Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 1994'te Şırnak’ın Kuşkonar ve Koçağılı köylerinde 38 insanın ölümüne ve onlarcasının yaralanmasına sebep olan bombalamayla ilgili 12 Kasım günü Türkiye’yi mahkum ettiği karar[1] medyada ‘AİHM’den Türkiye’ye rekor tazminat’ başlığı altında iki üç paragraflık haberlerle geçiştirildi.
Devlet eliyle gerçekleştirilen korkunç katliamlar, kıyımlar, yürek kaldırmayacak işkenceler AİHM’in hükmettiği tazminatlarda taşıdığı sıfırlar ölçüsünde görünür ve itibar görür rakamlara dönüşüyor nihayetinde. Tepelerinden gelen ölümle paramparça olmuş, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı 38 insanın canı karşısında bol sıfırlı rakamlar geçidi…
Oysa on yıllardır devletin hegemonya araçlarıyla üzerimize boca edilen resmi söylemin yok saydığı, susturduğu hakikatler bir insan hakları mahkemesinin kararlarında birer birer dökülüyor yüzümüze karşı…
Ülkenin doğusunda, hesabı sorulmamış gözaltında kayıplar, JİTEM cinayetleri, toplu mezarlar, asit kuyuları, fail-i meçhul katliamların hafızasına daha dün insansız uçakların, mayın ve kurşunların yok ettiği çocuk ölümleri eklenirken ülkenin batısı susturulmuş yakın tarihini bir insan hakları mahkemesinin kararlarından öğreniyor...
Bu toprakların ötesinde bir mahkemenin verdiği kararlardan öğrendiğimiz, buralarda ise bir varoluş mücadelesinin adı olan hakikat, bu topraklardaki ‘adalet dağıtıcılar’la failler arasındaki kadim işbirliğini ve hukukun on yıllardır nasıl adaletin celladı olarak işlediğini bir kez daha gösteriyor.
26 Mart 1994 günü, güneşli bir sabah her iki köyün erkeklerinin tarlada çalıştığı sırada, üstlerinden geçen askeri uçak ve helikopter gürültüsüne alışık olduklarından aldırmayan kadın, çocuk ve yaşlıların, sağ kalanların ifadesiyle, uçaklardan atılan ‘masa büyüklüğündeki’ bombalarla ve açılan yoğun ateşle ya vurularak ya da yıkılan evlerin enkazı altında kalarak öldüğü gün.
Yedisi bebek, çoğu kadın, çocuk ve yaşlı Koçağılı köyünden 13 kişi, Kuşkonar köyünden ise 25 kişinin hayatını kaybettiği, Ahmet Yıldırım’ın bombadan kaçmaya çalışırken bir adım gerisinde kalan eşi Elmas’ın kapının önünde yatan parçalanmış bedenini bulduğu, köyün dışında odun toplarken patlamaları duyan Hatice Benzer’in köye döndüğünde iki oğlunun, gelini Ayşe ve torunlarının ölüsüyle karşılaştığı gün.
Köyün üzerine düşen bombaların bir masa büyüklüğünde olduğunu anlatan Selim Yıldırım’ın ise karısını, üç aylık kızını ve üç küçük çocuğunu daha kaybettiği gün.
Patlama sonrasında ne ölenlerin kimliklerinin tespiti, ne otopsi ne de acil yardım için bir tek devlet yetkilisinin uğramadığını öğreniyoruz köylere. Kuşkonar köyü sakinlerinden sağ kalanlar paramparça olan yakınlarını, plastik torbalar içinde cenaze namazını dahi kılamadan toplu olarak gömerken anayola yakın olan Koçağılı köyü sakinleri ise ölülerini Kumçatı köyüne ulaştırmayı ve bir mezar taşı altına gömmeyi başarıyor.
