İlk, Bir Zamanlar Anadolu filminin muhtarı olarak izledim Ercan Kesal’ı. İzleyince insanların neden onu, köyün gerçek muhtarı sandıklarını anladım, o an muhtardı çünkü.
Merakım artmıştı kendisine karşı. Üç Maymun ile devam ettim kendisi ile olan yolculuğuma. İyice keyiflenmiştim ama kesmemişti. Tam bu sırada Radikal’deki yazıları çarptı gözüme. Okudukça açıldım, açıldıkça okudum. İşyerinde işi gücü bırakıp, kimsenin bilgisayar ekranıma bakmadığına kanaat getirdiğim anlarda yazılarını tekrar tekrar okuduğum oldu. Kısa bir süre sonra da yollarımız birkaç haftalık bir senaryo atölyesinde birleşti. Birinin eşi, birinin babası, birilerinin doktoru, beğendiği oyuncusu ya senaristi benim de hocamdı artık. Derslerde bol bol Bir Zamanlar Anadolu filminin setine gittik, bozkırlarda gezindik, deneyimlerinden yararlandık.
Ders bitti ama neyse ki, Ercan Kesal ile buluşmalar bitmemiş. Şimdi de kendisi, köşesinde yer verdiği hikayelerden ve daha fazlasından oluşan kitabı ile karşımızda. İletişim Yayınları’ndan çıkan ve Tanıl Bora’nın editörlüğünü yaptığı Peri Gazozu, Ercan Kesal’la çıkılan bir yolculuk gibi. Avanos’taki çocukluğundan İzmir’deki tıp öğrenciliğine sonrasında Anadolu’nun bozkırlarında yapılan hekimlik dönemlerine uzanan bu hikayelerde Ercan Kesal, en yalın hali ile insanı yani bizi anlatıyor. Yazdıklarının okunmasını değil, izlenmesini istiyor. Zaten aynen de dediği gibi oldu. Kitabın kapağını çevirmemle perde açıldı. Sonra seyre daldım. Bittiğinde ise sıcağı sıcağına Ercan Kesal ile görüştüm. "Okmeydanı’ndaki ofisinde başladığımız yolculukta Peri Gazozunu yanımıza aldık, anılara daldık, oradan sinemaya uğradık ve filmi Gezi Parkı’nda noktaladık."
Hepinize iyi seyirler…
Kitabınızda yer alan yazılarınızın çoğunu Radikal’deki köşenizde görmüştük. Yazılarınızı neden bir kitapta toplamak istediniz?
Söz uçuyor yazı kalıyor ama kitap daha da toparlayıcı bir şey. Bir gazetenin sayfalarında kalmasın, bir kitaplıkta, bir rafta yerini alsın istedim. Radikal’deki yazılar gazete köşesi formatındaki yazılardı. Oradaki her yazıyı editör Tanıl Bora’nın da önerisi ile tek tek elden geçirdim. Kitaptaki yazılar gazetedeki yazılardan farklı. Kahramanları ve doğadaki tasvirler daha geniş tutuldu. Bir de gazete köşesine girmeyecek uzunlukta 4 hikaye daha var. Onların da yer almasını istedim. Okuyucular da çok istedi kitap olarak görmeyi, biliyorum.
Size bu yönde mailler geliyor muydu?
Çok fazla. Mesela gazete yazılarımı ciltleyip kendince kitap yapanlar, onlardan dosya hazırlayanlar olduğunu biliyorum. Tabi “bunları kitap yapalım” cümlesini ilk kuran da İletişim Yayınları’ndan Tanıl Bora’dır. Yazıların hepsini bir araya getiren, sıralayan, kapağını oluşturan bütün bu mutfak sürecini yürüten de Tanıl’dır. Tamamıyla kendisine bıraktım, o sürece hiç karışmadım.
Kitabın girişinde de belirttiğiniz üzere kitabı babanıza ithaf ediyorsunuz. Kitap, babanızla aranızdaki bir bağ ya da onunla iletişim kurma aracınız gibi…
Radikal yazılarına başlamadan hemen önce kaybettim babamı. Sonra yazıların içine sızdı bu. Helalleşme, yüzleşme ya da yas meselesi… Zamanla ortaya çıkan bir şeydir, kayıp ya da yas duygusunun insan ruhundaki hesaplaşması. Farkında olmadan yazılarımda babamı, konuşmalarımı, çocukluğumu yazarak bir şekilde galiba babamın kaybından sonraki yas sürecini de tamamladım. Peri Gazozu babamın çıkarttığı bir gazozun ismi, babamın başlattığı bir hikaye. Hem adını oradan aldı hem de kitap, onun aziz hatırasına ithaf edilmeyi bekliyordu, öyle de oldu.
Gazetedeki yazılarınıza ara mı verdiniz?
