İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün 77'nci yıl dönümünde, 10–17 Aralık İnsan Hakları Haftası kapsamında Türkiye'deki hak savunucularıyla hak mücadelesinin geçmişi, bugünü ve geleceğini konuşuyoruz.
İlk olarak İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) Genel Koordinatörü Feray Salman ile Türkiye’de insan hakları mücadelesinin kırılma dönemlerini konuştuk. Salman, hak mücadelesinin hiçbir zaman sadece hukuki bir alanla sınırlı olmadığını söyledi ve mücadelenin toplumun adalet arayışıyla, hakikat talebiyle ve eşitlik ısrarıyla büyüdüğünü vurguladı.
Türkiye’de insan hakları mücadelesinin yıllar içinde geçirdiği değişim ve dönüşümleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Mücadele içerisinde sizin hafızanızda en çok yer eden dönemler ve kırılma noktaları hangileri?
Türkiye’de insan hakları mücadelesi hiçbir zaman yalnızca hukuki bir alan ya da belirli örgütlerin yürüttüğü bir savunuculuk faaliyeti olmadı; tam tersine, bu topraklarda yaşayanların adalet arayışının, hakikat talebinin ve eşitlik ısrarının iç içe geçtiği, toplumun tüm kırılgan anlarında yeniden şekillenen bir hat oldu. Bu nedenle bu mücadelenin seyrini düşünürken hem tarihsel hafızayı hem de kolektif deneyimi yan yana getirmek gerekir.
Karanlık ve direniş
Benim hafızamda ilk derin iz bırakan dönem, 1980 askeri darbesi ve ardından 1990'ların ağır karanlığıdır. Zorla kaybedilen insanlar, faili meçhuller, şehirlerin gölgesinde yaşanan işkence merkezleri, boşaltılan köyler ve sessiz bırakılmak istenen bir toplum…
Fakat bir yandan da tam o dönemde, bugün hâlâ ayakta duran hak örgütlerinin ve barış talebinin ilk güçlü seslerinin yükseldiğini gördük. Karanlık ile direnişin aynı anda var olabileceğini, hak savunuculuğunun tam da bu çelişkili zamanlarda doğduğunu o yıllarda öğrendik. 1986 yılında İHD’nin kuruluşu, 1990'ların başında TİHV’in, Mazlumder’in, Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin, Kaos GL'nin kuruluşu, yükselen feminist hareket, Kadın Dayanışma Vakfı, Mor Çatı, KAMER, bianet, Cumartesi Anneleri önemli örnekleri oluşturdu.
2000'lere geldiğimizde, AB süreci ve reform vaatleri, bir süreliğine de olsa toplumda nefes aldıran bir iklim yarattı. İşkencenin azalması, yasal düzenlemeler, sivil toplumun güçlenmesi-tüm bunlar bizlere mücadelede elde edilen kazanımların mümkün olduğunu gösterdi. Ancak yine aynı dönemde, insan haklarının siyasi iradenin değişkenliğine ne kadar bağımlı olduğunu da fark ettik. Bu reformların kurumsal bir güvenceye kavuşmadığı her an, geri dönüş riskinin ne kadar yüksek olduğunu yaşayarak gördük.

"Gezi bir dönemeçti"
2013'te Gezi, benim için yalnızca bir sokak hareketi değil, yurttaşlık bilincinin kitlesel bir biçimde görünür olduğu, farklılıkların ortak bir adalet talebinde buluşabildiği bir dönemeçti. O günlerde sokaklarda hissedilen umut, devletin şiddetle verdiği yanıtla birlikte yine büyük bir kırılmaya dönüştü. Bu kırılmanın gölgesi, sonraki yılların siyasal atmosferini belirleyecekti.
