Türkiye’nin Irak ve İran’a sınırı olan tek şehri Hakkari, 30 yıldır süren savaşın ana merkezi oldu. Hayatın her aşaması zor olan, hayat ile ölümün kol kola gezdiği bu şehir de yıllarca gazetecilik yapmak ölümün nefesini her an hissetmek anlamına geliyor. Birde bu şehirde kadın gazeteci olmak erkek meslektaşlarına göre daha da zordur. Devlet baskısı olduğu bir de mahalle baskına göğüs gelmek gerekir.
İşte burada bahsettiğimiz kişi yıllarca Hakkari’de tek kadın gazeteci olarak çalışan “Kadın ve Zindan” kitabın yazarı Gazeteci Hamdiye Çiftçi.
Hamdiye Çiftçi, 17 yaşında şiir ve makale yazmaya başladı. Hakkari'de birçok yerel basında köşe yazarlığı ve muhabirlik yaptıktan sonra Anadolu Ajansı ve Dicle Haber Ajansı'nda çalıştı. Polisler tarafından kolu kırılan 14 yaşındaki Cüneyt Ertuş'un fotoğrafını çektiği için 2010 yılında KCK adı altında yürütülen soruşturmada gözaltına alınıp tutuklandı. İki yıl cezaevinde kalan Hamdiye Çiftçi, 10 Nisan 2012 tarihinde tahliye oldu. Birçok yerel ve ulusal yayında makaleleri yayınlanan Hamdiye Çiftçi, Hakkari Üniversitesi Bahçe Tarım bölümünü bitirdikten sonra aynı üniversite çocuk gelişimi bölümünü eğitimini sürdürüyor.
Hamdiye Çiftçi’yle Hakkari’de kadın gazeteci olmayı konuştuk.
Gazeteciliğe nasıl merak saldınız? Nasıl gelişti bu ilgi?
Emekli bir babanın altı erkek çocuğun ardından dünyaya gelen iki kız çocuğundan ilkiyim. Bu nedenle okumak konusunda epey sıkıntılar yaşadım. Babam bütün ağabeylerimi okutmasına rağmen beni orta okuldan sonra okula göndermek istemedi.
Bunu asla kabul etmedim. Ama ne yazık ki benim gibi aynı kaderi taşıyan onlarca genç kadın gibi okutulmadım. Ama okumak için büyük bir çaba içindeydim. Ağabeylerim beni okutmak istemelerine rağmen babamın baskısı yüzünden hiç bir şey yapamıyorlardı.
Okula gittiğimde hem günlükler falan tutardım. 13-14 yaşındayken okula gönderilmediğim dönemde sırf kağıttan kalemden ayrı kalmamak ve okumayı unutmamak için yazı şiir yazmaya başladım. Yazdıkça rahatlıyordum. Her tarafı yasaklı ve baskılı bir döneminde en büyük arkadaşım yazı ve şiir olmuştu.
Eğitime ara verdiğim iki yıldan sonra bir gün babamdan gizli bir şekilde açık öğretim lisesine kaydımı yaptım. Ve çok istediğim okuluma devam edebildim. Babam öğrendiğinde çok kızdı ama yaşamımda çok şey değiştirmedi. Evde kaldığım süre içersinde kitaplar okudum, yazdıklarımı geliştirmeye çalıştım. Ve artık nihayet yazdığım şiirlerimi değerlendirebiliyordum. Radyo programlarına, Newroz ve 8 Mart etkinliklerinde kendi yazdığım şiirlerimi okuyordum.
Yine bir program için davet edildiğim dönemde Hakkari Berçelan gazetesi sahibiyle tanıştım. Gazetelerine köşe yazısı yazmamı istedi; gazeteciliğe böyle başladım.
O dönemde önce biri şiir, üç kitap çalışması yazmama rağmen hiç biri imkansızlıklardan dolayı yayınlayamadım. Berçelan’da “Hamdiye Çiftçi ile Hayata Dair” adlı bir köşem vardı. Hakkari gibi bir yerde bir kadının toplumsal, kadın ve yaşama dair yazması çok dikkat çekmişti.