Evet, hem Birgün’e hem de Radikal’e ara verdim. Eylül, Ekim gibi yeniden yazmaya başlarım.
Sebebi yoğunluğunuz mu?
Evet, çok yoğun olduğum için. Hakikaten, bir yazı için bir hafta falan uğraşıyordum. Akşam oturup sabaha bir şey çıkarıp vermiyordum. Köşe yazısından daha geniş bir alanım var ve içerik olarak da günceli takip eden bir durumum yok. Ben Suriye politikasından ya da barış sürecinden bahsetmiyorum. Gündelik hayatın konularını da takip etmiyorum, onlar daha kolay malzeme üreten şeyler. Geriye dönüyorsunuz, onların arasında metaforlar kuruyorsunuz, bir hizaya getirip bugüne bağlamaya çalışıyorsunuz. Bu süreç kaynak çalışmasını da içeriyor. Yanlış bir şey yazmamak için saatlerce antropoloji metinlerini, mitoloji sözlüklerini devirmek durumunda kalabiliyordum.
Bir yazınızda insan denen canlının en iyi kasabalarda tanınabileceğini söylüyorsunuz. Şehirler için neden bunu söyleyemiyoruz? Burada birbirimizi tanımanın imkanı yok mu?
Burada temasımız yok. Çok yalnızız, şehirlerin özelliği bu. 17 yıldır sitedeki evimde oturuyorum ancak üst kattaki komşumun adını bilmiyorum. Hayat aslında kalabalıkmış gibi görünüyor ama çok izole yaşıyoruz ve yalnızız. Kentin insana dayattığı şeyler bunlar. Köyler ise büyükçe bir aile konumunda. Zaten yeni birini tanımak ihtiyacınız köyde yoktur. Doğanları tanırsınız, bir de ölenleri bilirsiniz. Kasaba öyle değil. Kasaba ikisinin arasında bir şey olduğu ve sıkışmışlık hissini birebir yaşattığı için bu sefer kendi ile temas etmeye ve kendi içindekileri çoğaltmaya başlıyor. Bürokratlar var mesela, onların eşleri var. Onların halkla temasları var. Kaymakamın karısı, akşam emniyet müdürünün kulüpte anlattıkları vs… Bütün bir kasaba, dedikodular ve bu konuşmalar üzerinden sürekli temas eder birbirine. Bunlardan da bir takım şeyler ürer. Böylece insan ruhu sürekli olarak ortalığa dökülür, sınanır. Bastırılmışlıklar, yaşanmışlıklar, dedikodular… Bunlar insan ruhunun olmazsa olmazlarıdır.
“Aslında yazmıyorum da bir şey çekip izletiyorum gibi”
İstanbul üzerinden konuşacak olursak, burası Anadolu’dan yoğun göç alan bir şehir ve aslında İstanbul dediğimiz yer de bir sürü kasabadan oluşan büyük bir kasaba. Buna rağmen nasıl temassız kalabiliyoruz?
Belki kent diye tarif etmemek lazım, dediğin çok doğru. Biz burada küçük kasabalarda, küçük şehirlerde yaşıyoruz aslında. Beyoğlu’nun etrafında küçük Giresunlar ya da küçük Sivaslar var. Ama bu insanlar bir yandan da artık kentli. Üretim ilişkileri açısından… Yani kasabada insanlar otobüse binip tekstil atölyesine gitmezler. Bu insanlar sosyal olarak böyle bir hayatı sürdürüyorlar ama ekonomik olarak kentli işgücü durumundalar. Burada biri kalkıp şehrin öte yanında Halkalı’da mesela bir fabrikaya gidiyor ama kasabada öyle değil, birkaç sokak ötedeki dükkanın kepengini kaldırırsın en fazla. Bizim ekonomik ilişkilerimiz bizi tanımlar ve belirler. O anlamda kasabalar hala çok özel.
Hayata ve insan olmaya dair yazıyorsunuz ve yazılarınızı okurken herkes kendi hayatından parçalar bulabiliyor. “Büyüdüm ben baba” başlıklı yazınızda büyüdüğünü kanıtlamak için tek başına yapılan yarım yamalak banyolar geliyor aklıma ve tabi “aşırı duş alan” Fırat karikatürü… Farklı yerlerde, farklı zamanlarda benzer hayatları yaşadığımıza dair yazılarınız. Yazarken böyle bir derdiniz var mı?
