Her yönüyle mantığını çözebildiğiniz fakat çözebildiğiniz ölçüde karamsarlığa düşeceğiniz şeyler var kurulu dünya düzeninde. En basiti, aranızdan birinin -yani çoğul anlamda ‘siz’ oradayken- polislerce götürülebilmesi mesela. Hukuk ve nizam kurallarına göre doğal olan yani meşru sayılan şey hayatları bu derece abluka altına nasıl alabilir?
Düşününce, insanın ağrına giden şeyleri kast ediyorum. Yüzlercemizin ortasında bir çocuğun kulağı nasıl kesilebilir? Yüzlercemizin ortasında ihtiyar bir adam nasıl vurulabilir? İnsanlar nasıl taranabilir? Ve işte her gün duymaya alıştığımız şeyler…
Çoğu zaman legal olanın güçlülüğü, illegal olanın haklılığını silikleştiriyor. Meşru ve meşru olmayan şeyler, hayatlarımızda yerlerini almışken aslında biliyoruz ki meşru olmayan ya da illegal olan kimi şeyler ilan edildiği kadar kötü, haince değil. Bütün o mantığını çözdüğünüz kimi şeylere dur demek için, hendek kazıyor bir kaç genç. O hendekle anlatılan bir şey var. “Serhıldan” (başkaldırı) geleneği oluşuyor koca bir coğrafyada. Ölenler oluyor, soğukkanlılıkla gerekirse yenilerinin de olacağı biliniyor. Şifreler çözülmüş, karamsarlık geçmiş ama acı çekme devam ediyor. Binlerce insan cenazelerini kaldırıyor ve oradaki tek ses diyor ki: PKK, halktır. Halk burada. Aralarından biri alınmaya kalkışılırsa, öz savunmaya geçiyorlar. Devlet mekanizmasının dişleri, bir yerde takılı kalıyor. Karşılıklı öğütme başlıyor ve biz izleyenler “şiddet” deyip geçiyoruz. 35 günlük ölü bir bebeğe baktığınızda, bayatlaşmış bir savaşın bu zamana kadarki şiddeti üzerine uzun tahliller yapmaya hacet duymadan, “dursun artık” diyoruz ama bir yandan yakın zamanlarda durmayacağı da aşikar.
Kürt hareketinin zaman içerisinde tek örnek olması, modern zaman içerisinde gerilla pratiğinin ne kadar sürebileceği, pasif direnişin bu zamana denk düşen mümkünsüzlüğü, farklı boşlukları doldurmalarına rağmen aynı boşluğu dolduruyorlarmış gibi kurulan HDP- PKK bağlantısı gibi sorularla Kürt Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu konularında çalışan Paris Sosyal Bilimler Yüksek Etütler Okulu öğretim üyesi Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a ulaştık.
‘Her şiddet hareketi tarihselleşemiyor’
Hamit Bozarslan kimdir? Tarih ve siyasal bilimler alanlarında doktora yapmış olan Hamit Bozarslan Paris’teki Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) profesör olarak çalışıyor. Kürt Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu konularında çalışan Bozarslan’ın Fransızcadan Türkçeye çevrilen “Ortadoğu’nun Siyaset Sosyolojisi” ve “Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi” adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. “Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’un Hâkimiyet ve Direniş Kuramı” ve “İmparatorluktan Günümüze” kitaplarının tercümesi İletişim Yayınları; “Kürt Sorunu: Ortadoğu’da Devletler ve Azınlıklar” adlı çalışmasının tercümesi ise Avesta Yayınları tarafından yayına hazırlanıyor. |
Güney Çeğin ve İbrahim Şirin’in derlediği, Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları adlı kitapta, "Neden Silahlı Mücadele?: Türkiye Kürdistanı'nda Şiddeti Anlamak” adlı makalenizde, “Kürt siyasi arenasında şiddet kavramı şiddet içeren tutumların gözlemlendiği her duruma uygulanabilecek jenerik bir kavram değildir” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Kolektif şiddete geçiş süreçlerinde ortak bazı benzerlikler olsa da, objektif olarak mekan ve zaman ve bunların sübjektif algılanmaları belirleyici faktörler olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle, 19. Yüzyıldaki ya da 20. Yüzyıldaki ayaklanma ve direnişler, daha sonraki dönemlere bir miras bırakabiliyor, nesillerarası aktarımları mümkün kılabiliyor, şiddete başvuruşu meşrulaştırıcı tarihsel sembolik bir şecerenin oluşmasını mümkün kılabiliyor, ama aynı zamanda 1970’lerin şiddete geçiş dinamikleri anlamamıza yetmiyor. Aynı şekilde, hem Türkiye’de, hem de İran, Irak ve Suriye’de, 1970’ler ve 1980’ler arasında da önemli devamlılıkların ve önemli kopuşların olduğunu görüyoruz. Güney ve Rojava pratikleri bile, çok kısa bir zaman içerisinde gerilla dönemi şiddetinden “iktidarlaşma” sürecinin bir parçası olarak “ordulaşma”ya, yani şiddetin çok daha üst bir düzeyde örgütlenmesine geçildiğini gösteriyor.
