Rober Koptaş'ın, Agos Gazetesi'nde Ertuğrul Kürkçü ile "Özür Borcu" başlıklı yazısından yola çıkarak yaptığı söyleşi.
Eskiden 1915’te Ermenilere ne olduğu pek bilinmiyordu ama yine de herkesin bu meseleyle bir tanışma hikâyesi var. Sizin Ermenilerle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?
Türkiye’deki Ermeni varlığının “sorunlu bir varlık” olduğunu çok genç yaşta öğrenme fırsatı buldum. 1959’da Talas Amerikan Ortaokulu’na kaydoldum ve orada Ermeni arkadaşlarımız vardı, statüleri bizimkilerden biraz farklıydı. Talas’ın yerlisi Ermeniler o okulda ücret ödemeden okuyorlardı; daha ayrıcalıklı bir yerleri vardı. Ama biz bunu onların Hıristiyan olmasıyla ilişkilendiriyorduk; bir Amerikan Board okulu olduğu için böyle bir gelenek sürüyor diye düşünüyorduk. Geçmişte yaşananlarla pek bir bağ kurmuyorduk ama Talas’taki hayat, o zaman Türkiye’nin başka yerlerine pek benzemiyordu. Çok bakımlı bağlar, teraslanmış tarlalar, güzel taş binalar, eski hayatın izleri... Hepsi aklımda.
Kayserili misiniz?
Hayır, o zaman Ankara’da oturuyorduk. Orada yatılı okudum. Daha çok bürokrat çocukları, üst sınıfın çocukları giriyordu o okula. Yaşanan sorunlara dair pek bir şey hissetmesem de Ermenilerle tanışıklığım olmuştu. Türkiye’de 11 yaşındaki çocukların çok azı böyle bir şeyle karşılaşıyorlar.
Peki daha sonra?
1960’ların sonunda siyasetle uğraşmaya başlayınca bunu gündemimize almış olduğumuzu hatırlamıyorum. Zaten Sovyetler Birliği’nin varlığında Türkiye’nin doğu sınırlarının belirlenmiş ve hak iddialarının karşılıklı olarak ortadan kalkmış olması dolayısıyla, Ermeni sorunu ne Sovyetler Birliği üzerinden ne de soldan Türkiye’nin gündemine geliyordu. Öte yandan, bu Soğuk Savaş siyaseti dolayısıyla da ABD ile ilişkili Ermenilerin Türkiye ile de daha iyi ilişkiler içinde olduğu görülüyordu. Konunun pek gündeme gelmemesinin nedeni bu konjonktürdü sanırım.
Benim bu meselenin ikinci kez farkına varmam 12 Mart döneminde, Selimiye Askeri Cezaevinde oldu. Garbis Altınoğlu ve arkadaşları İbrahim Kaypakkaya’nın grubuyla bir ilişki kurmuşlardı, yani TİKKO içerisinde yer alıyorlardı. Niye başka bir yerde değil de orada olduklarını düşününce, o harekette çok sert bir Kemalizm eleştirisi olduğunu görürüz. Yani Türkiye solunda genel olarak müttefik konumuna çıkarılan Kemalizm’in bu akım tarafından hasım kategorisine yerleştirilmiş olması, özellikle Robert Kolej’deki Ermeni gençleri yanına çekmişti sanırım. Garbis tek değildi, fakat diğerlerini çok iyi hatırlayamıyorum. Bu meseleleri ikinci kez de askeri cezaevinde tartışma fırsatı ve gereği doğdu.
Nasıl bir tartışmaydı bu?