Yazının üslubu açısından soruyorsan başlangıç itibari ile önce bir olay zihnimde yakıcı biçimde beliriyor. Diyelim “büyümek” ile ilgili bir şey… Erken kaybedilmiş bir çocuk, erken kaybedilmiş bir delikanlı ya da cuntanın idam ettiği bir devrimci, büyümesine müsaade edilmemiş bir insan… Bir şey benim içimi çok yakıyor. Sonra bu meselenin içinde taşıdığı metaforun ne olduğunu fark ediyorum. “Büyümekle” ilgili bir mesele ise diyelim ki, kendi büyümem, etrafımdaki büyümeler, çocuğumun benimle olan ilişkisinde “ben büyüdüm baba” demesi… Açıkçası, kafasını uzatıp kendisini göstermeye başlıyor. Sonra onları hizaya çekiyorum. Genellikle, Avanos’tan, çocukluğumdan başlıyor. Sonrası, hayatımın köşe döndüğü yerler, üniversite, hekimlik, mecburi hizmet, İstanbul ve buradaki hayatım oluyor. Bütün bunları içinde o tuhaf şeylerin, metaforların,- bazen bu nesne olabiliyor ceket, yorgan gibi- hayatıma nasıl çentikler attığını ve nasıl böyle güçlü yerlerde durduğunu da görüyorum. Sonra onları birbiriyle buluşturmak kolaylaşıyor. Farkındaysan filmi başlatıyorum yazı ile birlikte sonra da filmi bitiriyorum. Böylece aslında yazmıyorum da bir şey çekip izletiyorum gibi. Bu benim de fark ettiğim ve fark edilmesini istediğim bir şey.
“Yalan” başlıklı yazınızda da boğazına kayısı çekirdeği kaçtığına inanan bir hastanıza söylediğiniz yalanı anlatıyorsunuz. Bunu okurken bir yandan da aklıma fantastik öğeler taşıyan Park Chan-Wook’un bir filmi geldi. (I am cyborg but thats ok) Bu filmde yer alan bir sahnenin benzerini yaşamışsınız. Bazen yaşadıklarınıza inanamadığınız ve kendinizi fantastik bir dünyada hissettiğiniz oluyor mu?
Kayısı çekirdeği olayı yaşandığında sene 1986’ydı. Yine, bir başka hikayede kapıdan biri girdi ve “kan tükürüyorum, ben veremim” dedi. Bu şekilde gelen ve bu cümleyle başlayan birisine herkesin anladığı anlamda bir hekimseniz “saçmalama, doktor değilsin ki, nerden çıkarıyorsun” gibi karşılıklar verebilirsiniz. Ama ben böyle durumlarda hemen şunu öğrenmiştim: “Böyle bir cümle kurmamam gerekiyor.” Yazımda da belirttim, bu durumda “yapma yav, allah allah, verem oldun ha, istersen bir de ben bakayım” diye başlıyordum cümleye. Böylece onunla hemhal oluyordum, yani onun olduğu tarafa geçiyordum. “Veremim” deyince bir hekim olarak “yapma yav, üzüldüm” diyebilirsin. “O zaman ne yapıcaz abi, bi de ben bakayım akciğerine istersen” falan diyordum. Böyle yaptım ben hekimliğimi. Bu, kayısı çekirdeği meselesinde de aynı. Doğal olarak adama kimse inanmıyor. “Anan baban haklı, sen bu sevdadan vazgeç, senin boğazında kayısı çekirdeği falan yok” demek yerine onun tarafına geçip, “obsesyonel bir durumu var, kayısı çekirdeğini çıkarırsam belki onu bu zihinsel takıntıdan kurtarırım” diye düşündüm.
“Siz ölüp gideceksiniz ama yazdıklarınız, ürettikleriniz kalacak”
Sizin edebiyatla ilişkinizin bu kitabın çok öncesine dayandığını biliyoruz. Çocukken iyi bir okuyucudan yazarlığa geçiş süreciniz nasıl oldu?
Yazma eylemi profesyonel yazarlık olarak başlamıyor zaten. Arkadaşınızın hatıra defterine yazdıklarınızla da başlıyor, ortaokul ya da lisede kompozisyon derslerinizde yazdıklarınız da buna dahil. Buralarda Türkçe ya da edebiyat öğretmeninizin sizi takdir etmesi ile de sürebilir. Ortaokulda da lisede de, okul duvar gazetelerini hep ben çıkarırdım. Kompozisyonum da iyiydi. Erken yaşlarda büyük, hacimli şeyler okudum hep. Ortaokul ve lise böyle geçti. Tıp fakültesi biraz daha zahmetli bir okuldur. Daha çok kendi mesleğiniz ile ilgili şeyler okursunuz. Daha sonra ise psikoloji ve antropoloji eğitimleri bana çok şey öğretti. Spesifik okumayı ve alanımda daha derinleşmemi sağladı. Profesyonel anlamda yazdığım şeyin basılı olduğunu görmem ise ilk, İzmir’de tıp fakültesindeyken yazdığım bir şiir ile oldu. Onu günlerce masamda tuttum öylece, açıp açıp baktım o sayfaya, ismime baktım. O çok kıymetli bir şey. Nedir o, yazdıklarınızın başkaları tarafından da okunuyor olması. Artık anlaşıldığınız ve derdinizi birilerine ulaştırdığınız duygusu oluşuyor. Anlaşılma ihtiyacı ile başlıyor belki de ve sonrasında takdir edilmeniz özgüveninizi güçlendiriyor. Bir süre sonra bunun aslında varoluşsal bir meselenin de çözümü gibi olduğunu görüyorsunuz. Kalıcı olan şey o, siz ölüp gideceksiniz ama yazdıklarınız ya da ürettiğiniz şey ne ise kalacak. Bu da çok güçlü bir duygu.
