Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin (CİSST) “Özel İhtiyaçları Olan Mahpuslar ve İlgili Sivil Toplum Örgütleri Ağı” projesi kapsamında gerçekleştirilen “Hapishanede Engelli, Yabancı, LGBTİ Olmak” Konferansı’nda sunulan çalışmalardan oluşan aynı adlı kitaptan, LGBTİ Aile Grubu Derneği (LİSTAG) temsilcisi Coşkun Yanat’ın LGBTİ Mahpus Olmak / Maltepe Hapishanesi Deneyimi başlıklı bildirisini yayınlıyoruz.
21 yaşındayım, İstanbul’da oturuyorum, insan hakları ve eşcinsel aktivistiyim, grafik tasarımcı olarak çalışıyorum. Sizlere bugün bir cezaevinden daha çok, hayat deneyiminden bahsetmek istiyorum. Bugün burada olmamızın sebebi, neden niçin nasıldan daha çok, neler yapabiliriz olduğu için ayrıca sevinçliyim. Türkiye’nin bence kanayan yarası cezaevi sorunu, kapasite yüksek, insanca muamele ve saygı sıfır.
2013 yılının eylül ayında bir arkadaşımla beraber sanık durumuna düştüğümüz bir davadan kaçma şüphesi olduğu ve delilleri karartacak nitelikte biri olduğum kanısıyla tutuklu yargılanmama karar verildi ve bir sene kadar sürecek bir hayat tecrübesi yaşayacağım kurum olan Maltepe 2 Nolu L Tipi Kapalı Cezaevi’nin kapıları da bana ardına kadar açıldı. Maalesef ki cezaevine girerken size açılan kapılar koskocaman ancak girdiğiniz andan itibaren o kapılar, sizin için iğne deliğinden daha küçük oluyor. Kısacası girmek çok kolay, çıkmak çok zor, çok tezat ama gerçek bu.
Önce sizi cezaevinin garaj kapısında nöbetçi memur ve nöbetçi astsubay karşılıyor, tabii ki o kasvetli buz gibi ortamda sizi selamlamayı ihmal etmiyor. Öncelikle size suçunuzun ne olduğunu soruyorlar, siz suçunuzu söyledikten sonra, hadi canım nasıl yaptın? Eğer cinsel suçlamadan geldiyseniz, kız güzel miydi bari, gibi saçma sapan bir sürü soruyla karşılaşıyorsunuz.
Cebinizde ne var ne yok çıkarmanız isteniyor; ziynet eşyalarınız, takı, banknot ve bozuk para, kısacası cebinizde olan ufacık kumaş parçasını bile çıkartıyorsunuz. Üstünüzde çıkan ziynet eşyasının ve paranın miktarına göre size bir fiş kesilip onlara el konuluyor. Eşyalarınıza depoya saklanmak, üstünüzde çıkan paranıza ise cezaevinde sizin şahsınız adına açılacak hesaba yatırılmak üzere el konuluyor.
Bundan sonra astsubayın eşliğinde arama odasına götürülüyorsunuz, burada soyunmanız söyleniyor, zorluk çıkartırsanız burada kalacağınız da belirtiliyor. İç çamaşırınız kalacak şekilde soyunuyor, giysileri size verilen kutuya koyuyorsunuz ve eşyalarınız X-ray cihazından geçmek üzere götürülüyor, metal detektörüyle sizin de bütün vücudunuz aranıyor. Sizden eğilmeniz, kalkmanız, öksürmeniz, ıkınmanız isteniyor ve iç çamaşırınız kontrol ediliyor.
Arama işlemlerinden sonra giyiniyorsunuz ve geçici koğuş denilen bekleme yerine alıyorlar sizi ve yerlerin leş gibi sigara izmariti olduğu bu ortamı, süpürgeyle temizlemeniz tembihleniyor. Geldiğimde tertemiz görmezsem o çekpas sopasını kıçına sokarım, diye de ekliyor hazır kuvvetteki izbandut gibi memur. Ardından X-rayden geçiyorsunuz kesinlikle ötmemesi lazım, zaten ilk gece için ayakkabı bağcıklarınıza ve kemerinize el konuluyor ve esas koğuşunuza geçmeden önce hafta içi gelmişseniz bir gece, cuma günü gelmişseniz üç gece kalacağınız, çoğu zaman ruh hastalıkları olan mahkûmların olduğu koğuşa alınıyorsunuz, beni cinayet koğuşuna almışlardı. Cezaeviyle ilgili size bilgi, açıklama, kural vs. gibi hiçbir şey açıklanmıyor ve anlatılmıyor. Hayatınızda hiç girmediyseniz ilk üç gece uyuyamayacağınız, hatta ağlayacağınız, çokça sinirinizin bozulacağı, çeşitli kavgalara karışıp bazen korkudan sinip bazen öfkeniz yüzünden gözlerinizin hiçbir şeyi görmeyeceği yeni evinizle tanışmış oluyorsunuz.