Ermeni meselesi nedir, Anadolu’da Ermeni varlığı, Ermeni kimliği gibi konuları tartıştık. Tabii bu mesele gündeme gelince, bizim arkadaşlarımızdan, mesela Adanalı olanlar vardı. Onların bazıları annelerinin Ermeni olduğunu ilk kez o zaman deşifre ettiler. Hatta, “Annemizin Ermeni olduğu öğrenilirse iki kat zulüm görebiliriz” diye bir kaygıları olduğunu da ilk kez o zaman fark ettim. İşte o tartışmalar bir tür uyanışa yol açtı; insanlar o güne kadar merak etmediği Ermeni akrabalarının resimlerini buldular, mesela kimileri onların Marsilya’da yaşamakta olduklarını, geniş ailelerinin başka bir kökene sahip olduğunu fark ettiler. Cezaevinde bir araya gelen farklı kökenlerden insanlar bunları tartışmak için uzun bir zaman buldular. Fakat gene de, “Böyle bir meselemiz, bir hikâyemiz var, bunun hakikati, aslı astarı nedir, inceleyelim” şeklinde değil de, çok uzak geçmişlerde kalmış tekil tarihler ya da kişilerin aidiyetleri bağlamında görüldü konu. Ama eninde sonunda bizim için tartışılanın bir katliam, bir kıyım olduğu meselesi aşikâr hale geldi.
Bu tabirler mi kullanılıyordu?
Evet, bu tabirler kullanılıyordu. Genel olarak, bir iç savaş oldu, onun sonucunda bir şeyler yaşandı gibi değil de, kıyım ve katliam terimleriyle konuşuldu. Bunu hatırlıyorum. Ama bunlar politikaya tercüme edilmedi, buradan politika çıkmadı, buradan bir tarih eleştirisi, bir siyaset eleştirisi çıkmadı. Bunlar bilinmesi gerekli bir dizi tarihsel olgu olarak kaldı.
Peki ya 12 Eylül’e doğru ortaya çıkan ASALA eylemleri sırasında neler konuşuldu?
Tabii, bu konuyu yeniden konuşmaya başlamamızda ASALA’nın eylemleri de etkili oldu. Fakat ASALA’nın eylemleri bu tartışma açısından çok talihsiz bir iklimde ortaya çıktı... 12 Eylül baskısı Türkiye’nin üzerine çökmüş, gündemi 12 Eylül rejiminin şiddeti işgal etmişken, ASALA eylemlerine Türkiye’nin politik dönüşümü bakımından bir anlam yüklenemedi. Hatta çoğu kez, “Bu bir provokasyondur, gündemi karıştırmak için yapılıyor!” kuşkularına yol açan eylemler oldu. Bunun Türkiye solunda bir sempati dalgası yarattığını söyleyemeyeceğim. Sadece şunu söyleyebilirim, mesela Ankara’daki Ekmekçiyan eyleminin sonuçları, acımayla karışık bir duyguya yol açtı. Çünkü nasıl desem, çok sayıda sivil insanı öldürmüş yaralamış, ama kendisi için talihsiz sayılacak bir şekilde sağ olarak ele geçmişti. Çok genç ve yüzüne baktığımız zaman “Hay Allah!” dedirtecek bir insandı. Fakat genel olarak ASALA eylemleri, iş karıştıran ve dahası neyi karıştırdığını da çok iyi söyleyemeyeceğimiz, çok harici, Türkiye’nin iç gidişatıyla ilgisi olmayan bir şey olarak görüldü.
Nihayet, konunun boylu boyunca konuşulmaya başlanması esasında Agos’un yayımlanmasıyla, Hrant’ın bu meseleyi Türkiye gündemine taşıma ustalığıyla ve adım adım bir tartışma iklimi örülmesiyle oldu. Tabii, Türkiye’de ifade özgürlüğü sınırlarının nispeten genişlemesi ve bu konudaki ihtilaflı, birbiriyle çatışan tezlerin yayımlanmaya ve konuşulmaya başlanması, Taner Akçam’ın solun içinden gelen birisi olarak bu meseleye eğilerek, yeni şeyler söylemesi ve kendi yakın çevresini bu konuda düşünmeye çağırması, bunun etrafında başlayan tartışma, ister istemez insanların ilgisiz kalamayacakları bir ortam doğurdu.
İlk kez, bundan 10-15 sene önce, doğrusu tam tarihini hatırlamıyorum, büromuz Cağaloğlu’ndaydı ve o zaman alt katımızda çalışan bir yayıncı, İstanbul Örfi İdare Mahkemesi’nde yapılan Boğazlıyan katliamına dair yargılama tutanaklarını yayımladı ve kitabı da bize armağan etti.