Aynı şekilde, şiddet ancak nadiren özerk bir “aksiyon repertuvarı” olarak çıkıyor. İbn Haldun’un daha 14. Asırda belirtiği gibi, salt bir tepki olarak ortaya çıkan bir şiddet hareketi tarihselleşemiyor, zaman ve mekanı belirleyici bir olgu olarak ortaya çıkamıyor. Şiddet, ancak şiddete dayanmayan repertuvarlarla birleşebildiği, iktidar ilişkilerini değiştirebildiği ya da yeni iktidar dengeleri kurabildiği oranda siyasi açıdan bir önem kazanabiliyor. Türkiye’de PKK örneğinde görüldüğü gibi, bazı durumlarda şiddetin şiddete başvuran aktörü tümüyle aşan yeni dinamiklerin oluşturması mümkün olabiliyor.
Ama bunun aksinin gerçekleşebileceğini gösteren bazı örnekler de var: Örneğin, 1970’lerde Avrupa solunun başvurduğu şiddet kendi nesilsel koşullarını ve dar sübjektivitesini aşamamış, başka dinamiklerle eklemlenememiş ve bu nedenle de “anlamsızlaşmış” bulunmaktaydı. Bu hareketin yarattığı “ekolojik hassasiyet” gibi yeni dinamikler ise, ancak şiddeti etik olarak sorgulamak ve bir icraat olarak reddetmek koşuluyla bir anlam kazanabilmekteydiler. Ama aralarında Donatella dela Porta’nın da bulunduğu araştırmacılar, bu gelişimin ancak devletin “zor” dilinden müzakere diline geçmesi, en radikal muhalif unsurlara yeni entegrasyon mekanları açması koşuluyla mümkün olabildiğini göstermektedirler.
Onlarca örnek arasından seçilen bu iki örnek “şiddet” kavramının kendi başına her şeyi açıklayabilecek bir niteliğe haiz olmadığını açıkça göstermektedir.
‘IŞİD’le karşı karşıya gelen Kürtler, ordulaşmak zorunda kaldı’
Rojava örneğini verdiniz. Her ne kadar -tüm romantizmiyle- bir devrim olarak görülse bile bir ordu düzenine geçiş yapması olmazsa olmaz bir sonuç değil mi? Olumsuz anlamda mı söylediniz bunu?
Hayır, bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Weber’den Sorel’e kadar bir dizi düşünür, bunun iktidarlaşma sürecinin bir parçası olduğunu belirtirler. Kaldı ki, her iki Kürdistan örneğinde de bunun zorunlu olduğunu teslim etmemiz gerekir.
Kürt sahasında 2014 yazının sarsıntısını ele almakla yetineyim: Yüz yıldır devletler ve devletlerin zoraki milliyetçi ideolojileri ile mücadele eden Kürtler, aniden, mevcut sınırları tanımayan, milliyetçi unsurlar taşısa da radikal İslamcı bir kanaldan beslenen ve alışılmamış bir icraat uygulayan bir aktörle, IŞİD’le tanıştılar. Bu tam bir ontolojik kriz anlamına gelmekte. Daha 2014 başında kendilerini Ortadoğu’da az çok demokratik ya da az çok “radikal-demokratik” birer Atina olarak gören Güney ve Rojava, Spartalaşmadan kaçamayacaklarını, çok daha üst düzeyde bir ordulaşmaya/seferberliğe mahkûm olduklarını açıkça gördüler. İskoçya, Katalan, Bask ya da Quebec böyle bir zorunlulukla karşı karşıya kalmadan toplumlaşabilirler, ama Kürdistan’ın bu koşullara sahip olmadığı aşikar.