Köylülerin evlerinden ve mallarından geriye kalanı, topraklarını ve bir mezar taşı dahi olmayan kefensiz ölülerini geride bırakarak korku içinde ülkenin farklı yerlerine dağılmalarından bugüne dek geçen neredeyse 20 yıl.
İnkâr döngüsü
Bundan sonrası ise 20 yıldır süren bildik tanıdık inkâr öyküsü..
Asker tarafından korkutulup sindirilen köylüler adli makamlara şikayette bulunmazken dönemin Başbakanı Tansu Çiller ‘köyleri bombalayan askeri uçakların devlete ait olmadığını’ açıklayıveriyor. Hukukun ötesinde mantığın da hükmünün sürmediği olağanüstü hal yönetimi iki köyü dümdüz eden, toplam 781 kilogram ağırlığındaki bombaların yabancı bir devletin hava kuvvetleri ya da askeri uçağı dahi bulunmayan PKK tarafından atıldığını ima ediyor yani..
Ve o günden bugüne dek bir tek adli merci köylere gitmeye lüzum görmüyor. Yargı sistemi elçabukluğuyla, devletin gerçeğini kurmakta en mahir aktör: Köylere havan topları ve diğer patlayıcılarla saldıranın PKK olduğuna alelacele karar veren Şırnak Valisi dosyayı Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne paslayıveriyor.
Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin (DGM) bombalamayı PKK güçlerinin yaptığını ortaya koyan kanıtı bulamayarak dosyayı Şırnak Savcısı’na geri göndermesinin ardından, nihayet savcının dava açılmasına lüzum görmediğini bildirdiği kararda olay devlet kayıtlarına, bilinmeyen bir gezegende gerçekleşmişçesine, ‘köye düşen bir bombanın sebep olduğu belli sayıda kişinin ölümü’ olarak düşüyor.
Belli ki bir karartma tertibinin müsameresi olan bu paslaşma sonucunda, dosya Olağanüstü Hal Yönetimi'nin (OHAL) kaldırılmasının ardından 2004 yılında Av. Tahir Elçi’nin çabasıyla yeniden açılana dek, bu katliam da diğerleri gibi ‘Türk’ yargısının kara deliklerinden birinde kaybolup gidiyor.
2005 yılında, bu sefer askeri savcılığa devredilen soruşturmada Diyarbakır 2. Hava Kuvvetleri Komutanlığı 26 Mart 1994 sabahı saat 10.00 ila 12.00 arasında birliklerinden hiç bir uçak ya da helikopterin havalanmadığı bilgisini veriyor.
Askeri savcı da köyün askeri bir uçak tarafından bombalandığı iddialarını destekleyecek hiç bir delil bulunmadığına karar verdiğinde dosya bir kez daha Şırnak savcısının önüne düşüyor; soruşturma dosyasındaki belgelerin mağdurların avukatına verilmesi talebinin ‘soruşturmayı tehlikeye düşüreceği’ gerekçesiyle reddedilmiş olması ise hiç birimizi şaşırtmıyor.
Tıpkı Diyarbakır Hava Kuvvetleri Komutanlığı gibi Şırnak İl Jandarma Komutanlığı da 26 Mart 1994 gününe ait uçuş planlarının arşivlerinde bulunamadığında ısrarcı..
Sonuç olarak 11 yıllık soruşturmanın özeti: Olmayan uçaklardan atılan olmayan bombaların öldürdüğü 38 insan..
Örgütlü yalanın yok edemediği
5 Aralık 2007 tarihinde dosyayı yeniden açan Diyarbakır Savcısı’nın ısrarlı taleplerine rağmen Şırnak Savcısı’nın delilleri toplamaya ve soruşturmanın ilerletilmesi için işbirliğine yanaşmaması üzerine, kurmaca tanıklıklarla PKK yalanı tekrar dolaşıma sokulurken, Diyarbakır Savcısı’nın Malatya ve Diyarbakır’daki hava askeri birliklerine yönelttiği, olay günü hava üslerinden gerçekleştirilen tüm uçuşların kaydına ve mürettebatın isimlerine dair sorular defalarca cevapsız bırakılıyor.