Temel Yayınları’nın yayımladığı ‘İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması’ kitabı olmalı.
Evet. Ben o zaman, bu kadar aşikâr, bu kadar net, çıplak ifadelerle, hem sanık hem tanık hem mağdur ifadeleriyle kurulmuş bir yargılanma sonucunda İttihat ve Terakki’nin emirlerine bağlı bir biçimde kırımın nasıl gerçekleştirildiğine dair elde çok net malumat olduğunu görmüş oldum. Sadece bir tek gölge düşüyordu bu mahkemelerin üzerine; işte bunlar, işgal İstanbul’unda yapılmış duruşmalardı ve dolayısıyla bu mahkemelerin tarafsızlığı tartışma konusu olabilirdi. Ama bu şüpheleri bir yana bıraktıracak kadar net, ayrıntılı, birbiriyle tutarlı belgeler ve tanık ifadeleri vardı ve tabii bütün bunlar okuyana çok sert bir hakikatle karşı karşıya kaldığını düşündürüyordu.
Daha sonra, Kürt mücadelesinin yoğunlaştığı dönemlerde devletin azınlıklara, Türk olmayan kimliklere karşı muamelesi de giderek artan bir eleştiri konusu olmaya basladı. Özgür Gündem’in bir kuruluş yıldönümünde, ekonomist Aslan Başer Kafaoğlu’nun anlattıklarını hatırlıyorum. Kafaoğlu Yozgatlıymış. Yozgat’ta köylerinde Ermenilere nasıl kıyım uygulandığını anlattı. Aslan Bey 80 yaşlarında ya da 80’i aşkın bir insan. Aslan Bey genel olarak ulusal değerlere, ‘Türk’ ulusal değerlerine çok önem veren biridir. Onun bile olan bitene bir facia olarak yaklaşması, kırımın sadece doğuyla sınırlı olmadığını, Çorum’da, Yozgat’ta, Bursa’da, her tarafta bu olayların yaşandığını idrak etmeyi kolaylaştırdı.
Gene de, derli toplu bir görüşe sahip olma ihtiyacı son yıllarda ortaya çıktı. Hrant’ın çabalarıyla, internet vasıtasıyla, yeni yayınlarla, insanların önünde bir bilgi havuzu açıldı ve bu havuzun içerisinden herkes kendi telakkisine göre olguları yeniden sıraya dizmeye, geçmişi yeniden anlama çabasına girişti. Tabii Türkiye’nin çok parçalı, çok kimlikli bir toplumsal tarihsel arka planı olduğu bilgisi netleştikten sonra, varsayılan bir teklik değil, gerçek bir çokluk üzerine siyaset kurma ihtiyacı, benim gibi insanları yeni baştan düşünmeye sevk etti. Aynı hakikat, bazı başka insanları bunların çıkmaz yol olduğu düşüncesine sokmuş olabilir, kimilerini ortada bırakmış olabilir, kimileri içinse mesela 1920’de halledilmiş bir meseledir, tekrar geri dönmeye gerek yoktur.
Benim açımdan, neresinden bakarsak bakalım, dünya bir kere daha yeniden kurulurken, bu meselenin bütün unsurlarıyla birlikte sökün etmemesi de imkânsız. O nedenle de, bu keşif süreci, 11 yaşımdan 60 yaşına kadar her gün devam eden bir süreç. Ve ben her geçen gün yaşanan sıkıntının, yaşanan derdin ne olduğunu daha iyi anlayabiliyorum.
Köksüzlük duygumuzun kaynağı
Nasıl görünüyor geçmişte yaşananlar size?