"PKK, Kürtlüğe artık şiddetle belirlenen bir rol biçmiyor"
Kürt hareketine istinaden, “şiddete başvuran aktörü tümüyle aşan yeni dinamikler” dediniz. Nedir o dinamikler?
Doğuş aşamasında PKK, “Fanoncu” olarak değerlendirebildiğimiz bir yapıya sahipti. Şiddeti, sadece Kürdistan’ın kurtuluşunun değil, yeni bir Kürt insanının, yeni bir Kürtlüğün oluşturulmasının koşulu olarak görüyordu. Bu -özgürleştirici ve yüzyılların kirliliğini temizleyici- şiddetin, aynı zamanda Kürtlüğün Ortadoğu’da sosyalist devrimin ana halkasını oluşturmasını sağlayacağı düşünülüyordu. Bugün, PKK Kürtlüğe yine evrensel bir rol biçmeye devam etse de, bu artık şiddetle belirlenen bir rol değil. Aynı zamanda Kürt toplumunun ne kadar zenginleştiği, farklılaştığı, dinamikleştiği ve hem siyasi hem de kültürel sahalarda ciddi bir birikim yarattığı ortada. Burada biraz bencil davranarak kendi “ev”im olan sosyal bilimlerden bahsetmekle yetineyim: 20-25 yıl önce “Kürt araştırmaları kütüphanesi” yüz cildi aşmıyordu. Bugün Kürtler üzerine her ay onlarca kitap yayınlanıyor, her ay bir ya da iki doktora tezi savunuluyor. Benim neslim özellikle Kürt sorununa ilgi gösteriyordu. Şimdiki gençler çok geniş anlamda Kürdistan tarihi ve toplumunu çalışıyor. Bu gelişim, PKK’nin ve diğer Kürdistan’ın diğer parçalarındaki hareketlerin yarattığı, ama artık onlara bağlı olmayan, hatta onların mütemadi bir şekilde değişmesini mümkün kılan dinamiklerden sadece birisine işaret ediyor.
"Devletin meşruiyeti şiddet yoluyla reddediliyor"
Sokakta çatışan insanlar var. Öz savunma yaptıklarını söylüyorlar. Toplumun bir kesimi, çoğu genç yüzleri kapalı, elleri silahlı bu grupları gördüğünde, yaşanılan ölümlerde dahil “hak ediyorlar” tepkisini veriyor. Diğer taraftan yaygın medyada bu görüntüleri, yine o kesimin düşüncesini bu yönde sabit tutmak için kullanıyor. Mahallelerin yanıtı öz savunma olmak zorunda mı? Pasif direnişle yanıt verilebileceğini düşünüyor musunuz?
Kişisel tavrım, hele hele Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullarda, tartışmasız bir şekilde sivil/pasif direnişten yana olsa bile, bir gözlemci olarak şiddeti mümkün kılan dinamikleri gözden ırak tutabilmem mümkün değil. Önemli bazı istisnalar dışında, şiddet her şeyden önce bir hakimiyet sistemi içinde ve bu sisteme karşı bir direniş tarzı olarak ortaya çıkmakta. Direnişsizlikten ya da sivil direnişten şiddete geçiş aynı zamanda sübjektif algılamalarla yakından ilgili. Örneğin, bazı konumlarda “saha”ya mesafeli bir bakış, şiddet dışında direniş imkanlarının son derece geniş olduğunu görmeyi mümkün kılıyor; ama aktörlerin sübjektif değerlendirmeleri, nesil olgusunun mümkün kılabildiği (ve dolayısıyla sınırladığı) okumalar, iktidarın kullandığı fiziki ve sembolik şiddet, ya da dayattığı “intikam” alma vs. gibi faktörlerle belirlenebiliyor. Şiddet, devletin “kahredici”, “te-miz-le-yi-ci” olarak sunduğu zorun işlevsizliğini, hatta, devletin “kendi” sokaklarına tanklar eşliğinde girmeye mecbur kalacak kadar “yabancılaştığı”nı gösteren bir araç haline gelebiliyor.