Üç gece sonra, esas kalacağınız cezaevine yani 2 Nolu L Tipi’ne sevkiniz çıkıyor ve gidiyorsunuz, aynı işlemler orada da tekrar ediliyor. Tek bir farkla, bu sefer Başefendi diye tabir ettiğimiz serbaş gardiyan ve baş memurlar sizi çağırıyor; suçunuzu soruyor, yaşınızı, ne iş yaptığınızı ve nerde oturduğunuzu ve insaflılarsa iyi bir koğuşa gönderiyorlar. Tamamen onların keyfine bağlı ve hangi koğuşta neler olduğunu çok iyi biliyorlar, sadece sizin masum, gariban, mazlum olup olmadığınızla ilgileniyorlar. Bebek tecavüzcülerini nereye yolladıklarını anlatmamı bile istemezsiniz sanırım. Koğuşunuza girmeden revire gidiyorsunuz, orada hemşire gibi bir sağlık memuru sizle alakalı bir form dolduruyor; yaşınızı, boyunuzu ve kilonuzu soruyor, kesinlikle bir tartıya çıkartmıyor veya boy ölçmüyor. Genetik hastalığınızın olup olmadığı soruyor, biraz vakit varsa suçunuzun ne olduğunu da ve olayı anlatmanızı istiyor. Oradan koğuşunuza geçiyorsunuz, ben içerde LGBTİ koğuşu olduğunu bilmediğim için beni direkt erkek koğuşuna aldılar.
Ufacık, 7 tane odası olan iki katlı koğuşta 28 kişi kalmak hem sizi daha çok bunalıma sokuyor hem de umutlarınızı yitirmenize sebep oluyor çünkü herkes hükümlü ve size umut değil, alış buraya çıkamazsın nasihatinde bulunuyor. İlk iki gün yemek yememiştim, ertesi gün standart olarak psikolog yeni gelen mahkûmları çağırıyormuş, beni de çağırdı, sanki beni özel olarak çağırdı sandım; bir psikolog, eminim ki yumuşacık kalbi olan biridir diye düşündüm ve içim içime sığmadı, o yol bitmedi ona giderken... Çocuk gibi ağladım, annemle görüşmek istediğimi söylüyordum, o da bozuk plak gibi bu imkânsız alış buraya diye tekrarlıyordu. Yumuşak olan sadece oturduğum sandalyenin kaplamasıymış...
Koğuşa geri döndüm, akşam 8’de herkes tek sıra sayım verilirdi, aynı askeri sistem; gardiyan içeri girer, nasılsınız der, 28 kişi tek bir ağızdan sağol! Sonra saymaya başlarlar 1, 2, 3, 16, 28; bitince gardiyan, Allah kurtarsın der, cevap yine aynı sağol! Sayımda pantolon ve düzgün diye tabir ettikleri gömlek gibi bir şey ve ayakkabı giymek zorunlu. Aynı durum sabah 8’de de tekrarlanıyor.
Hangi odada kalıyorsanız o odadaki sizden daha fazla yatan insanlara, yaşı küçük olsa dahi, abi demek ve onlar uyandıktan sonra, yatana kadar onlara hizmet etme mecburiyetiniz var: Çay götürür, odayı süpürür, paspaslar, bulaşıkları ve hatta çamaşırları yıkarsınız. Eğer paranız varsa odanın masraflarını üstlenip haftada yaklaşık 300 TL kantin masrafı yaparak bu işlerden kurtulabilirsiniz. Ayrıca koğuşun temizlik işleri var, size ya tuvaleti ya meydanı ya bahçeyi ya da üst katın koridorunun temizlemesi görevi verilir. Mesela sabah kahvaltından sonra meydan temizliği yapar, öğlen yemeği ve akşam yemeğinden sonra yerleri süpürüp paspaslar ve masaları bezle iyicene silersiniz. Öğle yemeği 10:30 ila 13:30 arası gelir, akşam yemeği ise 16:30 ila 18:30 arası, sabah kahvaltısı akşam yemeğiyle beraber dağıtılır, kahvaltı için sucuklu yumurta veya çorba ise sabah ezanında ekmeklerle beraber dağıtılır. Koğuşun ortak masrafına dahilsinizdir, koğuşa aylık 50 liralık bir kantin alışverişi yapmak zorundasınız ve üç haftada bir olmak üzere meydancıya bir paket sigara alırsınız. Bunun dışında koğuşun elektrik faturası gelince aylık olarak size düşen miktarı ödersiniz. Anlayacağınız orada olmak hem maddi hem manevi çok zor... Yani sadece yatarım diyerek bitmiyor.