‘Özür borcu’ başlıklı yazıda yazdığım gibi, bizi pek çok açıdan, pek çok boyutta ve düzlemde alakadar eden bir mevzuyla karşı karşıyayız. Mesela, Türkiye’deki gayrimüslim nüfusun katliam ve mübadele dolayısıyla silinip gitmesi, Osmanlı toplumunda var olan ve son yıllarına kadar varlığını sürdüren bir toplumsal iş bölümünü de ortadan kaldırıyor. Gayrimüslimler, “Türk unsurunu çoğaltmak” gayesiyle tasfiye edilince, bu sefer bütün entelektüel müktesebatın taşıyıcıları, Türkiye’nin en iyi eğitilmiş, en çok gelişmiş, dünyayla en çok temasta bulunan tarafı da kesilip atılmış oluyor. Marangoz, demirci, kuyumcu, taşçı, derici gibi geleneksel zanaatkarlar kadar, modern sanayinin yanı sıra gelişen yeni zanaatların erbabı da yok ediliyor. Yani Türkiye aslında kendi kolunu kesmiş ya da kendi beynini zarara uğratmış oluyor.
Böyle bakılınca, sadece entelektüel kapasite değil, siyasi mücadele kapasitesi açısından da, İttihat ve Terakki iktidarı ve öncesinde saltanata karşı, istibdada karşı en sıkı mücadeleleri sürdüren, Hınçak sosyalist partisinin de Ermeni nüfusuyla birlikte bu topraklardan silindiğini, bütün entelektüel müktesebatının da saf dışı olduğunu, dolayısıyla Türkiye’de modern anlamda sosyal, siyasal sınıf mücadelesinin en önemli dinamiklerinden birinin de kaybolduğunu görüyoruz.
Şimdi giderek daha net olarak fark ediyorum ki, bizi hep kovalaya gelen eksiklik, köksüzlük duygusunun bu yaşananlarla çok yakın ilgisi var. Biz o çokluk içinde yaşamaya devam etmiş olsaydık, Türkiye’de bütün politik partilerde, sendikalarda toplumsal hareketlerde Türkler, Müslümanların yanı sıra Ermeniler, Museviler, Rumlar olacaktı; Batı’da birikmiş olan, bütün 1920’ler, 30’lardan sonra Türkiye için yeniden keşfedilmesi gereken şeyler olan aydınlanma, sosyalizm, işçi mücadelesi fikirleri, zaten yaşayacağımız bir hayatın parçası olacaktı. Maalesef bütün bunlardan mahrum kalmış olduk..
Sol literatürün bir kısmında, 1915’te yaşananlar veya mübadele çoğunlukla gayrimüslim burjuvazinin tasfiyesi olarak, hani biraz da hayırlı bir şeymiş gibi değerlendiriliyor.
Maalesef... Bütün bir halktan, yani işçisinden, esnafından, köylüsünden söz ediyoruz; hepsini tasfiye etmiş oluyorsun. İttihat ve Terakki hükümeti döneminde veya daha sonra Türkiye’deki gayrimüslimlerin eksiltilmesi sürecinde, sermayenin toplumsallaştırılması, kamulaştırılması ve öte yandan işçilerin ihya edilmesi gibi bir şey hiç söz konusu olmadı. Öyle olsaydı, zaten karşılaştığımız şey hem başka türlü olurdu, hem de bunun neticelerini bir başka türlü tartışırdık. Ama Türkiye’de kökeni ne olursa olsun bütün gayrimüslimlerden kurtulma siyaseti güdüldü. Bu şartlar altında baktığımızda, burada daha varlıklı bir burjuva tabakasından yeni burjuvaziye servet aktarılmasından ibaret bir teknik işlem söz konusu değil, bir halkın tamamından “kurtulmak” söz konusu.
Yazınızda hem bir eleştiri, hem de bir özeleştiri olarak, solun 1915’te yaşananlarla hesaplaşmadığına dair güçlü bir vurgu var. Neden bu hesaplaşma yapılamadı?
Bunun her şeyden önce bizim sosyalist hareketimizdeki süreksizlikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sosyalist hareket 1920’lerden başlayarak bu meseleyi programına dahil etmiş ve 1960’lara el vermiş olsaydı, biz de mutlaka bu tartışmayı devralmış olurduk.
Bunda, Ermenistan’ın 1922’de Bolşevikleştirilmesinin ardından Sovyetler Birliği’nin bu konuyu kapatmış olması rolü var mıdır?