Genelde yazma eylemine ilk şiirle başlandığını görüyoruz bir tesadüf olmasa gerek.
Kolay çünkü, ya da öyle olduğu düşünülüyor ama bence çok daha zor. Onun içine girip yazmaya başladıktan sonra o sözcük ekonomisinin nasıl bir şey olduğunu ve şiirin aslında nasıl kristalize bir metin olduğunu fark ediyorsunuz. Epeyce yazdım ettim, sonrasında daha düz metinlere döndüm.
Hala şiir yazar mısınız?
Yok yazmıyorum. En son yazdığım şiiri hatırlamıyorum. Karım için yazmış olabilirim düğünde, 2005 yılında, çünkü en son onu düğün yemeğinde ona yazdığım bir şiiri okurken hatırlıyorum. Ondan sonra şiir yazmadım, ama şiirin bana öğrettiği çok önemli iki şey var. Birincisi sözcük ekonomisi, ikincisi ise metaforlar. Az lafla çok şey anlatabilme yeteneği. Biraz da devrik cümleler var hikayeler içinde. Bunlar da insana alttan alta bir şiir hissi veriyor. Yazıyı tekrar tekrar elden geçirirken her seferinde fark ettiğim bir şey vardır ki, o da mısra içi ses uyumu. Şiir yazarken olmazsa olmazlardandır. Bir kelimeyi birkaç kere üst üste pek kullanmazsınız. Kullanıyorsanız da bir niyetle ve bilinçli olarak kullanmak durumundasınız. Seslerle çok uğraşırım yazı bittikten sonra. Kelime seçiminde ona dikkat ederim.
Yaşadıklarınızı yazılarınıza yansıtıyorsunuz. Çocukluğunuza, gençliğinize dair bu kadar anıyı nasıl böylesine net hatırladığınızı merak ediyor ve özeniyorum.
Eskiyi daha canlı hatırlıyorum farkındaysanız. Ama insan hafızasında bu vardır, insan eskiyi daha kolay hatırlar, yeniyi daha çabuk unutur. Görsel gözümün olduğunu söyler sinemacı arkadaşlarım. Sadece bakmak değil de kamera gözüyle görmeye çalışan bir tarafım var. Sizi temin ederim eğer beni çok etkilemişse örneğin, 1985 yılında 21 Şubat’ta öğleden sonra gelen hastamı kıyafetlerine kadar tarif edebilirim. Size yüzünü anlatabilirim uzun uzun. Zaten bunlar gözüküyor hikayelerimde de. Aslında hatırlamak, ayıklamaktır. Bir yandan da bazı şeyleri unutmaktır. Hatırlamak bir tercihtir. Bununla ilgili vereceğim örneği derste de anlatmıştım, hatırlarsın. Kameranızı bir yere tuttuğunuz zaman orayı aydınlatırsınız ama etrafını karanlıkta bırakırsınız. (Sait Faik, Projektörcü) buradaki anılardaki parlaklık, yazmaya çalıştığım hikayeye tuttuğum projektörün parlaklığı birazcık. Onu ayıklıyorum ve öne çıkarttığım zaman oradaki kişilerin kıyafetlerini, çantasını, ayakkabısının rengini daha net gösterebiliyorum.
Hatırlamak aynı zamanda da büyük bir yük olsa gerek? Çünkü yükümüzden kurtulmak için unutmayı seçeriz genelde.
Belleğin kendine ait iradesi vardır. Bunun kişiyle pek ilgisi yok. Bazen siz istemeden çıkıp gelebilir, bazen siz çok isteseniz de köşesinde bekler. Belki hiç farkında olmadan taşıdığımız yükler var. Belki de bize yük gibi gelen şeylerin hiçbir ağırlığı yok, bilmiyoruz ki.
“İnsanın önce kendi içinde devrimini yaratması lazım”
Daha önce yapılan bir röportajınızda “Lisede genç bir delikanlıyken de, şimdi de bir tek derdim var, iyi insan olmak” diyorsunuz. Sizin “iyi insan” tanımınız nedir?