Aradan bir ay geçti ve ben LGBTİ koğuşundaki arkadaşlarla konuştum, burada böyle bir yer olduğu ve benim yerimin de orası olduğu söylendi. Durumumu kaldığım koğuşta abi dediğim birisi biliyordu, önce psikoloğa çıktım, ardından doktora ve müdüre, hepsi olumsuz yanıt verince devreye LGBTİ koğuşundaki arkadaşlarım girdi ve beni Marmara Üniversitesi Hastanesi Endokrinoloji servisine sevk ettiler ve durumum koğuşta duyuldu. Birkaç kez büyükçe kavgalar ettik birbirimizi yaralayacak şekilde, her defasında tacize maruz bırakılmaya çalışılıyordum ama kötülerin yanında iyiler de vardı ve beni koruyan insanlar oldu. Bu durum artık dayanılmaz olunca koğuştan çıkmak istediğimi idareye söyledim, idare alternatif koğuş seçeneklerini söyledi ama çoktan bütün cezaevi pusulalar aracılığıyla, “C-7 koğuşunda C-1 koğuşuna geçmek isteyen bir ibne var,” diye haber almıştı. Güvenlik sebebiyle hiçbir koğuşa geçemeyeceğimi söyledim ve hücre dediğimiz B-6 üst koğuşunda bulunan 1 Nolu odaya yerleştirildim.
Cezaevi idaresi LGBTİ koğuşuna geçişte kesinlikle beyan kabul etmiyor, rapor istiyor ve geçmemeniz için yıldırma politikası uyguluyor.
Kaldığım hücre yaklaşık 6 metrekare büyüklüğünde, kapalı tuvaleti ve banyosu olan, bir yatak ve bir dolap bulunan bir odaydı. Kışın tam ortasıydı, ısınma sorunu vardı, genellikle soğuk oluyor ve sıcak su verilmiyordu, banyo ihtiyacınızı karşılayamıyorsunuz. Haftanın çoğu günü kavga eden veya huzuru bozan diğer mahkûmlar gelirler, onların gürültüsünden – saygı diye bir şey kesinlikle yok – uyuyamazsınız bile. İki ay sonra yalnızlıktan biri gelsin de uyutmasın ama bir ses duyayım diye dua ettiğimi hatırlıyorum. Her gün bir saat bahçeye çıkma hakkınız var, eğer sizden başka kimse yoksa bu süre kapılar kapanana kadar uzayabiliyordu. Haftada bir gün kantin yapabiliyorsunuz, aynı şekilde haftada bir gün ziyaret ve telefonla görüşme hakkınız var. Görüşme şekli üç hafta kapalı ziyaret, üç hafta sonra bir hafta açık ziyaret, telefonla görüşme hakkınız ise telefon evrakları geldiği takdirde haftada on dakika. İçeride her şeye para verdiğiniz gibi telefon kartına da para veriyorsunuz. Hastane sevkleriniz gecikiyor, hastaneye sevk olduğunuzda en erken bir hafta, en geç bir sene sonra hastaneye gidebiliyorsunuz. Yedi gün sonra psikiyatriye giden de gördüm, sekiz ay sonra diş doktoruna giden de. Bu bile cezaevlerinin durumunu açıklıyor. Lojistik destek kesinlikle yok, jandarmanın koordinasyonunda sıkıntıları ve keyfi uygulamaları söz konusu, ring araçları yetersiz sayıda, eski ve bakımsız.
Üç buçuk ay sonra gittiğim üniversite hastanesi istediğim raporu verdi ve o akşam koğuş değişikliğim gerçekleşti. Artık düşüncelerimi, fikirlerimi özgürce açıklayabildiğim, beni anlayan insanların yanındaydım.