Şüphesiz, tabii ki... Türkiye sosyalist hareketi Komintern siyasetlerinin ve tercihlerinin etkisi altındandır büyük ölçüde. Komintern tercihlerine karşı Türkiye Komünist Partisi’nde hep bir yakınlık vardır ve bu konuda da çok etkili olmuştur. Tabii sadece bu da değil. Düşünsenize, hepimizin bilgi kaynağı toplum, okul ve aile... Okulda böyle bir meseleden söz edilmiyor, ailede böyle bir şey yok, gazeteler yazmıyor, kitaplar söylemiyor... Türkiye’de gayrimüslim, Türk olmayan unsurlar olduğunu hep biliyorsunuz ama onları folklorik bir şey olarak algılıyorsunuz. Bunu Türk’ün bir çeşidi olarak anlama eğilimindesiniz. Mesela o zamanın tek iletişim aracı olan radyolardaki Musevi, Rum, Ermeni taklitlerini biliyorsunuz sadece; bunların bir ayrı millet, milliyet, halk, kültür vs. olduğu bilgisi yok... Siyaset de sizi bu açıdan uyarmıyor. Yani bizim kuşağın gözü bu açıdan açık değil pek. Bu cehalet ve karanlık da ancak dışarıdan delinebilirdi. Tabii zihniyet böyle şekillenince, başlangıçta içerilmeyen unsurları, temaları yeniden edinmek çok zaman alıyor... nsanlar politik mücadeleyi yürütürken şu tercihlerle karşı karşıya kalıyorlar: “Meramımı anlatmak, insanları yanıma çekmek için, esas meselemin dışındaki konulardan, teferruattan uzaklaşmalıyım”. Dolayısıyla, onların önyargılarıyla çatışmamak uğruna kimi konulardan da fedakârlık ediyorsunuz. Bütün bunlar da birbirini besleyerek gelişen bir süreç oluyor. Dediğim gibi, köklü bir enternasyonalist yaklaşım olsaydı, Türkiye solu tarihinden böyle bir bakış miras edinilmiş olsaydı, daha sonra da o çizgi üzerinden gidebilirdi. Ben burada faturayı, biraz 1920’lerde, 30’larda şekillenmiş olan sol harekete ve tabii onların Sovyetler Birliği’nin tavrına olan ilgisine çıkarma eğilimindeyim.
Bu söylediğinizden, sınıfsal mücadele sırasında birtakım etnik ayrımların, etnik meselelerin, adaletsizliklerin gözardı edildiği sonucu mu çıkmış oluyor?
Daha doğrusu şöyle diyelim: Sınıf mücadelesinin sürdürülmesinin sadece sınıflarla ilişkiden ibaret olmadığına, bunun bütün ezilenlerin ortak sözcülüğünü gerektiren çok daha karmaşık ve esnek bir mekanizmayı gereksindiğine dair bilincin ya da uygulama hafızasının eksik olması neden olmuştur bu duruma... Ortada bütün Lenin müktesebatı durmasına rağmen, Lenin bu konuda hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan birisi olarak daima işçi partisinin ulusal meseleyle ilgisinin sınıf mücadelesine eşlik etmesi gerektiğine işaret etmiş olmasına rağmen Lenin sonrası Komintern genellikle erteleyici yorumu benimsedi. Yani, “Önce işçi iktidarı, sonra bütün meseleler nasılsa çözülür” diye özetleyebileceğimiz bakış ağırlık kazandı. Bu insana vicdan rahatlığı da veriyor; meseleyi unutmuyorsunuz ki, daha sonra halledeceksiniz... Her şeyin sırası var; kadın meselesini de öyle çözüyorsunuz, kültür meselesini de. Zira bu basitleştirici yoruma göre önce aşağıyı düzeltiyorsunuz, sonra her şey onun üzerinde düzelmeye başlıyor. Ama hayatın ve mücadelenin bu kadar kaba bir şema üzerinden yürümediğini biz yaşadıkça ve denedikçe idrak ettik.