Nihayet gelen cevap ‘söz konusu hava üslerinden 26 Mart 1994 günü gerçekleştirilen uçuşlara dair herhangi bir kaydın bulunmadığı’ şeklinde. Devlet kurumlarının ısrarla sarıldığı inkârı boşa çıkaran ise, bundan dört yıl sonra Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden gelen ve Av. Tahir Elçi’nin AİHM’e ulaştırdığı mektuptaki uçuş kaydı.
Bu kayıt 26 Mart 1994 tarihinde Türk Hava Kuvvetleri’ne ait, iki adet MK83 bombayla yüklü iki F-4 savaş uçağının saat 10.24’te Şırnak’ın 10 deniz mili batısına ve kuzey batısına doğru havalandığını, saat 11.00’da hedefini vurduğunu ve 11.54’te iniş yaptığını; 4 adet MK82 bombayla yüklü iki F-16 savaş uçağının ise aynı yerden saat 11.00’da kalkış yaparak hedefini 11.20’de vurduğunu ve tam öğlen saatinde iniş yaptığını açıkça ortaya koyuyor.
Elbette ne bombalamayı gerçekleştiren mürettebatın ne de köylerin bombalanması emrini veren üst düzey askeri yetkililerin isimlerinin açığa çıkarılmasını beklemek boşuna.
Olağanüstü hal yılları boyunca köy boşaltmaların, toplu infazların, işkence ve gözaltında ölüm ve tecavüzlerin sadece bir kısmını oluşturduğu sayısız hak ihlali karşısında yargı eliyle sorumlulara sağlanan cezasızlık bir kez daha hakikati gizlemenin en güçlü silahlarından biri olarak devreye giriyor.
Arendt olgusal hakikatlerin iktidarın saldırılarını savuşturma şansının çok düşük olduğunu, dalaverelerle bir süre için değil, sonsuza dek dünyanın dışına atılma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını belirtir ve olgusal hakikatlerin kırılganlığına dikkat çeker. Örgütlü yalan yok saymaya karar verdiği her şeyi ortadan kaldırmaya eğilimlidir her zaman.[2]
Bu topraklarda devletin harcını oluşturan örgütlü yalan 38 kişinin ölümüne sebep olan ve iki köyü dümdüz eden bombaları insanların tepesine bırakan askeri uçakların aslında hiç var olmadıklarını 20 yıl boyunca ileri sürmekten usanmaz; böylece onlarca bedenin dokunduğu, gözün gördüğü, kulağın duyduğu hakikati yok edebileceğini sanır. Polisi, askeri, savcısı ve yargıcıyla devletin kadim inkâr geleneğini dokur durur.
Ancak yine Arendt’in dediği gibi, inatçılıkları ile olgular iktidarın üstündedirler. Hakikatin kendine özgü bir kudreti vardır: iktidardakiler her tür tertibe girebilirler ama hakikati ikame edecek, yaşama şansı olan bir şeyi ne keşfedebilir ne de icat edebilirler.
Devlet yirmi yıllık inkârı sürdüredursun hakikat bu toprakların ötesinde de olsa bir yerde bir çatlak bulur ve dünyamıza sızar.
Tüm bu yılların ardından, bugün barışın eşiğinde durduğumuz için sevinirken, kalıcı bir barış için devletin faili olduğu katliamlarla yüzleşmesi, resmi arşivlerini açması, devlet şiddetinin hüküm sürdüğü yakın tarihte yaşanan tüm ihlalleri araştırarak açığa çıkaracak bağımsız kamusal mekanizmaların kurulması ve cezasızlığa son verilmesi gerektiğini tekrar tekrar söylemek gerekiyor.
