Har, Netamiye isimli uzak ve fantastik bir ülkeyi anlatıyor. Netamiye'de Xırbolar, Netamlar, Yamuklar var.
Numune gibi, Onüç gibi, Otuzbeş gibi de karakterler. Savaş, ezilenler, iktidar karşıtlığı gibi temalar kitaptan çıkan üst anlamlar. Fakat kitabın kendisi -edebi açıdan- bir şenlik metni gibi. İronik, eğlenceli -ve yine- "hard".
Uyurkulak'ın yarattığı Netamiye'de esen karanlık "karnavalesk hava", Türkiye'ye Balkanlar üzerinden gelen hava dalgaları kadar tanıdık. Yıllarca sürmüş bir savaş ve bu savaşın yarattığı tahribatlar, bölünmeler, (kişilik) parçalanmaları...
Kitabın Metis Yayınları'ndan çıktığını not düşüp vakit kaybetmeden hasbıhâlimize geçiyoruz.
Kemal Varol, seninle ilgili yazısında Oğuz Atay'ın içinde ukte kalmış "Türkiye'nin ruhu"nu ortaya koyma düşüncesini senin hayata geçirmeye çalıştığını yazdı. Gerçekten böylesi bir saikle mi yazıyorsun? Yahut, hangi saikle?
Hayır, böyle bir saikle yazmadım. Ama sonunda ortaya çıkan metnin, böyle bir değerlendirmeye konu olmasından da hiç rahatsız olmadım, hatta heyecan duydum. "Türkiye'nin Ruhu"nu açığa çıkarmak konusunda Oğuz Atay kadar yetkin, çalışkan ve tutkulu olduğumu hiç sanmıyorum.
Benim bütünlediğim ruhu bir cümleyle açıklamak mümkündür belki: "Yalan üzerine kurulmuş bir ülkede yaşıyoruz" Bu yalan hali bir yanıyla tüm dünya için de geçerli. Sorun, dünyanın ve bu ülkenin canına okuyanların fazla ayık herifler olması.
Tol ve Har ile bu ülkeye -yakın tarihine- dair birikmiş sözlerini artık söylediğini belirtmiştin. Fakat bu ülke daha sana çok malzeme verir gibi geliyor ve sen de dayanamayıp yazacakmışsın gibi...
Bilmiyorum. Niyetim bu "kasılma" halinden çıkıp biraz insanların arasına karışmak...
Dünyanın ve ülkenin geneline yüklenmek yerine, adiliğin ve haksızlığın tek tek insanlardaki tezahürlerini yazmak biraz da... Ama nasıl Tol ve Har'ı yazacağımdan hiç emin olamadıysam, bunları yazıp yazamayacağımdan da emin değilim.
Anlıyorum... Har'da da çok bariz biçimde görüldüğü üzere sözünü sakınmayan bir dilin, üslubun var. Memleketin en "mayınlı" meselelerini hiç çekinmeden şıppadanak yazıveriyorsun. Böylesi bir rahatlıkla yazamadığın, yazmakta zorlandığın bir mesele oldu mu?
Hayır, olmadı. Sadece daha uzun tutmak isterdim bazı bölümleri, tuttum da, fakat kitabın mimarisini sarsıyordu. Zaten Har'ın yazılı metni 600 sayfadan fazla, o altı yüz sayfanın içinden çıktı kitap.
600 sayfadan geri kalan metin ne olacak?
Elbet bir işe yarar ya da yaramaz, çekmecede duruyor.
Kimi okurların kullandığın dili Bukowski'nin diline benzetiyor. Ne dersin?
Kullandığım dilin bir "eda" mahiyetinde Bukowski'ye benzer yanları olabilir... Sadece ona değil, Kerouac'a, Celine'e ve bilumum soydaş yazarlara benzerliği de vardır belki...
Fakat "öz" olarak benim kelimelerim Türkçe, Türkiyeli ve Doğuludur... Ben burada duruyorum ve durduğum yerden böyle yazıyorum...
Tol'un yazım süreci senin için epey bir meşakkatli geçmişti. Yazdıklarından öyle anlıyoruz en azından. Har'ın yazım sürecinde durum nasıldı?
Daha da meşakkatli geçti... Yirmi kilo aldım yazarken, sonra düzenlerken on beş kilo verdim, yani Har hâlâ bende beş kilo olarak duruyor. Ciğerlerim sızlıyor sigaradan ve tonla Nikita votkayla Yeni Rakı içtim... Neyse, şaka bi yana, zor oldu. Yazmak zor iş zaten, niye avukat veya aşçı olmadığımı sık sık soruyorum kendime. Bu cevabı, o rezil kapitalist düsturla bitireyim bari: Neticede benim bireysel tercihim, kimse bana otur yaz demedi. Har'ı seven yalımına katlanır velhasıl...