Vedat Türkali, Agos’un eski sayılarından birinde, Hrant Dink’e verdiği bir söyleşide, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalistlerin başta Ermenilere yapılanı sahiplenmediğini, ancak daha sonraki dönemlerde burjuvazinin İttihatçı liderleri kahramanlaştırıldığını söylüyor.
Doğru. Türkiye’de 1930’lardan sonra, Osmanlı’dan miras bütün o toplumsal, kültürel çokluk, karmaşa vs. değişen dünya dengeleri içerisinde sürdürülemez gözüküyor ve yeni rejimin sahipleri görev olarak iki şey koyuyorlar önlerine. Birincisi, milliyeti teke indirgeyerek muhafaza etmek; ikincisi, bunun üzerinde yeni bir sınıf hâkimiyeti inşa etmek. Burjuvazinin kurulması hem bir milli ideoloji hem de bir etnik tümlük gerektiriyor o yaklaşıma göre. Herkesi Türkleştirmek ya da farklı olanı potanın içerisinde eritmek arzulanıyor. Böylece azınlıkların ya da diğer grupların sürece dahil edilmesi tavrı bir yana bırakılıyor ve “Türk unsuru” üzerine, Hanefi mezhebi üzerine kurulu yeni millet inşası hedefleniyor. O zaman, Cumhuriyet’in seçkinleri, İttihatçı geçmişleriyle barışıyorlar, İttihatçıların hükümet etme pratiğiyle de... Türk-İslam kimliğinden gayrısı dışlanıyor ya da yok sayılıyor. Bunlar, modernleşme, ilerleme vs. kabulleri içinden bakıldığında solun kimi eğilimleri açısından da katlanılması gereken kötülükler olarak görülebiliyor... Fakat ben eski Türkiye Komünist Partisi’nin bu süreci kalben benimsemediğini biliyorum; bütün belgeler de bunu gösteriyor, fakat mücadelenin üzerine kurulacağı esas alan olarak gözükmüyor bu onlara. Öyle olduğu için de, giderek ihmal edilen ve zamanla bilgisine de ulaşılamayan bir süreç halini alıyor.
"Halkların Kardeşliği" sloganı yetmez
Yazınızın sonunda, Ermenilerden özür kampanyasını liberallere bırakmanın solcuların kendilerilerine yaptığı bir haksızlık olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Liberallerin de elbette kendi dünya görüşlerine göre, kendi siyasi algılayışlarına göre, bu meseleyi tartışmaya ihtiyacı da var, hakları da var. Aradaki en önemli fark şu: Bir liberal için tarihe bakış sınıf mücadelesi ekseninden geçmiyor; onun için kimliklerin özgürlüğü meselesi, iktisadi liberalizmle el ele gidiyor.
Bense şunu vurgulamak istiyorum. Sosyalistlerin, bütün ezilenlerin sözcüsü olamadıkça işçilerin sözcüsü olamayacaklarını bilecek bir tarih yaklaşımına sahip olmalarına karşın, yollarına iktisat dışı ezme-ezme ilişkilerini, bu ilişkilerin ezilenler kutbunu görmeksizin, bu meselelerin sözcülüğünü gönüllüce başkalarına devrederek devam etmiş olmaları, bizim için bir sorun...
Aslında çok daha köklü bir eleştirinin konusu olabilecekken, meselenin kimlik düzeyinde bir eleştiriyle sınırlanmış olmasına rıza göstermiş olmamız, geriye dönüp baktığımda kendimize yaptığımız bir haksızlık olarak gördüğüm şey.
Mesela Hrant Dink’in benim için önemi, seküler bir Ermeni kimliğini inşa eden bir dava insanı olması; burada onun solculuğunun çok büyük etkisi var. Çünkü Ermeni kimliği genel olarak kilise merkezli, bir dini cemaat kimliği olarak algılana geliyordu Türkiye’de. Hrant Dink’in solculuğu, onun aşağıdan bir mücadeleyle, sivil toplumla temas eden yeni bir mücadele alanı açması, Ermeni halkının sorunlarının Türkiye’deki diğer ezilenlerin meseleleriyle birleşebileceği yeni bir denklem kurdu. Bu bence çok önemliydi. Halbuki Hrant sosyalist soldan ÖDP dışında çok büyük bir teveccüh görmedi. Hrant’ı el üstünde tutanlar ise ÖDP’lilerden çok liberaller oldu ve Hrant’ın mücadelesini de giderek o sınırlar şekillendirdi.