Bir süre sonra zaten dışarıyı unutuyorsunuz, hatta bazen dışarıyla içerinin olumlu olumsuz yönlerini kıyaslama durumuna geliyorsunuz. Burada çeşitli cezaevlerinden gelen insanlarla tanıştım ve deneyim aktarımı oldu. Bir sürü cezaevinde yatmış, yedi-sekiz senedir yatan insanlar da vardı, 3 aydır yatan da; ama hepsinin ortak fikri, buranın Türkiye’deki en iyi cezaevi olduğuydu. Diğer cezaevlerindeki şartlarsa berbatmış. Buradaki şartlar, diyebilirim ki erkek koğuşlarına göre çok daha iyiydi.
İstediğimiz zaman kantin yapıyorduk, bazen paramız olmadığında kredi bile açıyorlardı; yine istediğimiz zaman revire çıkabiliyorduk ama hastane sevklerimiz çok aksıyordu. İdare jandarma kaynaklı olduğunu, komutansa idareyle alakalı olduğunu söylüyordu. Ben bu sebepten bir kere mahkemeye, iki kez de randevum olduğu halde hastaneye gidememiştim. Haftada birer kere olmak üzere dönüşümlü olarak toprak, çim ve kapalı sahaya çıkıyorduk, haftada bir kez sinema izlemeye konferans salonuna gidiyorduk. İlk cezaevine girdiğimde, havuz var, yazın üç gün havuza gidiyoruz deyip kandırmışlardı. Büyük hayal kırıklığı yaşamıştım, havuz falan yokmuş. İçeride telefon ve uyuşturucu madde gibi dışarıdan gelebilecek şeyleri bulmak mümkün, bunun için tabii hesabınızda yüklü miktarda para bulunması şart. Bunu direkt idare sağlıyor ve geçmişi olan gardiyanlar.
İçerde LGBTİ olduğunuz zaman diğer mahkûmların pek azı sizi çok seviyor ve önemsiyor geri kalan herkes sizden nefret ediyor ve hakaret ediyorlar. Gardiyanlar suratınıza melek gibi konuşup arkanızdan, “aa bak şu fahişeye,” diyor. Mahkemeye gittiğimde nezarethanedeki sübyanda yatan bir çocukla konuşma fırsatım oldu, daha doğrusu sigara istemiştim ve sohbet etmeye başladık. Bana anlattıkları şeyler gerçekten çok acı şeylerdi, bir yandan çok üzüldüm, bir yandan da iyi ki orda değilim diye geçirdim içimden.
Belli bir süre sonra insanları tanıdıkça cezaevinde sigaranızdan başka dostunuz olmadığını anlıyorsunuz, ortama alıştıkça insanlar yüzünden bir yandan da daha katlanılmaz bir hal alıyor. Tam o anda yine bir eylül ayında, Yargıtay’ın kararıyla tahliyem gerçekleşti. Tahliye olmadan dört ay önce ise çok istediğim televizyonumu almış, odamdaki masamın üstüne koymuş, duvarları masa örtüleriyle rengârenk yapmıştım. Kısacası ömürlük ev yapmıştım.
Bazen batak oynar bazen spor ve siyaset üzerine tartışmalar yapardık, çok sevdiğim ablalarımla saklambaç oynadığımız bile olmuştu. Bulunduğumuz ortam her ne kadar karanlık olsa da her birimizin kişiliği rengârenkti, aynı gökkuşağını yansıtıyorduk. Öyle bir ortam ki sıcacıktı insanların kalbi, yüreği yumuşacık, bir anne şefkati gibi. Ama dışarıdan gelebilecek bir tehdide veya tehlikeye karşı çelik gibi sert ve korkusuzdu.
Bir ara karar verdim Brezilyalı arkadaşların koğuşuna gidecektim, gidip idareyle konuştum ve kurul kararı ile koğuş değiştirdim. Bu sefer C-1’den F-9 alt koğuşuna geçtim, orada Sabrina ve Fabiano vardı...
Hani derler ya içerde yatan ceza çekmez, asıl cezayı aileler çekerler diye, asıl cezayı benim annem çekiyordu. Ve o an gördüm ki bu insanlar, diğerlerinden daha fazla ceza çekiyorlardı. Maddi durumları yok denecek kadar az, manevi olarak da HIV pozitif olduğunuzu cezaevinde öğrendiğinizi düşünün, kimse dilinizi bilmiyor, konuşuyorsunuz ama havaya konuşuyorsunuz, bir şey anlatamıyorsunuz. Mahkemede bile doğru dürüst savunma yapamıyorsunuz, düşünsenize ne acı...
İnsanlara insan oldukları için değer verilmiyor maalesef ki ve derler ya Tanrı’nın unuttuğu yer diye, hakikaten de Tanrı’nın unuttuğu namert bir yer orası.