2015 sonrası çatışmanın yeniden başlaması, ağır insan hakları ihlalleri ve artan kutuplaşma, sivil alanı hızla daralttı. Ardından gelen 2016’daki OHAL dönemi ise yalnızca binlerce insanın hayatını alt üst etmedi; aynı zamanda hak savunuculuğunu hedef alan, kurumları zayıflatan ve yargısal bağımsızlığı aşındıran kalıcı bir baskı düzeninin başlangıcı oldu. Bu dönem, insan hakları mücadelesini yeniden savunma pozisyonuna çeken en güçlü kırılmaydı.
2023 depremlerinin ardından yaşananlar ise bana şunu bir kez daha hatırlattı: Devletin yükümlülüklerini yerine getirmemesi yalnızca hak ihlallerine yol açmaz; doğrudan yaşam hakkını tehdit eden, kitlesel ve geri dönüşü olmayan yıkımlar yaratabilir. Cezasızlık ve denetimsizlik, bu ülkede artık doğal afetler kadar yıkıcı sonuçlar doğuran yapısal sorunlara dönüşmüş durumda.
Bugünü ve yarını
Uzun yıllardır mücadelenin içinde olan biri olarak, hak savunuculuğunun geldiği aşamayı nasıl değerlendirisiniz? Bu mücadelenin güçlenmesi ve ileri taşınması için neler yapılmalı?
Bugün mücadele, geçmişe göre çok daha geniş, çok daha çok sesli ve çok daha yaratıcı. Saha izlemeleri, stratejik davalama, dijital belgeleme, çevre ve iklim hareketleri, kadın hareketinin direnci, mültecilerle dayanışma ağları, LGBTİ+'ların varoluş mücadelesi… Tüm bunlar, hak savunuculuğunun yalnızca ihlalleri kayıt altına almak değil, toplumun geleceğine dair alternatif bir yol önerisi sunmak olduğunu gösteriyor. Gençlerin dijital becerileri, feminist hareketin ısrarı, ekolojik hareketlerin yükselişi ve sürdürülebilir bir barış için gösterilen direnç, hak mücadelesine yeni bir boyut kazandırıyor.
Elbette bugün mücadelenin önünde ciddi engeller var. Kalıcı hâle getirilen cezasızlık düzeni, bağımsızlığı aşınan yargı, daraltılan sivil alan ve nefret söylemiyle beslenen toplumsal kutuplaşma, hak mücadelesinin toplumsallaşmasını zorlaştırıyor. Ancak aynı zamanda tam da bu koşullar, neden vazgeçilemeyeceğini anlatıyor.
Üç temel hat
Bence bu mücadelenin geleceği, üç temel hatta dayanıyor. Birincisi, belgelemeyi ve hakikat üretimini daha sistematik hâle getirmek; veriyle, tanıklıkla ve bağımsız izlemeyle güçlenen bir mücadele hattı kurmak. İkincisi, hukuki ve politik savunuculuğu birbirine bağlayan, yerelden uluslararası mekanizmalara uzanan çok katmanlı bir strateji geliştirmek. Üçüncüsü ise sivil toplumun kendi iç dayanıklılığını artırması; gençleri, kadınları, dışarda bırakılmış grupları merkeze alan, daha yatay, daha kapsayıcı bir örgütlenme kültürü yaratması.
Türkiye’de insan hakları mücadelesi her zaman zor oldu; ama bir o kadar da dirençli oldu. Bu direncin kaynağı, devletin değil toplumun kendi iradesinde, adalet duygusunda ve hakikat ısrarında yatıyor. Ben bu yüzden, tüm baskılara rağmen, bu mücadelenin geleceğine umutla bakıyorum. Çünkü hak savunuculuğu yalnızca mevcut ihlallerle mücadele etmek değil; bu ülkenin daha adil, daha eşit ve daha özgür bir geleceğine dairdir. O nedenle kaybettiklerimizi unutmamak; Vedat Aydın’ın, Tahir Elçi’nin ve Hrant Dink’in, Hüsnü Öndül’ün ve Emine Annenin mirasını, cesaretini ve ısrarını ileriye taşımaktır.
(AB)