Önce ücretsiz çalıştım. Ardından diğer yerel gazeteciler bana daha iyi teklifler sundu. Gazetecilikten aldığım ücretle açık öğretim lisesini bitirdim. Ardından dershaneye gittim. Sonra yine gazetecilikten aldığım parayla üniversiteye gittim. Bu benim için çok önemlidir, muhabirlik yaparak ve köşe yazarak okuyabildim.
2006 yılında Anadolu Ajansı’nda çalışmaya başladım. Baskı görmüş bir kadın olarak ekonomik özgürlüğümü kazanırsam her şeye sahip olabilirim diye düşünüyordum. Anadolu Ajansı’nda çalıştığım süreçte bizim gönderdiğimiz haberleri değiştirilerek imzamızı kullanarak PKK’lilere terörist diye nitelendiriyorlardı. Onaylamadığımız ama adımızla yapılan haberler oluyordu. Hakkari ve Çukurca muhabiri olarak bir yıl çalıştıktan sonra düşüncelerim ve yaptığım iş birbirini tutmadığı için oradan ayrılıp benimle aynı fikirde olan Dicle Haber Ajansı’na geçtim.
Bölgede Kürt bir gazeteci olmanın ne tür bedeller gerektirdiğini Kürt basın tarihini takip eden herkes bir şekilde bilir. Peki ya aynı zamanda kadın gazeteci olmanın zorluklarını bize anlatır mısınız?
Hakkari’de o döneme kadar Dicle Haber Ajansı bürosu kurulmamıştı. Yani muhabir arkadaşlar Hakkari’ye geliyordu ama baskılardan dolayı burayı terk etmek zorunda kalıyorlardı. Zor bir görev almıştım. Önce bunun farkına olmasam da daha sonra birçok şeyi yaşayarak tecrübe sahibi olmuştum.
Mesela ben AA’dayken devletin ardına kadar açılan kapıları DİHA’ya geçmemle birlikte ardına kadar yüzüme kapandı. Ben gazeteciliği özgürlüğün simgesi olarak görürken aslında Kürt basını için hiçte öyle olmadığını açıkça gördüm.
Hakkari’de bir kadın gazeteci olarak çalışmak her açıdan zordu. Hele de Kürt bir kadın gazeteci olunca şartlarda daha da zorlaşıyordu. Ben bir yandan aile baskısı, bir yandan sistem öte yandan toplum baskısıyla uğraşıyordum.
“Kadın gazeteci olmaz, bir kadın Hakkari gibi bir yerde gazetecilik yapamaz “ diyorlardı. İlkin toplumu ikna etmek zor olsa bile ben bunu başardığımı düşünüyorum. Yaptığım haberlerle ve duruşumla kısa sürede erkek arkadaşların yapamadıklarını yaptım. Bu yüzden halk her zaman yanımdaydı.
Öyle bir durum ki babam ilkin karşı çıkmasına rağmen sonraları benimle gurur duymaya başladı. İnsanlar gelip ona “Helal olsun sana böyle bir kız yetiştirmişsin” diyerek onu gururlandırıyordu. Her yerde “Ben Hamdiye’nin babasıyım” diyordu artık. Onların yanımda olması bana güç verdi.
Ama bu demek olmuyor ki devlet baskısı bitti. Ama şunu belirtmek isterim ki aile ve çevre insanı desteklediğinde insanın mücadele etmek azmi ve direnci daha fazla gelişiyor. Onlar bana destek verdiklerinde her şey mücadele edebilirim diye düşünüyordum.
Devlet baskısından söz ediyorsun; neler yaşadın?