Yaklaşık bir ay sonra Fabiano ile kavga etmemiz sonucu homofobik bir baş memur tarafından bazı yerlerde havlu oda, mavi oda, yumuşak oda denilen yere konuldum. Bu odaya sizi arkadan plastik kelepçeyle ters olarak kelepçeleyip üstünüzdekiler çıkartıp iç çamaşırınızla koyuyorlar, Allahtan yaz günüydü ama leş gibi rutubet ve dışkı kokusu oradaki saniyeleri işkence olarak geçirmenizi sağlıyordu. Saatiniz yok, acil durum butonları çalışmıyor, lamba yanmıyor. Yaklaşık 24 saat kaldım, hayatımdaki en uzun gün ve geceydi eminim.
Tekrar C-1 koğuşuna döndüm, Brezilyalı arkadaşların durumunu anlattım ve kendi aramızda sigara, sabun, ağda, permatik gibi şeyler toplayıp oraya gönderdik. Birkaç arkadaş tahliye olmuştu, birkaç yeni arkadaş da gelmişti, artık geceleri uyurken yarın ne gibi bir aksiyon olabileceğini düşünüyordum. Ta ki Yargıtay’ın lehime verdiği karar ve altı gün sonra olacak mahkemenin gününün yazılı olan kâğıdı gardiyan tebliğ edene kadar.
Altı gün hiç geçmedi, bütün arkadaşlarım ümitliydi, “çıkacaksın, bu sefer tahliye olacaksın,” diyorlardı ama o umut bana hiç uğramadı. Mahkemeden iki gün önce annem ziyarete geldi, o bile ümit verdi, çıkacaksın dedi ama işte umudun yok olduğu bir yer orası.
Mahkeme sabahı yüreğim içime sığmadı, saatler geçmek bilmedi, hâkimin karşısına çıktığımda bir şeylerin değişeceğini anladım ve savcı da “tutuksuz yargılanmasını talep ediyoruz,” dedi.
Tahliye oldum, koğuşa girdiğimde bütün arkadaşlarım çok sevindi, dışarıda görüşmek için sözleştik ve çıktım. Normal olarak sınıflandırılan hayata dönmüştüm, önce yürüyemedim, sanki koskoca dünya yıkılıp baştan yapılmış gibi farklı geldi bana. On güne toparladım, mektuplar yazdım, ziyaretlerine gittim, orayı ve onları asla unutmadım.
Her özgür insan bir mahkûm adayıdır aslında, herkesin yolu düşebilir ama şunu açık gönüllülükle söyleyebilirim ki düşmanımın bile düşmesini istemem oraya. Koskoca bir tecrübe bende çok şeyler değiştirdi ama çok kötü izler de bıraktı. Bugün cezaevlerinde yaklaşık 180 bin mahkûm var, yaklaşık 200 mahkûm ise LGBTİ bireyi (kadın cezaevlerindeki durumu bilmiyorum).
Çeşitli cezaevlerinde değişik şekillerde yasaklar ve yıldırma politikası uygulanıyor ve değişik tiplerde ötekileştiriliyor insanlar. Şekiller ve yöntemler farklı olsa da amaçları aynı, bu insanları normal diye sınıflandırdıkları kalıba sokmak, kendi tabirlerince rehabilite etmek. Tek uyguladıkları rehabilite şekli İslamiyet ve Kuran. Çok ciddi bir din baskısı uyguluyorlar.
İnancın, yönelimin, cinsiyetin fark etmeksizin, onlar kendilerini komutan, sizi de erleri olarak görüyor. Bugün çeşitli cezaevlerinde LGBTİ bireyler ya kargo yasaklarıyla ya haberleşme yasaklarıyla ya da ihtiyaç duydukları malzemelerin yasak olmasıyla karşı karşıyalar. Bazı yerlerde fiziksel, bazı yerlerde psikolojik taciz ve şiddete uğruyorlar veya fiziksel görünüşleri değiştirilmeye zorlanıyorlar. Kimileri bu zulümden kurtulmak için intihar ediyor veya kendi canını öne sürerek kendini yaralıyor veya susmayı, boyun eğmeyi tercih ediyor.
Bugün bizim yapabileceğimiz çok şey var. Görüp, duyup izlemek bunlara çözüm olmaz, sesimizi ne kadar çıkartırsak, gündeme ne kadar taşır, çözüm önerileri sunarsak, içerideki çocuklarımıza, kardeşlerimize, annelerimize ve babalarımıza o kadar yardımcı olabiliriz.
Artık soru sormayalım, çözüm üretelim. (CY/AS)