Har'da Netamiye'yi bir ülke değil de semt olarak düşün deselerdi; Tarlabaşı derdim herhalde. "Tarlabaşı Cumhuriyeti" gibi mesela... Katılır mısın?
Doğrusu hiç böyle düşünmemiştim, hakikaten öyle düşünülebilir...
Har, aslında Türkiye için çok önemli bir "ezilenler külliyatı" öneriyor. Yamukların gerçek hikayelerinin anlatıldığı bir "hakikat kitabı" yavaş yavaş oluşuyor mu dersin? Nasıl görüyorsun manzarayı?
Bir tarafım iyimser, öbür tarafım kötümser. Bir yandan bastırılmışların rücuu gibi bir durum var... Kürtler, Ermeniler, diğer azınlıklar, kadınlar, eşcinseller, mübadiller, yani cumhuriyetin resmi ideolojisinden ve kuruluş sürecinden mustarip olan kim varsa konuşmaya çalışıyor, anlatıyor.
Ama diğer yandan resmi cenahın buna direnişi de artıyor, milliyetçilik patlıyor, suçlular can havliyle saldırıyor. Hakiki kelimeler mi, yoksa sahte kelimeler mi kazanacak, bunu zaman gösterecek. Ama o zamanın içinde de bir yığın acıya şahit olacağız.
Genel olarak toplumsal tahribatların edebiyata yansımasında acele etmemenin gerektiği söylenir. Bunun bir sakıncası olarak da ajitatif metinlerin çıkabileceği...
Böyle kesin ayrımlar yapılamaz. On yıl mı beklemek lazım, yirmi yıl mı, var mı bi süresi? Har orada duruyor... Ajitatif olup olmadığına okuyanlar karar versin. Ayrıca ajitatif olmasında hiçbir sorun görmüyorum. Sorun ajitatif metinler yazmak değil, başarısız metinler yazmak.
Kitabı yazarken konjonktörün, yaşanan acıların ağırlığını üzerinde hissettin mi? Veya bu kaygı metni ne derecede biçimlendirdi?
Ciğerim kavruldu, saçlarım döküldü, karaciğerim ayvayı yedi, organizmam bozuldu dedim, daha ne diyeyim?
Xırboların-yamukların Har okuması nasıl olmuş peki? Geri dönüşler var mı?
Şimdiye kadar hiçbir Xırbo'dan küfür yemedim. Hatta taltif ettiler.
Netamlar?
Hiçbir Netam'dan da küfür yemedim... Ama benim konuştuğum Netamlar, netamesi olmayanlar veya az olanlar. Netameli olanlarla konuşmak da istemem zaten, onların ne düşündüğü beni ilgilendirmiyor.
Numune ve yaşadıkları okura Yazı-Tura'daki Şeytan Rıdvan'ı, Cevher'i hatırlatıyor. Veya Nadire Mater'in "Mehmet"lerini. Numune'nin onlardan bir farkı var mı?
Har'ın yazım süreci, Mehmet'in Kitabı'nın sonrasına, Yazı-Tura'nın öncesine denk geliyor. Yazarken Mehmet'in Kitabı'ndan yararlandım, Yazı-Tura'yı ise Har'ı bitirdikten sonra izledim.
Yazı-Tura ile Har arasında bazı paralelliklerin olduğunu görmek beni çok sevindirdi, zira Uğur Yücel'in çok önemli ve güzel bir film çektiğini düşünüyorum. (Hatta Yazı-Tura'nın yeterince izlenmemesine öfkelenip Milliyet Sanat'ta bir yazı da yazdım.) Ama bu paralellikler bir yanıyla da doğal, zira bu ülkenin iklimini futboldan, mafyadan, suçtan, azınlıklardan, doğal felaketlerin yarattığı acılardan ve kayıplardan ayrı düşünmek mümkün değil.
Har'da bir çok bölümde sinematografik bir dil kurulmuş. Sinemayla aran nasıl, hiç senaryo yazmayı düşündün mü?
Birkaç senaryo denemem oldu, fakat beceremedim. Roman yazarken "sinematografik" olana meyleden kalem, senaryo yazmaya oturduğunda bu kez "edebi" olana meylediyor. Aradayım, benden sinemaya hayır gelmez yani...
Bir vakit şiir yazdığını biliyoruz. Şimdilerde yazıyor musun?
Hayır, yazmıyorum.(HA/KÖ)