Mesela ilk defa DİHA muhabiri olarak Çukurca’ya gittiğimde beni gözaltına aldılar. Bir günlük gözaltı boyunca sürekli bu kadın işi değil gibi yaklaşımlarla psikolojik baskıyla işimi bırakmamı istediler. Ardından çalıştığım süre boyunca sürekli takip ve tehditlerle beni yıldırmaya çalıştılar. Baskı büyüktü; öyle ki evimin önüne bile gelip tehdit ederek baskı uyguluyorlardı. Bütün gazeteci arkadaşlar olaylarda görüntü çekebilirken, polis sürekli bana “Sen çekme” diyerek tehdit ediyorlardı. Yine haber sırasında ve toplumsal eylemlerde sürekli yanıma gelen polisler açıkça hakaretlerle ve sözle tacizler ediyorlardı. Telefon konuşmalarım sırasında, polisler dinlenme yaptıklarında bana küfürler ve hakaretler ediyorlardı. Bu baskılar yaşamımın bir parçası haline gelmişti.
2008 Newroz olaylarında kamera karşısında 14 yaşında kolu kırılan Cuneyit Ertuş görüntüsünün ardından evimize yapılan baskında yakalanamamıştım. Sonra ifade için çağrıldığım süreçte babam gitmeme izin vermemişti.
Ben kızımı göndermem bütün oğullarımı götürsünler ama ben kızımı göndermem demişti. Nedeni ise toplumun ön yargılarıydı. Daha önceki dönemlerde genç kadınlar gözaltı sırasında tacize, tecavüze maruz bırakılıyorlardı. Bu nedenle toplumda bir kadının tutuklanması ve gözaltına alınması ağır karşılanıyordu.
2010 yılında KCK adı altında tutuklandığımızda ise amcam yine gelip “Sen tutuklanacağına keşke sülalenin bütün erkekleri tutuklansaydı” demişti. Ama bizim Hakkari’de bu algıyı yıktığımızı söyleyebiliriz. İlkin bu durumlardan utanılırken şimdi gururla karşılanıyor. Sebebi Kürt özgürlük hareketidir. Onlar olmazsa bu algı devam edecekti.
Sokak ortasında polis tarafından işkence gören mağdur çocuk ve bu olayın gazeteci olarak tanığı olan siz de sanık yargılandınız. Bu nasıl oldu?
Yukarıda da ifade ettiğim gibi 2010 yılında yasaklı Newroz kutlamaları sırasında Bütün gazeteci arkadaşlarımla haber takibi yaparken çektiğim bir görüntüydü.
Hakkari şehir merkezinde Atatürk anıtının önünde bütün gazetecilerle beklerken polis sokak ortasında 13-14 yaşlarında bir çocuk getirdi ve gözlerimizin önünde işkence yapmaya başladı. Biz çekmek istediğimizde ilkin bize izin vermedi. Kendileri için sıkıntı olacağını söyleyerek. Ancak aradan geçen bir kaç dakika sonrasında bir başka polis bize bakarak poz verircesine çocuğun kolunu göstererek, “Çekin, çekin çocukları nasıl kullanıyorlar görsünler” dedi. O anda hayatım boyunca canımın bu kadar yandığını hatırlamıyorum. Gözlerim doldu. Hata polislerin görmemesi için arka tarafa geçerek gazeteci arkadaşlara “bunlar bize ne yapıyor” demiştim.
Çocuğa sokak ortasında yapılan bu işkenceyi çekmek istiyordum. Bu dayanılmaz bir acıydı. Çekip dünyaya göstermek istiyordum. O anı nihayet çekerek bunu başarmıştım.
Sokak ortasında işkence devam ederken ben diğer gazetecilerle birlikte olayların şiddetli yaşadığı başka bir yere gittik. Aradan bir iki gün geçmeden görüntü çektiğim kaseti Van’da arkadaşlara göndermiştim. Orada arkadaşlar montaj yaparken görüntü televizyonda yayınlanıyor. Ve herkes büyük tepki gösteriyordu. Benim görüntünün yayınlandığından bile haberim yoktu. Olaylar bittikten sonra eve geldiğimde polisler zırhlı araçlarla evimin önünde bekliyorlardı. Polisleri evin önünde gördükten sonra eve gitmeden oradan ayrıldım. Polisler tarafından aylarca arandım. Sonrasında savcılığa gidip ifade verdikten sonra serbest bırakıldım.