Burada söz konusu olan, sadece, bazı sivil toplum kuruluşlarının tabiriyle devletin kullandığı “orantısız” gücün şiddete yol açması değil, aynı zamanda “muktedir”in zora başvurma hakkının, ve dolayısıyla mevcut hakimiyet sistemini cisimlendiren devletin meşruiyetinin şiddet yoluyla reddedilmesidir. Bu süreç, aynı zamanda özneleşme, yani devletin ya da bir iktidar erkinin bir “nesne” ya da “yığın” olarak gördüğü grubun aktörleşmesi sürecidir. Kolektif bir aktör olarak şiddete başvuranlar, kendilerine artık hükmedilemeyen, bir geçmiş, içinde bulunulan an ve gelecek okuyuşuna ya da tahayyülüne sahip, başka bir meşruiyeti savunan aktörler olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Tabii, şiddetin yarattığı dinamikler, bu aktörlerin özerkleşmelerini engelleyebilir; bazı hallerde şiddet ve devlet zoru arasında diyalektik bir ilişki, sosyolojik bir devamlılık oluşabilir. Şiddete başvuran aktörler savundukları “dava”ya yabancılaşabilir, varlıklarını şiddetin yarattığı sosyalizasyon ve icraat sayesinde devam ettirebilirler. Ama şiddet sürecinin yarattığı bu “sonuç”lar, şiddete başvurmanın ön-dinamiklerini açıklamaya yetmemektedirler.
Hendek açma: Devletin güçlerine işgal ordusu olduğunu hatırlatma
Devletin özelleştirilmiş şiddetine karşı mucit karşı teknikler de doğuyor. Hendek açma yöntemi bunlardan biri. Sınırlar içinde yeniden sınır çizerek korunmaya çalışmanın toplumsal manası nedir?
Hendek pratiği da, gerilla ya da serhıldan olguları gibi binlerce yıllık tarihi olan, “korunmayı” mümkün kılan askeri bir pratik. “Hendek” kazma, aynı zamanda devletin güçlerine “mekana sahip olamadıkları”nın ve dolayısıyla bir “işgal ordusu”, bir “işgal polisi” olarak değerlendirildiklerinin hatırlatılması.
"Serhıldan geleneği, yoğun bir birikim aktarımı"
“Serhıldan” geleneği (gelenek diyebilir miyiz buna?) nasıl oluşmuş olabilir? Başka bir örneği var mı dünyada?
Serhıldan kaçınılmaz olarak büyük bir “gelenekleşme” potansiyeline sahip, çok-aktörlü, çok-dinamikli, eşzamanlı olarak hem büyük bir örgütlülük hem de büyük bir “kendiliğindenlik” gerektiren bir praksis, hatta uzun erimli bir zaman dilimi olarak ortaya çıkmakta. Bu praksis, aynı zamanda da, hem somut örgütlenme biçimi olarak, hem de sembolik olarak, yoğun bir birikim aktarımını mümkün kıldı. Neredeyse 2 bin yılı aşan bir tarihe sahip olan “Serhıldan”lar, Kürdistan’daki kitlesel mobilizasyonlarla, 1940’ların Irak “Intifadası”yla, ya da 1960 ve 1970’lerin Kuzey Irlanda nümayişleriyle, hatta 1980 ve 2000’lerin Filistin Intifadası’yla sınırlı olan bir olgu değil.
"Tarihte, kazanan ve kaybeden gerilla savaşları az"
Modern zaman içerisinde gerilla savaşının uygulanabilirliği ve sürekliliği zor sağlanabilirmiş gibi bir düşünce var. Nereye kadar sürebilir bu? Bir sonu varsa eğer yerine ne gelir?