Bu cümlenin öncesindeki soru şuydu: Nasıl ülkücü iken, sosyalist oldunuz? Bunun için çok büyük dönüşümlere gerek yok, insan bazen büyük kararları ya da büyük dönüşümleri küçük nedenlerden de alabilir. Mutlaka onun bir sebebi vardır ama biz onu çok bilmeyiz. Ben lisede bir delikanlıyken de daha sonra üniversitede bir sosyalistken de ve şimdi de hep bir derdim oldu. Ben hep iyi, namuslu, haysiyetli, onurlu, adil ve düzgün bir insan olmak istedim. Başka bir derdim yok ki, hala da öyle. Lisedeyken “ülkücü olayım, Türkistan’daki Türkleri kurtarayım, sosyalist olduğumda da bütün dünya halklarını bir bayrak altında birleştireyim” gibi bir düşüncem açıkçası hiç olmadı. Böyle bir şeyin olabileceğine dair de bir inancım olmadı. Devrimcilik de insanın kendiyle ilgili bir karar değil midir? İnsanın önce kendi içinde devrimini yaratması lazım. Bir de iyilik ya da kötülük kavramlarını ben o kadar soyut kavramlar olarak görmüyorum. Yaşlandıkça bunu sen de fark edeceksin. İyiler var kötüler var, böyle bir şey, var yani. İyilerin içinde kötülükler var, kötü gibi duran iyi insanların ya da durumların içinde iyi haller de var. Ama kardeşim, akıl var vicdan var, daha iyi bir insan olmaya çalış, kötülüklerden azade et kendini. İyilerin, mazlumların yanında dur, zalimlerin yanında durma. Adil ol, vicdanlı ol. Bu anlamda çok soyut bir şey olduğunu da düşünmüyorum. İyi doktor var kötü doktor var, bu böyle. Sağcı doktor, solcu doktor, sağcı esnaf, solcu esnaf ya da sağcı politikacı ya da solcu politikacı gibi bütün bu kimliklerin o insanları kurtarmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu onları kurtarmaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Aslolanın kendi ahlakınızla, kendi vicdanınızla, dünyayla kurduğunuz ilişkiden geçtiğini biliyorum. Ona sahip çıkmaya çalışıyorum. “İyi insan”dan derdim, kastım oydu.
Yazılarınızla bahsi geçen kişilerin bu yazıları okuyup size ulaştığı oluyor mu?
Hiç yazmadığım halde kendisini yazdığımı düşünenler de oldu. Ben de sesimi çıkarmadım. (gülüyor) Yazılardaki isimler, yerler hepsi değiştirildi. Benim farkındalığım bu kişilerde olmayabilir. Yazıları okuyup geçip gitmiş de olabilirler. Onun baktığı açıdan bakmıyorum ki. Benim için çok unutulmayacak bir şey, onun için çok sıradan bir olay olabilir aslında.
Yazılarınızda isimleri değiştirdiğinizi söylediniz. Çok merak ediyorum, yazınızın birinde bahsettiğiniz Ördek Hanım’ın adı gerçek mi?
Evet doğru. Ördek Hanım okusa, o geceyi hatırlayacaktır mutlaka. Ya da hemşirem, yazarken Mesude Hanım diye yazdım ama o okurken hatırlayabilir bu olayı. Böyle bir geri dönüş henüz olmadı. Belki de onlar şu an okur kitlem içinde değillerdir.
Kitabı okurken, özellikle de ceset için keşfe savcı, görevli, doktor olarak yola düştüğünüz anları anlattığınız yazılarda Bir Zamanlar Anadolu’da filmini izler gibi oldum. Yaşadıklarınız, deneyimleriniz filmin yapım aşamasına nasıl yansıdı?
Çok olumlu yansıdı elbette. Tekrar o mekanlara gittiğimizde bize 25 yıl öncesine oranla çok fazla şeyin değişmediğini söylediler. Aynı Renault, aynı Murat Şahin duruyordu. Bazı farklılıklarla birlikte otopsi yöntemi de aynı. Ceset keşif sürecini, ekibin kendi içindeki hiyerarşisini biliyorduk. Savcı o ekibin başıdır. İdari olarak hepiniz ona bağlısınız. Onun sürdürdüğü soruşturmanın bir parçasısınız. Hekimin orda görevi bilirkişiliktir, bir başkasınınki güvenliği sağlamak, ama başta savcı var. Bunları bilmek ve onların ilişkilerini senaryoya yansıtmak durumundasınız. Bu anlamda çok işimize yaradı. Ölünün çıkartılması ve ölü ile ilgili ilk tutanaklar, onlar çok gerçekçi. Baştan sona bire bir tutanakları yazdım, sadece isimleri ve yerlerini değiştirdim. Otopsi meselesi de aynı şekilde. Otopsiye nasıl başlanır, otopsi teknisyenleri niye böyle davranırlar bilmek gerek. Neden “abi bu çok güzel kesiyo” gibi cümleler kurarlar. Çünkü onun işi o. Sen nasıl kaleminle bir ilişki kuruyorsan ya da ayakkabıcı nasıl bıçağı ile bir ilişki kuruyorsa o da kendi aleti ile öyle bir ilişki kuruyor. Ama üzerinde çalıştığı materyal bir insan cesedi. Bunları bilirseniz filme yansır ve öyle oldu nitekim. Bir Zamanlar Anadolu’daki gerçeklik hissinin bu kadar kuvvetli olmasının sebebi 1984 yılında bu olayların benim başımdan geçmiş olması ve filmin birebir gerçek mekanlarda çekilmesidir.