Gerçek bir barışın yolu inkâra son verilmesinden ve yaşanan ağır ihlalleri sistematik biçimde ört bas ederek sorumlular etrafında ördüğü cezasızlık kalkanıyla şiddet ve inkâr döngüsünün sürdürülmesinde en büyük paya sahip olan yargı başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarının faillikleriyle hesaplaşmasından geçiyor.
Oysa bu hattın henüz çok uzağında olduğumuzu 20 yıl sonra Adaalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti’nin Mahkeme’ye sunduğu savunma açıkça gösteriyor: Hükümet başvurucuların hava bombardımanı iddiasını tazminat alabilmek için uydurduklarını; saldırıları ise Newroz’u kutlamayı reddettikleri için köylüleri cezalandırmak niyetiyle PKK güçlerinin gerçekleştirdiğini ileri sürüyor.
Oysa 2008 yılına kadar bombardımanda yok edilen köylere bir kez bile gitmemiş olan devletin savcısı, askerden bölgenin şartları nedeniyle güvenliğinin sağlanamayacağı cevabını alınca bir kez daha köylere gitmekten vazgeçiyor. Üstelik Hükümet’in bu nafile savunması, tamamı askeri yetkililer tarafından alınan, birbiriyle tıpatıp aynı korucu ifadelelerine dayandırılıyor.
Örgütlü yalan, devletin gün ortası 38 insanı öldüren, dördü 227, ikisi ise 454 kilo ağırlığındaki altı devasa bombayı iki köyün üzerine bıraktığı gerçeğini yok saymanın; herkesin gördüğü hakikati dünyanın dışına atmanın bir yolu haline geliyor..
Köylerin yabancı bir askeri uçak tarafından ya da bu denli büyük bombalar atabilecek sivil bir uçak tarafından bombalanmış olabileceği iddiası ise AİHM’in kararında akıl dışı iddialar olarak kayda geçiyor.
Tazminatın ötesi hakikatın kıyısı
AİHM yaptığı yargılama sonucunda devletin saldırıda öldürülen 38 kişinin yaşam hakkını hiçe saydığını, soruşturmaya ilişkin çok önemli belgeleri, yani hakikati ortaya çıkaracak delilleri kendisinden gizleyerek ise Sözleşme’nin 38. maddesindeki, ‘gerçekleri ortaya çıkarma görevi doğrultusunda Mahkeme’ye gerekli tüm kolaylıkları sağlama yükümlülüğünü’ ihlal ettiği sonucuna ulaştı.
Ayrıca olay gününden bugüne dek hiçbir adli makamın köylere gitmemiş, biri hariç ölen kişilerin hiç birinin otopsisinin yapılmamış, tüm soruşturma boyunca bir tek askeri görevlinin dahi sorgulanmamış olmasını; hiçbir dayanak olmamasına rağmen saldırının PKK tarafından yapıldığı sonucuna ulaşılarak soruşturmanın hızlıca kapatılmasını, mağdurların avukatına sadece soruşturmanın akıbeti için ‘tehlikeli’ görülmeyen belgelerin verilmesini, uçuş kayıtlarının Mahkeme’den dahi gizlenmesini, bombalamadan 14 yıl sonra nihayet köylere gitmeye karar veren bir savcının asker tarafından güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle geri çevrilmesini, daha da vahimi sorumluların teşhisi ve cezalandırılması için hayati delil niteliğindeki uçuş kayıtları hakkında hiçbir soruşturma başlatılmamış olmasını, devletin hakikati ortaya çıkarmak ve sorumluları cezalandırmak konusundaki isteksizliğinin işaretleri olarak yorumladı.
Nihayet köylülerin evlerinin ve mallarının askerlerce kasıtlı biçimde yok edilmesi, onlarca insanın çocuklarının, eşlerinin, anne babalarının ve yakınlarının vahşice öldürülmesine tanık edilmesi, yakınlarının cesetlerinden geriye kalanları elleriyle toplayarak plastik torbalar içinde toplu biçimde gömmek zorunda bırakılması, insanların bu yıkımın ardından köylerini terk etmek zorunda kalmaları ve tüm bu süreçte yaşatılan acı ve ızdırap AİHM tarafından insanlık dışı muamele olarak kabul edildi.
