocuğun bir havuza girmesi değil. Asıl derdim o değil.
Filmde anlatmak istediklerimle Sabırsızlık Zamanı adının çok uyduğuna inanıyorum. Bir şeyler derinlerde kaynıyor, fokurduyor ve eyleme geçiyor, başkaldırıyor, kartopu gibi büyüyor.
Filmin afişindeki yazılamadan yola çıkarsak dünya değişecek mi sizce?
Dünyayı değiştirmek kendini değiştirmekle ilgili bir şey diye düşünüyorum. Her şey insanın kendi hayatındaki o devrimi gerçekleştirebilmesinden başlıyor.
İyi olmayı başarabilmek, ötekinin hakkını gasp etmemek, her canlıya eşit düzeyde saygılı olmayı başarabilmek için kendini değiştirmek gerekiyor.
Başka bir canlının yaşam hakkı için ben et yemiyorum. Ekolojik sisteme, dengeye, insana, doğaya, bitkiye, şehre saygılı olmak ve onun da hakkını koruyarak hayatta var olabilmek lazım.
Önünüzdeki biri çöpünü yere atıyorsa belki siz onu yerden alıp kutuya atabiliyorsanız dünya değişir. Başkasının hakkını korumak. Başkasına üzülmek.
Aydın Orak hakkında
- 1982, Mardin doğumlu oyuncu ve yönetmen. 2000'den beri tiyatro ve sinema oyunculuğu yapıyor. 2003'te Tiyatro Avesta'yı kurdu.
- Dünya klasiklerini Kürtçeye çevirip sahneledi. Tiyatroyla ilgili 4 tane kitabı yayınlandı.
- Oynadığı, çevirdiği ve yönettiği oyunları dünyanın birçok ülkesinde defalarca sahneledi. Ve festivallere katıldı.
- Araf oyunuyla Yılın En İyi Tek Kişilik Oyunu ödülünü aldı. Kısa film, belgesel ve Uzun metraj filmleriyle ulusal ve uluslararası birçok festivale katıldı. Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları'ndan terk.
(CA/PT)