Burada da bir mücadele her zaman vardı. Mücadele derken, bir öncelikler sıralamasından söz ediyorum: Nelere daha çok önem vereceğiz, nelere daha az önem vereceğiz. Liberallerin yaptığı gibi, sadece kimlik meselesiyle sınırlı bir yaklaşımın, Ermenilerin hak mücadelesini toplumun diğer ezilenlerine bağlamakta zorlanacağını düşünüyorum. Benim özrü liberallere bırakmaktan kastım bu. Bu tavrım, insanların bir hak talebini desteklemeleri karşısında kıskançça bir rekabet olarak görülmemeli. Bu hak baki, kimseye de bunun kullanılması karşısında bir laf düşmez. Ama salt kimlik siyaseti üzerinden gidildiğinde dil daha zor kuruluyor, mesaj daha zor gidiyor ve daha yukarıya gidiyor, daha aşağıya değil...
Sol çevrelerdeki arkadaşlarla tartışırken, sizin burada dile getirdiğiniz türden eleştirileri dile getirdiğimizde, “Biz hep halkların kardeşliğini savunduk!” tepkisiyle karşılaşıyoruz. Vicdanların ‘Halkların kardeşliği’ sloganıyla rahatlatılıyor olmasının Ermenilerin ya da diğer etnik grupların yaşamsal sorunlarının üzerini örttüğünü, bunların görmezden gelinmesi sonucunu doğurduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu soyut bir slogan. Soyut olduğu için söylemesi kolay oluyor. Ben bu sloganın insanlar “Hepimiz Ermeniyiz!” diye sokağa döküldüğü zaman ete kemiği büründüğünü gördüm. Öyle olduğu için bu bütün Türkiye’yi sarstı, silkeledi. Halkların kardeşliğinin her gün yeniden, o günün diline tercüme edilmesi ve kurulması lazım. Her gün “Yaşasın sosyalizm!” dememin bana bir faydası yok; her gün işçi sınıfı mücadelesi içerisinde yeni bir şey yapıyor olmam, “Yaşasın şu grev! Yaşasın bu direniş!” diyebileceğim şeyler yapmam gerekiyor. Tıpkı bunun gibi, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganı da, mesela Kürt mücadelesinde ‘Barış’ diye bir gündem kurup, bunu etrafında çalışmaya başladığınız zaman; Kürtçenin özgürleşmesi için mücadele ettiğiniz zaman, bununla ilgili bir bedeli göze aldığınız, DTP’yle birlikte hareket ettiğiniz zaman anlam kazanıyor. Yoksa halklar durduk yerde birbirleriyle kardeş olmuyor. Halkların kendi kendine türeyen, doğuştan gelen akılları yok, onların tarihsel aklı var. Bu da çoğu kez bir politik güç tarafından, bir örgütlenme tarafından, halkla alışveriş içerisinde olan kurumlar tarafından ifade ediliyor. Yani “Halkların kardeşliği” sloganı yetmez. Kardeşlik olmazsa olmaz elbette, ama bu söz yetmez.
Halklar dediğimizde bunun içine bir sürü mücadele giriyor. Süryanileri, Yezidileri, Çerkesleri, Gürcüleri, Lazları, hepsini içine alan bir mücadele bu. Hepsinin diyeceği bir söz var. Son on yılda bence çok hayırlı bir şey oluyor. Türkiye’nin dünyayla girdiği yeni ilişki çerçevesinde mevzuatını gevşetmesi, liberalleştirmesi sayesinde olan bir şey bu. Mesela “Sonbahar” filminde görüyorsunuz, “Ya evet, bu adam bir Dev Solcu, ama aynı zamanda bir Hemşinli!” Başka bir hikâye de var orada, apayrı bir duyarlık. Biz böyle bakmazdık eskiden. Şimdi başka türlü okuyoruz. Mesela Enternasyonal’in Hemşince, Lazca okunmasını hayal etmek mühim bir şey. “Halklar kardeş olsun ama hep Türkçe konuşsun” olmuyor. İnsanlar kendi dilleriyle, kendi bakışlarıyla geldiği zaman, halkların kardeşliği o zaman somut bir şey haline geliyor. Henüz bunu kurabilmiş değiliz, ama oraya doğru gidiyoruz.