Bu soruya somut bir cevap verebilmem mümkün değil. Benim açımdan önemli olan ilk olgu, “gerilla” pratiğinin de neredeyse iki bin yılı aşan bir tarihinin olması (bu konuda bildiğim ilk kitap 10. Yüzyılın sonunda bir Bizans generali tarafından yazılmış bulunmakta). Ekleyebileceğim ikinci nokta ise, kazanan ve kaybeden gerilla savaşlarının sayısının son derece az olduğu. Bazı gerilla savaşları iç dinamiklerini kaybettiklerinden dolayı “sönseler” de, gerilla savaşlarının önemli bir kısmı son derece uzun dönemlere yayılabilmekte ve bu nedenle de güçlü bir “müesseseleşme” kapasitesine sahip olabilmektedirler. Ama, İbn Haldun’un belirttiği ve 20. Yüzyıl teorisyenlerinin önemli bir kısmının hatırlattığı gibi böyle bir savaşın başarıya ulaşabilmesi için, kendisine karşı savaşılan devletin bir iktidar sistemi olarak kriz içinde olması, anlayamadığı ve bu nedenle çözemediği iç çelişkiler sonucunda zayıflaması gerekmekte.
"Gerilla yok edilemiyor"
Şu zamanlar o bahsettiğiniz kriz dönemlerine denk geliyor mu? Ya da yine dediğiniz gibi kazananı ve kaybedeni olmaz mı bu savaşın?
Bu soruya ancak geleceğin tarihçileri cevap verebilir. Çok-boyutlu bir kriz sürecinin hızlanıp hızlanmayacağını, “bifurkasyon” dediğimiz kırılmalara ve dolayısıyla yeni çok-bilinmeyenli denklemlere ya da senaryolara yol açıp açmayacağını önceden görebilmek mümkün değil. Bugünün bir gözlemcisi olarak, ancak, ordu, polis ve korucuları da içeren silahlı kuvvetlerin harcanan yüzmilyarlarca dolara, düzenlenen yüzlerce «harekât»a rağmen gerillayı imha edemediğini söyleyebilirim.
‘Fiilî anlamda kurulan Kürdistan’
HDP’ye söylenen “örgütle arana mesafe koy” makul bir çıkış mı?
Bana öyle geliyor ki Türkiye’de bütün olup bitenlere rağmen birçok gözlemci Kürdistan’ı ve dolayısıyla da Kürt sorunun vahametini ve dinamiklerini anlayamıyor. 1977 Belediye seçimlerinden 2015 seçimlerine kadar geçen zaman diliminde seçim haritalarına bakmak bile, tamamen ayrı bir sosyolojik iklim haline gelen Kürdistan’ın fiilî olarak kurulmakta olduğunu göstermekte. Bunun ne sadece silahla, ne de sadece örgütlenmeyle ilgisi var: Güney’de ve Rojava’da gelişen özerkleşme süreci Kuzey’de de görülmekte, kendisini ayrı bir toplum olarak algılayan, farklı bir siyasi dil ve kültür geliştiren bir toplumun oluşmasına yol açmakta.
Bugün geniş anlamda Ortadoğu’da, “referans aktör olarak” tanımlayabileceğimiz, yani Kürdistan’ın yeniden yapılanmasının temel aktörleri olan iki merkez var: Irak Kürdistanı Bölgesel Hükümeti ve PKK. Sosyolojik olarak PKK’den çok daha farklı bir niteliğe sahip olan, daha çok bir sınıflararası, nesillerarası ve cinsiyetlerarası bir koalisyon görünümünde olan ve son derece yüksek bir temsiliyet kabiliyeti olan HDP’nin bu olguyu gözden ırak tutabilmesi mümkün değil.
HDP’yi belirleyen olguların en önemlisi, böylesine farklılaşmış Kürt mekânın HDP yoluyla Türkiye’ye bir birlik mesajı göndermiş olması, “biz, ayrı bir halk, ayrı bir mekan olarak, her şeye rağmen Türklerle ve Türkiye’yle birlikte yaşamaya, Türkiye’yi taşımaya hazırız” demiş olması. Bu mesajı algılayamayan HDP yorumlarının, Kürt hareketini ve daha da tehlikelisi, Türkiye’nin gelişmesini okuyabilmeleri mümkün olamamaktadır. (FG/HK)