Kimi gider. / Ama Harput, / Kimseye mekân olmaz."
Ne zaman ayaklarım beni bir vesileyle Harput'a götürse, daha Harput'un yokuşuna vurup şehre ulaşmadan Elazığ'a kızgınlığım bir kez daha artar. Tabi bu kızgınlık ironik bir kızgınlıktır. Bugün kimsenin üzerine alınmasını gerektirecek bir kızgınlık da değildir benim derdim.
Vururum kendimi Harput'un şimdi bir başka telden çalan sokaklarına. Ruh ararım o eski ve yitik mekânlarda. Bulamayacağımı bile bile. Çoktan bırakıp gitmişlerdir o eski şehrin asıl sahipleri. Kendileri göçertilmiştir de, ruhları, izleri de yoktur artık oralarda. Yeni sakinleri ise o denli o ruha, o dünyaya, o kültüre uzaktırlar ki!
Neden mi yazıyorum sanki bunları!
"Harput'taki hayalet" için yazıyorum.
Metin Aktaş yazmış, kitabın üst başlığını da "tehcir romanı" olarak koymuş. Harput'ta, 1800'lü yılların sonunda, o günlerin bir medresesinde Hazar Gölü kıyılarından kopup gelen ve savaşa gitmemek için medrese öğrenciliğini yeğ tutan Roc'un serencamı, Harput'taki Hayalet.
Harput 1900'lü yılların başına kadar ağırlıklı olarak Ermeni halkın, tabi onlarla birlikte Kürt, Süryani, Rum ve Türklerin de yaşadığı bir eski şehir. O yıllarda şimdiki Elazığ bir küçük kasaba görüntüsünde, belki de mahalle...
İşte o yılların Harput'unun çok dinli, çok kültürlü yapısının gizli bir takım ellerle bir anda alt üst edilerek ardında büyük yarılmalar, tahribatlar bırakarak izleri bugünlerdeki hesaplaşmalara kadar varacak bir yıkımının romanı olmuş Harput'taki Hayalet.
Metin Aktaş, bundan önce okuduğum Nişancı (Doz Yayınları) kitabında olduğu gibi hikâyesini gerçek hayattan alan; yakın tarihin gerçekleri ile kurgunun birbiriyle örtüştüğü romanlar yazıyor. Dersimli (Tunceli) olması ve epeyce bir zamandır da Elazığ'da yaşaması nedeniyle bölge coğrafyasını iyi bilmesi, gazetecilik ve yazın deneyimleri romanlarındaki akıcılığı okurla buluşturmada etkili oluyor.
Harput'taki Hayalet, salt yaşanmışlıklarla ilgili değil aynı zamanda yakın tarihin iyi bir zemin etüdünün de romana tezahürü gibi. Elbette roman kurgusu içinde.
Gerçek bazen öyle acıtıcıdır ki; derin ve dipsiz kuyulara gömülse gerçekler, yetmez deyip üzeri betonla kapatılsa, hiç konuşulmayıp sonraki kuşaklar geçmişte yaşananları/yaşatılanları bilmesin, duymasın, konuşmasın dense bile, bir gün birileri o yaşanan coğrafyanın özbeöz evlatları sorar, konuşur, tartışır, yazar.
Hrant Dink'in katlinin henüz sıcaklığını sürdürdüğü ve bu ülkenin sicilinde unutulmayacak cinayetlerden biri olarak kayıt altına alınacağı gerçeği de bir kez daha anımsanarak bir de romancı gözüyle bu kitabın okunması gerektiğini düşünüyorum.
Ben Metin Aktaş'ın romanı Harput'taki Hayalet, tehcirin romanı kitabını böyle okudum.
Çoğu kez kendimi Müderris Deli Hacı'nın yerine koyarak şimdiki Harput'un "baba mekânları"nı düşündüm. Roc oldum, Ermeni sevgilisi Sato'yu bugün düşünerek "Küçük yaşta bir yar sevdim Ermeni / Ermeni kızına gönül vermeli" dizelerini şarkı olarak dilime pelesenk ettim. Sonra, Roc'un Dersimli karısı Helin'i düşündüm. Rojda Ana'yı, Kirkor'u, Aram'ı, Musa'yı, Papaz Bedros'u ve romanın tüm diğer kahramanlarını...
İyi bir roman olmuş Metin Aktaş'ın "Harput'taki hayalet"i.
Keşke romanda bir tercih olarak kullandığı bugüne has bir takım kavram ve sözleri o günün geçer dili ile kullansaydı. Daha vurucu bir üslup yakalamış olurdu demeden geçmemeyi de vurgulamalıyım.
Beni sardı Aktaş'ın kitabı. Bundan önce okuduğum ve yine Harput'la ilgili Şemsettin Ünlü'nün Yukarışehir ve Mengüşoğlu'nun Harput Şehrengizi'nin yanında Metin Aktaş'ın Harputtaki Hayalet romanı da özgün ve etkileyici bir Harput-Elazığ kitabı olarak ajandamda yerini alacak. Şimdiden söyleyebilirim.(ŞD/EÜ)
* Metin Aktaş "Harput'taki Hayalet" Belge Yayınları, Ağustos 2006, İstanbul