O dönem tutuklanmadım bir süre Amed’te çalıştıktan sonra tekrar Hakkari’ye gelip çalışmaya devam ettim.
Yüzlerce Kürt gazetecinin tutuklanıp zindanlara doldurulduğu bir süreci siz de tutuklandınız. Sahi sizin tutuklanmanızın gerekçesi ne idi?
2010 yılında KCK talimatı üzerinde Newroz’da kolu kırılan Cüneyit Ertuş, 23 Nisan’da polisler tarafında başına dipçikle vurulan ve ağır yararlanan Seyfi Turan gibi çocukların görüntülerini çektiğim ve bunların asılsız görüntü olduğu iddiasıyla Hakkari’de 12 kişiyle birlikte KCK operasyonuyla tutuklandım.
Daha sonra 840 sayfalık bir iddianame hazırlandı. Bir yıldan sonra mahkemeye çıkarıldık. İki yıl kaldıktan sonra serbest kaldık.
Bu görüntü yüzünden bana iki dava açıldı. KCK talimatıyla asılsız görüntü çektiğim iddiasıyla “PKK silahlı terör örgüt üyesi ve propagandası” yapmaktan dava açıldı. 2010 yılından açılan davamız halen devam ediyor.
Ayrıca 5 yıl aradan sonra açılan yine Cüneyit Ertuş davasında devlet memurunu teşhir etmekten Van Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2014 yılında bana 1 yıl hapis cezası verildi.
Ben bu olayların tanığıyken, sadece gazetecilik görevi yaptığım için sanığı oldum ve tutuklandım. Cüneyt Ertuş ise olayın mağdur iken gözaltına alınıp işkence edildi ve ceza verildi. Sokak ortasında işkence yapanlar ödüllendirilirken, olayın mağduru Ertuş ve sadece gazetecilik görevimi yaptığım için ikimizde cezalandırıldık.
''Kadın ve Zindan'' hangi koşullarda yazıldı? Neden yazıldı?
Kadın ve Zindan kitabı cezaevinin zor koşullarından günü gününe, anı anına yazılan bir kitap.
Ben tutuklu bir kadın gazeteci olarak cezaevinin sinsi ağır taş duvarlarını, demir parmaklıklarını görmeden cezaevi gerçeğini hissetmedim. Bu kadar özgür bir mesleği icra ederken bir gün tutuklanmayı asla hayal bile etmezdim. Ama ne yazık ki ülkemizde basın ve ifade özgürlüğü o kadar fazla ki onlarca gazeteci halen cezaevinde. Ben gazetecilik yaptığım dönemde birçok kez cezaevine gidip kadın tutsaklarla görüşmek istemiştim. Ve sürekli cezaeviyle ilgili haberler yapıyordum. Ama bir gün gidip haber yapmak istediğim cezaevine tutsak olarak girmeyi hayal etmemiştim.
Tutuklandığım ana kadar gençliğin verdiği duygusallık ve yaşadığım her şeyin bir heyecan olarak görüyordum. Hakkari cezaevine girince ne olduğunu anladım.
Açık sözlü olmak gerekirse ilk girdiğimde gözaltında verdiği bir birikimle içimden geldiği gibi bir duygusal patlama yaşayarak ağladım. Ve sonrasında kendin olmaktan çıkıp orada benimle aynı mekanı paylaşan kadınları fark ettim.
