Çayından bir yudum daha alıyor ve iki eliyle boğazı işaret ediyor, "Hakkari'ye bir deniz şart! Büyük bir deniz değil, ellerimle işaret ettiğim kadarı bizlere yeter. Deniz, can sıkıntısını ne kadar da azaltıyormuş! Deniz, yalnız insanlara ne kadar güç veriyormuş!"
Hakkarili arkadaşımın canı çok sıkkındı. Ankara'daki psikiyatra bir saat boyunca konuşmuştu gerçi ama içindekini dökememişti anlaşılan. Birlikte Hakkari'den Ankara'ya gelmiştik evvela. Bir hafta sonra da İstanbul'un yolunu tutmuştuk. İlk defa bu kadar uzun bir yolculuğa çıkmıştı. İlk kez bu ülkenin batısıyla karşılaşıyor, gündelik hayatta Türkçe konuşmak durumunda kalıyordu. Benim bu yolculuktaki görevim, onun fotoğraflarını çekmek olacaktı.
"Kustuğum gün"
Ankara'daki hastanede üç gün boyunca kuyrukta beklemiştik, son zamanlarda mütemadiyen mide bulantısı geçirmesinin nedenini anlamak için. Tetkik için idrar vermeye ikna etmek hiç kolay olmadı, "varsın hasta kalayım" deyip durdu önceleri. Ve nihayet kan ve idrar tahlillerini yorumlayacak olan doktorun karşısındaydık.
Doktor, tahlil sonuçlarından herhangi bir hastalık belirtisi olmadığının anlaşıldığını söylediğinde arkadaşım, doktorun masasına doğru hafif eğilerek, "şeyy... ben... ben stres yaşıyorum... sınava da hazırlanıyorum..." dedi. Doktor, "eee, hazırlan tabii" demekle yetindi ve bize kapıyı işaret etti.
Ertesi gün, dost bir psikiyatrın odasından içeri girdiğimizde gözü ilkin odanın muhtelif köşelerine asılmış olan Atatürk portrelerine takıldı arkadaşımın. Bir saat sonra odadan çıktığında epey bir hafiflemişti. Atatürk portrelerinin bulunduğu odaların illa sopalı yerler olmadığını fark etmiş olmanın da hafifliğiydi bu. Ama tabii ilk kez karşılaştığı birine, her şeyi açık açık söylediği halde ihtar almamış olmasıydı onu "iyileştiren."
Hastaneden ayrıldığımızda, "Kafka'nın 'Dava'sının ne kadar gerçek olduğunu şimdi anlıyorum" demişti. Tek laf edememiştim. Sonradan, psikiyatra neler anlattığından söz etti arkadaşım, "ona, olayları anlattım. Polis ateş açıyordu, dedim. Yanı başımdaki çocuk yere yığıldı, 'ay baboo!' dedi ve düştü, dedim. Bir aydır midem sürekli bulanıyordu. O gün kustum, dedim... Üç gün boyunca tek bir lokma yemedim, dedim..."
Arkadaşımın kustuğu gün, Yüksekova'da üç genç öldürülmüştü. Birine bizzat şahit olmuştu. O günden sonra da bir an önce Hakkari sınırlarından çıkmak istemişti. Henüz aradan iki hafta geçmemişti.
Mahkûm, rock ve "Cinler"
Akşam, Kızılay'dan eve giderken, Genelkurmay binası ile Meclis'e derin derin bakıp "aralarında ne kadar da kısa bir mesafe var" demişti. "Hıı, evet" diyebilmiştim sadece. Ankara'ya geldikten iki gün sonra mide bulantısı tamamen geçmiş, şafak vakti uyanıp kendini dışarı atma isteği yok olmuş, günde dört öğün yemek yemeye başlamıştı...
Ankara'da kendisine "manalı" sorular soran bir arkadaşım, hangi müzikleri dinlediğini sorduğunda, bazı rock'çu grupların isimlerini saydı. Bob Dylan'dan biraz söz etti. Ankaralı arkadaşım, "aaa, ne kadar ilginç!" diye tepki gösterdiğindeyse, tekrar sesi kısıldı, Hakkarili arkadaşımın. Yanıt veremedi, sözcükler boğazında düğümlendi. "Hatasını düzeltmek için" bir müddet sonra, "ama Kürtçe müzik de dinliyorum" demekle yetindi.
Nihayet, İstanbul'daydık. Beyoğlu'ndaki loş ışıklı barların birinde, bizim masamıza oturmak istemedi. Bir yıldır, okulu terk edip buraya taşınan arkadaşı Mahkûm'la oturdu. Meyve suyu içip sigarasını tüttürürken arada bir bizim masaya bakış fırlattı. Ne konuştuklarını sormadım sonradan. Mahkûm, ertesi gün "işi bırakıp Hakkari'ye dönmeye karar verdim. Okula devam edip buraya üniversiteli olarak döneceğim. Burada okumayan insana insan gözüyle bakılmıyor ki. Bizleri zaten adamdan sayan yok" dediğinde, arkadaşım kitap raflarına bakıyordu. Kitap almadı. Sahaftan birkaç rock albümü seçti ve onları da çantasına, Ankara'dan aldığı Dostoyevski'nin "Cinler"inin yanına yerleştirdi, özenle.
Tonlarca erkekten biri...
Israr etmeseydi, Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen "Şemdinli olayları" konulu paneli izlemesini istemezdim. Beş yüzü aşkın öğrenci ve hocanın doldurduğu salonun ücra bir köşesinden bir yer kaptı. Panelistler, Şemdinli ve Yüksekova izlenimlerini aktarırken o, pür dikkat dinliyordu. Panelistlerden biri, "tonlarca erkek bizi karşıladı. Aralarında hiç kadın yoktu" dediğinde, koltukların arkasına gizlenir gibi yaptığını fark ettiğimi bilmiyordu. O da "tonlarca erkekten" biri olarak, o salonda bulunuyordu. Panelden önce, "ben de kalkıp konuşacağım" demişti oysa. O içini dökemeden, ayrıldık Boğaziçi'nden. Birileri onun yerine söz almış, "oralardan" söz etmişti sadece.
Hakkari'ye deniz götüremeden...
Kahvaltıyı evde yapmak istemedi. Beşiktaş sahili, vapura binmek için telaşla koşturan insanlarla doluydu. Arkadaşım, çayını yudumlayıp sigarasından nefes alırken, onları da izliyordu. Ertesi gün, Hakkari'ye deniz götüremeden dönüyordu. Giderken de yanıt veremeyeceğim ağırlıkta bir cümle daha sarf etmekten geri durmuyordu, "sınavı kazanıp denize ben geleceğim." Bense onun, içinde bir denizle döndüğünü, seneye o denizle İstanbul'a geleceğini çok iyi biliyordum. (İA/TK)