“Ben senaryoda öykünün peşine pek düşmüyorum, derdim duygular”
Uzun yıllar doktorluktan sonra oyuncu ve senarist olarak sinemaya adım atıyorsunuz. Aslında sinemaya giriş hikayenizden de bir film çıkar. Hiç bunu senaryoya dökmeyi düşündünüz mü?
Senaryo derslerinde de söylediğim bir şey var. Ben senaryoda öykünün peşine pek düşmüyorum, oradaki hikayenin ilginçliği ya da daha önce yaşanmamış olması beni çok etkilemiyor. Ben daha çok duygunun peşine düşüyorum. 50 yaşına gelmiş, hayatı boyunca sevmediği bir işi yapmak durumunda kalmış ama bir sebepten şu an yaşadığı hayatın tam tersini yaşamaya başlamış birinin duygusu bana daha çekici gelir. Bunun filmini yazmak, yapmak isterim. Derdim duygular. O filmde, senaryoda insanlığa ait hangi duygunun peşine düşüyorsunuz? Duyguyu, derdinizi oluşturduğunuz zaman onun etrafına istediğiniz öyküyü yerleştirebilirsiniz. Bu Ercan Kesal’ın ya da sizin öykünüz de olabilir.
Sinemaya olan ilginiz nerelere dayanıyor? Gazoz kasası ile açık hava sinemasında film izlediğiniz günlere mi?
Çocukluk anılarımın en önünde gelen bir nesnesi, sinema. Yeşilçam ve daha sonraki filmler, hafızamda ettiği yer, beni değiştirmesi, bundan kendimce dersler çıkarıyor olmam bakımından beni çok etkiledi. Belki şimdi taşıdığımız tuhaf suçluluk duyguları, Yeşilçam filmlerinin bize öğrettiklerinden kalanlar olabilir. Ama bilinçli bir şekilde sinema okumaya Afa Yayınları’nın sinema dizisi ile başladım. O enteresan bir sinema setidir. Kurosawa, Bergman, Bunuel gibi yönetmenleri okuduğum zaman bu sinema devlerinin sinema ile kurduğu ilişkiler beni çok çekti. Aslında sinema ile kurdukları ilişkinin, hayatla kurdukları ilişkinin bir karşılığı olduğunu fark ettim. “Hay allah, sinema çok güçlü bir alan” dedim. Zaten çok sevdiğim bir şey ama yönetmen olmayı hedeflemek, bir film yaparak bütün dünyayı tanımlamaya, anlamaya ve anlatmaya çalışmak çok garip ve çok çekici geldi. Bu kitapları okudukça, coşku içinde Kurusowa, Bergman, Truffaut gibi yönetmenlerin hizasında yer almak istedim. Bu nasıl olacak? Sektörü tanımaz etmezsin. Bana şimdi çocuklardan gelen sorular var, o soruları ben de soruyordum.” Bir sete mi gitmem lazım, bir arkadaşın seni yönetmen biriyle mi tanıştıracak,” üstelik ben doktorum. Hekimlik yaptım, sonra İstanbul’a geldiğimde kafamı uzattım biraz, sektörün bir tarafından girmeye çalıştım. Para yok, kimsenin kimseye baktığı yok. 1989 yılından bahsediyorum ki, o yıllarda Türkiye’de 4 ya da 5 film falan çekiliyordu. Bu 2003 yılına kadar öyle durdu kenarda. Sonra eşimin Uzak filminde oynaması, benim 3 Maymun’da senarist olarak çalışmaya başlamamla gelişti. Ha tabi diyeceksiniz ki, buradan nasıl bu kadar hızlı yürüdün? Nuri de beni görünce “merhaba, hoş geldin biz de senin hayallerini gerçekleştirmek için vesile olmak istiyorduk” diyecek biri değil. (gülüyor) O da herhâlde işine yaramayacağını düşündüğü biriyle çalışmaz. O arada ben durmamış, okumuşum. Hekimliğim ile ilgili başka bir yerden ilişki kurmuşum aslında. Bunlar bana başka şey kazandırmış, gözlem yeteneğim artmış, insanları tanımışım. Bunları farkında olmadan oyunculuğa aktarmışım. 40’lı, 50’li yaşlara gelince daha olgunsun ve daha iyi biliyorsun ne yapacağını ve bütün bunlarla birlikte daha hızlı yol alıyorsun. Doğru insanlarla buluşmuşum, bu bir talih de olabilir. Böyle aslında hikaye. Eşim, “küçük bir rol var, oynar mısın?” dediğinde şunu söyleyebilirdim: “Nazo ne işim var benim sette. Benim işim gücüm var, hastanem var. Doktorum, toplantım var, yemeğe gideceğim.” Demedim ama…
“Bundan sonra hayatımda hep sinema olacak”
Geçmişe baktığınızda, sinemaya olan heyecanınızda, kurduğunuz ilişkide şimdiki arasında bir fark var mı?