Ne yapmalı bunu başarabilmek için?
Çok basit bir şey benim söyleyeceğim. Bütün haksızlıklara aynı güçle karşı çıkmamız gerekiyor. Haksızlığa uğramış olanların haklarının teslim edilmesini talep etmemiz gerekiyor. Bu ödeme nasıl olmalı, o apayrı bir mesele. Belki de Osmanlı Ermenilerinin torunları diyecek ki, “Lanet olsun, toprak da, ev de, fabrika da sizlerin olsun! Yeter ki bize bir şey yapıldığını kabul edin.” Yahut da, “Büyük dedemin evini istiyorum!” diyenler olacak. Madem, mülkiyet diye bir hak tanıyorsunuz, bunu istemeye hakkı var bu insanların. Eleştirimizin sonuçlarından korkmamamız, açık sözlü olmamız gerekiyor.
İkincisi, mümkün olduğu kadar, ortak faaliyet göstereceğimiz zeminler kurmamız gerekiyor. Ben o yüzden Agos’un var edilmiş olmasını çok önemli buluyorum, çünkü onun sayesinde ilk kez bu meselelerin ortaklaşa konuşulacağı bir dolayım var. Mesela Hrant Dink’i anma gecelerinde ortaya çıkan çokluk ruhu çok önemli, orada bütün bu zenginliği görebiliyoruz. Bunların insanlar üzerinde çok eğitici etkileri oluyor. Bunları gençlere taşıyacağımız yollar bulmamız lazım. Sonuçta, bütün bunlar Türkiye’de çok sert bir reaksiyona da neden oluyor. Herkes bu söylediklerimizi beğenmiyor, hoş karşılamıyor. 17-18 yaşında bir çocuk hayatının amacı olarak aklına Hrant’ı öldürmeyi koyabiliyor ve onun gibi yüzlercesi var. Onları geri kazanabileceğimiz bir dil bulmamız lazım. Ama ben, hepsinden önemlisi, her türlü haksızlığa karşı, köken-kimlik meselelerindeki haksızlıklara karşı, solun tamamının açık, net, anlaşılır ve ortak bir söz kurmasını, işçiye yapılan zulümle, herhangi bir ezilene yapılan zulüm arasında fark görmediğini deklare etmesini, işçilerin olası önyargılarına rağmen bu konuda söz söylemekten çekinmemesi gerektiğine inanıyorum. Gerçekten, hakikaten enternasyonalist olabilecek bir programa sahip olabilmemiz gerek. Sosyalist Emek Hareketi içerisinde oluşturduğumuz program çalışmalarında, azınlıkları ve onların ezilen kesimlerini birer özne olarak tanımlamaya giriştik 2002’de. İşte, 2008’deyiz ve bunu biraz daha ileri götürmemiz gerek diye düşünüyorum. Bunlar küçük fakat anlamlı adımlar. Bağlantılar kurmak lazım. Bölge çapında ve dünya çapında ilişkileri her gün yeniden kurmak lazım. Böyle düşününce hareket alanımız çok genişliyor. Ve o zaman şunu fark ediyoruz; doğuştan bizimle birlikte gelen bir sürü önyargıyı ömrümüzün sonuna kadar terbiye etmekle uğraşmamız lazım. Milletler bir şekilde ortadan kalkmadıkça, bütün bu ayrımlar yeniden üretilebilir. Bunun tek çaresi, nefsimizi yönetecek bir aklı ve vicdanı her gün ve her gün yeniden kurmak. (EK/RK)