Tutuklandığımız ilk gün Hakkari Kapalı Cezaevine getirildik. Orada siyasi kadın koğuşu olmadığı için biri adli kadın tutsakların bulunduğu hücre olan ama koğuş haline getirilmiş kadın koğuşuna görüldük. Bir sonraki gün benimle birlikte tutuklanan üç kadın arkadaş Bitlis cezaevine götürüldüler. Ben Hakkari üniversitesinde okuduğum için final zamanı olması nedeniyle avukatım tarafından sınavlarıma girmem için dilekçe verilmişti. Bu nedenle sınavlarıma girmem için beni bir ay Hakkari’de bıraktılar. Bir ay Hakkari cezaevinde kaldıktan sonra cezaevi eğitim biriminde girdiğim sınavlarımı verdikten sonra iki arkadaşla birlikte Bitlis Cezaevi siyasi kadın koğuşuna götürüldük.
Hakkari Cezaevinde adli kadınların hikayeleriyle başlayan öykülerim Bitlis Cezaevi’nde devam etti.
Kadın ve Zindan kitabım, “Kadın öyküleriyle cezaevi”, “Anılarla cezaevi”, “Fotoğraflarla cezaevi” olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Bu arada birçok kadın öyküsüyle karşılaştım. Onları dilimin döndüğünce yazmak istedim. Amacım gördüklerimi olduğu gibi yansıtmaktı. Orada yazılacak o kadar çok şey var ki anlatılmaz. Ülkemizde acıyla yoğrulmuş bu mekana girdikten sonra görme, inceleme ve yaşama fırsatını yazıp sizinle de paylaşmak istedim.
Cezaevinde ve ilk gözaltına alındığım günden bu yana dikkatimi çeken cezaevi gerçekliğini sade bir dille herkesin anlayabileceği şekilde kadın öykü ve anılarını paylaşmak istedim. Ve burada anladım ki hayat tam bitti dediğin yerden başlıyormuş.
Cezaevinde girmek benim için bir fırsattı. Bu yüzden bunu değerlendirmek istedim ve ailem tarafından bana getirilen deftere cezaevinde gördüğüm her şeyi an be an yazmaya karar verdim.
Cezaevinde kadınların yaşamlarını gerçekten çok önemliydi ve gelecekteki nesillerin ve dışarıdaki insanların bunları bilmesi gerekiyordu. Hiç bir şekilde edebi ürün olma endişesine kapılmadan gazeteci dilimle ilk olarak kadın öykülerini ardından kadın anılarını iki yıl boyunca hiç bıkmadan usanmadan yazdım.
Karşılaştığınız hasta kadın tutsaklar oldu mu? Onların durumuna ilişkin belirtmek istedikleriniz var mı?
Zindan yaşanan en büyük acılardan biri de kuşkusuz yanı başında olan hasta yoldaşına bir şey yapamamaktır. O an insan, insanlığı bittiği andır bence. Bir şeyler yapmak istersin ama elin kolun bağlıdır hiç bir şey yapamazsın. İşte o anda isyanın başlar demir parmaklıklar ardında, bazen bir kaç çığlık ve bazen de iki damla göz yaşı olup akar yanaklarından süzülüp.
Zindan da olup da hasta tutsak arkadaşı görmeyen yoktur. Ben cezaevindeyken Rasim Cencer arkadaşın ve Yüksekovalı bir arkadaşın akrabası olan hasta tutsak arkadaşların ölümlerine şahit oldum.
Benim tanıştığım hasta tutsak arkadaş ben Hakkari Cezaevi’ndeyken Şemdinli kırsalında yaralı tutuklanan Ezgi Amargi arkadaştı. İlk yanıma geldiğinde bacağı kanlar içindeydi. Şarapnel parçaları saplanmıştı. Bacağına yapılan bütün pansumanlara rağmen kanaması durmuyordu. O kanlı bacağıyla ringle Bitlis’e kadar gitmiştik ve bacağı kanamaya devam ediyordu. Aylar geçmesine rağmen bacağındaki şarapnel parçaları çıkarılmıyordu. Bitlis Cezaevi’ne gittiğimde ise mide kanseri olan Beritan arkadaş vardı. Tedavisi yapılmıyordu. Yine bel, mide, kemik sıkıntıları olan Zeynep arkadaş vardı yanımızda. Bunlar sadece ağır olan hasta arkadaşlardı. Yanımızda her gün ölümün kıyısıyla mücadelen eden, astım hastaları, sara hastaları, mide rahatsızlıkları olanlar, sedef hastaları, kalp hastaları olan arkadaşlar vardı. Bunların hiç birinin tedavisi yapılmıyordu bile. Sadece göstermelik revire götürülüp ayakta bir tedavi ediliyordu.