Hiç yok, daha da arttı heyecanım. Çok fazla insan tanıdım bu süreçte. Çok sayıda yurtiçi ve yurtdışı festivallere gittim. Sinemanın profesyonelleri ile tanıştım. Çok özel festivallerde konuk, oyuncu, senarist olarak yer aldım. Bunlar insanı onurlandıran şeyler. Sinema yapmanın çok kıymetli bir iş olduğunu size sürekli hatırlatan bir atmosfer içindesiniz. Ama umarım yabancılaşmam bu duruma ve eskitmem bu heyecanı. Bunu sürdürmek istiyorum. Bundan sonra hayatımda hep sinema olacak.
Sinema dünyasına adım atmanız ile birlikte neler değişti hayatınızda?
Setler yorucudur. Onun için her kabul ettiğim rolde biraz geriliyorum. Çünkü iyi planlamam lazım. Hastanenizden, evinizden, işinizden, küçük konforlarınızdan haftalarca vazgeçeceksiniz. Bunun öncesi ve sonrası da var tabi. Bunların hepsini biliyorum. Ama değiyor doğrusu.
İmza attığınız filmlerde gerçekçilik ön planda. Sinemada gerçekçilik neden önemli sizin için?
Sanat, hayatı taklit etmeye çalışıyor. Başka ne yapacak ki, hep böyle olmuştur. Biz sadece gerçekliği biraz bozarak belki de yeniden üretmeye çalışıyoruz. Sinemanın şansı, bunu yeniden her seferinde ve çok uzunca bir süre tekrarlayabilme şansı veren bir sanat dalı olması. Durdurup zamanı, geriye doğru sarıp, ileriye doğru koşturup, farklı duygularla izleyebilirsiniz. Hakikaten yaptığınız iş de, bir mühürlenmiş zaman misali hayatı perdeye aktarmak. Bana göre sinema, kurguda belgesele belgesel de kurguya yaklaştıkça başarılı olan bir sanat dalı. Kurmaca sinema belgesele yaklaştıkça diyaloglar yaşamaya başlıyor. Çünkü hayatımız içindeki diyaloglarımızı biz çok fazla kelimelerle süslemeyiz. Çok az kelimeyle, daha çok da jest ve mimiklerle konuşuruz.
“Bir insan utancı ile baş edemediği için pekala bir başkasının ölmesini isteyebilir mi? Bu duygunun filmi yapılır işte!”
Bir keresinde derste “hikayenin içindeki sinemayı arayacaksınız” demiştiniz. Merak ediyorum en son ne zaman bir hikayenin içindeki sinemayı gördünüz ve heyecanlandınız?
O, bazen hiç bilmediğiniz bir yerden de çıkıp gelebiliyor. Hikayeden kastım, hikayecilerin yazdıkları değil sadece. Bir antropoloji metninden de çıkıp gelebiliyor sinema. Kutsal kitaptaki bir cümle de kafanızdakini açabiliyor. O metnin ya da hikayenin içindeki duygu önemli. Yine kendi kitabımdan örnek vereyim: Gazetede yayınlanmamış bir öykü var, “inşallah ölmüştür” diye. Zor bir öykü o. Ölü olarak getirilmiş bir insan düşünün ve onun yakınları. Yakınları tabi onun ölümü ile kolayca yüzleşemezler. İstiyorlar ki, doktor onu diriltsin. Ölmüş birisine ne yapabilirsiniz? Bir şey yapmazsanız da sizi bir şey yapmamakla suçlayabilirler. Zaten yasal olarak, kalp masajınızı yapmak ve hastanın geri dönmediğini kanıtlamak zorundasınız. Siz başlarsınız çalışmaya. Enjeksiyonlarınızı, masajınızı yaparsınız. Hasta dönmez. Ölmüş olduğu kesinleşir ve sonra söylersiniz. Böyle bir şey yaşadım ben. Fakat o masaj sırasında ister istemez ciğerlerine hava da doldurmuş oluyorsunuz. İşiniz bittikten birkaç dakika sonra o kişinin ağzından bir hava çıkar. Söz konusu hikayede de olan buydu. Yakınları “abi bu yaşıyor, sen öldü dedin ama nefes aldı” dediler. Tekrar gittim yanına. Yo, hayır, yaptığımda bir yanlış yok ama bu sefer de “acaba?” sorusu dönmeye başlıyor. O zaman şunu yakalıyorsunuz kendinizde “yav inşallah ölmüştür, rezil olurum yoksa.” Hikayenin içindeki duygu şu: “Bir insan utancı ile baş edemediği için pekala bir başkasının ölmesini isteyebilir.” O olayın filmi değil ama bu duygunun filmi yapılır.