Yetkililerin bombalamadan sonra mağdurlara en ufak insani yardımda dahi bulunmamış olması ise Mahkeme’yi bile hayrete düşürecek denli dehşet uyandırıyor.
Ülke basınında yankı bulan ‘rekor tazminat’ın ötesinde Mahkeme çok daha önemli bir sonuca vardı Benzer ve diğerleri kararında: 38 kişinin bombalarla katledilmesinin cezasız bırakılmasını önlemek için dosyanın yeniden açılarak sorumluların tespit edileceği ve cezalandırılacağı etkili bir ceza soruşturması başlatılmasının kaçınılmaz olduğunu vurguladı.
‘Zaten pek de yaşamamış olanlara, yani ölüm ve yaşam arasında askıya alınmış olarak yaşayanlara gösterilen şiddet, iz bırakmayan bir iz bırakır.’ der Butler.[3]
Devlet kayıtlarında izi bulunmayan fakat hakiki bir yüzleşmenin getireceği adalete dek bir halkın hafızasında izi silinmeyecek ölümlerle ilgili Mahkeme’nin verdiği karar, son yirmi yılda verdiği diğer kararlar gibi, bu toprakların yakın tarihinin karartılmış hakikatlerini kayıt altına alıyor.
Bu elbette Türkiye’deki yargı organlarının inkârı karşısında hakikatin tanınması için verdikleri mücadeleyi uluslararası yargı önüne taşıyan Kürtlerin kazanımı.
Böylece hukukun soğuk ve ruhsuz diliyle de olsa, şiddetin mağdur ve tanıklarının kararlara yansıyan, kendi mahkemeleri için ise hükmü okunmayan anlatıları yakın geçmişe dair toplumsal hafızanın diri tutulmasına katkı sunuyor.
Devletin tüm karartma çabalarına rağmen AİHM’in kaydettiği ve bizim ilk kez duyduğumuz bu gerçekler üzerine pek çok şey söylenebilir kuşkusuz ancak belki de en yakıcı biçimde önümüze çıkan soru şu: Butler’ın işaret ettiği, yaşamları yaşam sayılmayan, söylem düzeyinde insanlıktan çıkarıldıktan sonra kolayca fiziksel şiddetle yok edilenlerle; yaşamları ve 20 yıl boyunca küstah bir yalanla ölümleri yok sayılan Kuşkonar ve Koçağılı köylüleriyle devlet nasıl barışacak?
Mahkeme’nin eksikliğini tespit ettiği soruşturma, 20 yıl sonra hala inkârda direnen devlet eliyle yeniden açılsa bile hakikatin hakkı verilmiş olur mu?
Hatta ‘rekor tazminat’ ödense ve diyelim emri verenler ile yerine getirenler cezalandırılsa bile, daha dün 34 insanın aynı biçimde canını alan bombaların ardından adalet beklentisinin boşa çıktığı, üstüne ailelerin kendilerini sanık sandalyesinde bulduğu Roboski’de, beş aydır Medeni Yıldırım’ın ölümüyle ilgili bir tek sorumlunun yargı önüne çıkarılmadığı Lice’de suratımıza yeniden yeniden çarpan inkârla yekten bir hesaplaşmaya girmeden gene de barışmak mümkün müdür? (HD/HK)
[1] Benzer ve diğerleri/Türkiye, 12 Kasım 2013, Başvuru no. 23502/06, kararın tam metni için: http://hudoc.echr.coe.int.
[2] H. Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında (çev. Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.
[3] J. Butler, Kırılgan Hayat (çev. Başak Ertür), Metis Yayınları, İstanbul, 2005.