Kadın arkadaşlar dışında çok ağır tutsak hastaların sayısı her gün çoğalıyor. Bunlardan cezaevindeyken görüştüğümüz Diyarbakır Cezaevi’nden “Caney” şiir kitabının yazarı Halil Güneş, Ankara cezaevinden Ahmet Öztürk arkadaş bunlardan sadece birer örneğidir.
Yetkililer hiçbir şekilde tedavilerini yapmıyorlardı. Kaldı ki bunların kesinlikle tahliye olmaları gerekiyor. 414 tutsak cezaevlerinde ya tahliye ya da tedavi olmayı bekliyor. Yetkililerin bir an önce onlar tahliye etmeleri gerekir. Cezaevinde hiçbir şekilde tedavi edilmiyorlar. Bu konuda her duyarlı insan, cezaevinde bulunan hasta tutsaklar için elinden geleni yapmalıdır. Özellikle Kürt halkı bu konuda çok duyarlı olmalı. Yoksa her gün bir değerimizi kaybetmemiz an meselesidir.
Bölgede şu andaki Kürt kadın gazeteciliğinin düzeyini nasıl görüyorsunuz? Aynı zamanda toplumun bakış açısında da bir gelişme var mı?
Eskiden asla denilen şey şu anda toplumda en fazla rağbet gören bir olgu haline geldi. Bu da Kürt kadın hareketi sayesinde gelişti. Verilen bedeller sayesinde kadın toplumda bu gün çok daha özgür. Gerek kendi kültürünü yaşatmakta, gerek iş yaşantısında, gerek ekonomik özgürlüğünü kazanmakta, fikirlerini dile getirmekte toplumda çok daha fazla söz sahibi olmakta. Bununla birlikte özellikle Kürt kadın gazeteciliği düzeyi dünyaya örnek teşkil edebilecek adımlar atıldığını düşünüyorum. Özellikle kadın haberciliğiyle isimi duyuran dünyada ilk ve tek kadın haber ajansı olan Jin Haber Ajansı’nın kurulması, yine Binevş Kadın Gazetesi çıkarılması son derece olumlu gelişmelerdir. Kürt kadın gazetecilerin çalışma alanında önünü açmakta ve sayılarını artırarak nitelik ve güç katmakta olduğunu düşünüyorum. Bu gelişmeyle birlikte geldiğimiz aşamada toplumdaki kadın yapamaz bakış açısının tersine “Kadın olursa daha iyi olur. Kadın daha büyük titizlikle, farklı bakış açısıyla bakarak haberi zenginleştirir algısı bile gelişti.
İleriye yönelik çalışmalarınız olacak mı?
Evet şu anda elimde olan bir çalışmam var. Açıkçası ben bu “Kadın ve Zindan” kitabımın bu kadar ilgi görebileceğini düşünmemiştim. Şu an ikinci baskı aşamasına geldi. Kitabı okuyan herkes benden yeni çalışma bekliyor. Bu teşviklerle beraber daha önce yazdığım “Kadın ve Zindan” cezaevinde kadınların öyküleri anılarına ev sahipliği yapmıştı. Yeni çalışmamda ise Dışarıdaki kadınların ve çocuklarından öykülerini ve bölgede yaşanan acıları yazmayı amaçlıyorum. (EÖ/HK)