Bundan on yıl sonra bu döneme dair bir yazı kaleme alacak olsanız nasıl bir hikaye çıkar ortaya, ne anlatmak istersiniz, hatırınızda neler kalır?
Bilemiyorum bundan on yıl sonra neler kalacak bende. Ama 2013 yılında açlıkla ilgili bir şey yazdığımda, 2000’li yıllarda açlık grevinde olup tedavi olmak için hastaneme gelen genç insanların yüzleri gelmişti aklıma. Ve hiç unutmadım onlarla yaşadığım süreci. Bu hastanede kaldılar, çok uzun süren açlık sonrası nasıl bir tedavi uygulanacağını kimse net bilmiyordu. O kadar uzun açlık grevi daha önce dünyada hiç yaşanmamış. 150-200 hatta 250 günü aşmış insanların açlık grevi bittiği zaman bu insanlara ne yapılacağını kimse bilmiyordu. O dönemde herkes telaş içinde tedavi metodu arıyordu. Açlık deyince onlar kaldı hafızamda ve ben 13 yıl sonra onları yazdım. 2023 yılında ne kalacak aklımda diye düşündüğümde ise, yeryüzüne, doğaya yabancı, paranın esir ettiği, zalimlerin elinde tarumar edilen topraklar olarak mı kalacağız, yoksa içimizdeki güzellik, aynı sofranın etrafında oturma, kardeşlik duygusu daim olacak mı? Bunu merak ediyorum ben. Şu an öyle bir Türkiye var. Kocaman bir şantiyeye dönüştürülmüş. Acımasızca her şeyin satılığa çıkarıldığı, tepemizde sürekli bağıran ve bizi tehdit eden birileri… Bu insan psikolojisine, haysiyetine aykırı bir şey. Bunlardan kurtulacak mıyız acaba, 2023’e geldiğimizde. Bunu düşünürüm.
“Bizim hesabımız tutmadı”
“Ne alakası var baba” başlıklı yazınızda üniversiteye giriş günlerinizden ve devrimcilerin kontrolündeki yurtlardan da bahsediyorsunuz. Bunu okurken aklım Gezi günlerine gitti. Halkın kontrolündeki bir parka… Gezi deyince sizin aklınız nerelere gidiyor?
Bu bizim için de çok şaşırtıcı ve bizim de ezberimizi bozan bir süreçti aslında. Bizim yaş kuşağımızdan bahsediyorum. Biz de şaşkınlıkla “hay allah ya, öyle şeyler olabilir miymiş, olabiliyormuş, bu çocuklar hiç de fena değilmiş” dedirten bir şeydi. Bu çocukların babaları benim arkadaşım zaten. Ben çok geç baba oldum benim oğlum orada değil, yedi yaşında şu an. Ama benim yaş kuşağımın bütün çocukları 20’li yaşlardaydı ve oradalardı. Bunlar babalarının oğulları, kızları. Kendi haysiyetleri ve onurlarından başka hiçbir şeye kıymet vermezler. Tabi ki çok düzgün çocuklar. Okulları, hayatları, yaşam tarzları ile ilgili sıkıntıları olabilir. Çoğu zaten iş sıkıntısı ve hayatın garip dertleri ile yüz yüze kalmış çocuklar. En kıymet verdikleri şey, özgür iradeleri, ruhları ve bunlardan hiç vazgeçmiyorlar. Biz başka türlü bir şey düşünüyorduk devletle olan ilişkimizde. Bizim hesabımız tutmadı. Bu çocuklar bizim nasıl ezberlerimizi bozduysa aynı şekilde egemenlerin de ezberlerini bozdular. Bu nedenle muktedirlerin kafaları karışık. Sürecin kalıcılığı üzerine düşünmek lazım. Ama eski alışkanlıklara düşmeden.
Parklardaki forumlar bu kalıcılığı sağlayacak alanlardan biri olabilir.
Evet, mesela çok sağlam bir yöntem o. Ama çok da zorlamadan. O zorlama işi iyi değil. Oradan illa bir parti vs. yaratmaya kalkışmadan... Onu, “hayatımızın bir parçası nasıl yaparız” diye düşünelim. Keyifle gidelim, bir görev saikiyle gitmeyelim. “Arkadaşım, parka geliyor musun!” cümlesi başlarsa bir süre sonra, o çok sakat bir şeydir. Biz onu eskiden çok yaptık. İşe yaramadığını biliyorum. (MC/HK/AS)