* Fotoğraf: Pexels
Geçmiş, bugün ve gelecek... İnsanın zamanı kesip biçip kendinin kılma çabasının, o beyhude çabanın ürünü üç kavram... Geçmiş, tarih ve hafıza... Olan, olduğunu düşünmemiz istenen ve olduğunu düşündüğümüz...
Ve hafıza... Biz yaşadıkça bizimle ve etrafımızdaki her şeyle, zamanla ve mekânla, olanla ve olmayanla birlikte şekil değiştiren...
İster kendi kişisel hafızamızdan bahsediyor olalım ister toplumsal hafızadan, hafıza ya da bellek geçmişi olduğu kadar - belki geçmişi olduğundan daha çok - bugünü de ilgilendiriyor aslında.
Kişisel olanla toplumsal olanın, dünle bugünün - hatta belki de yarının - iç içe geçmişliği hafızamızda, anılarımız dediğimiz her neyse onda vücut buluyor. O bizi şekillendirirken, bize yol gösterip sınırlar çizerken, biz de onu şekillendiriyoruz bir yandan.
Ne mi demek istiyorum? Açıklamaya çalışayım...
***
Hayatınızda bundan yıllar önce çok iyi hatırladığınızı düşündüğünüz, hafızanızın sizi yanıltmadığına yılmaz bir inanç duyduğunuz bir anı getirin örneğin aklınıza.
Kötü bir an, kötü bir anı olsun ama bu.
En azından siz o zamanlar öyle olduğunu düşünmüştünüz.
O masadan nasıl kalktığınızı çok iyi hatırlıyordunuz. Şaşkınlıkla karışık bir öfkeyle yerinizden usulca kalkmış, yavaş yavaş - belki biraz da sendeleyerek - kapıya doğru yürümüştünüz. Sonra kendinizi canhıraş dışarı atmış, bulduğunuz ilk taksiye binmiştiniz.
(O zamanlar bu şehirde bulduğunuz ilk taksiye binip istediğiniz yere gidebilmek sadece filmlerde olan bir şey değildi ne de olsa.)
Çamura batmış sokaklar, sokaklarda amaçsızca koşuşan insanlar, insanların tahammülsüz telaşı... Hepsi birer birer geçmişti gözünüzün önünden. Ya da onlar öyle olduğunu sanmıştı. Çünkü sizin gözünüzün bir şey gördüğü yoktu o esnada.
Sonra, aradan yıllar geçti ve anladınız ki o gün sizi o masadan kaldırıp bu şehrin keşmekeşine sürükleyen her neyse, aslında sizin için güzel bir dönemin başlangıcı, ilk adımıydı aslında.
Bunu o gün bilemezdiniz. Kimse bilemezdi.
***
Şimdi, tam da şu an, o ana, o anıya baktığınızda ne hatırlıyorsunuz? Ya da şöyle sormalı belki de bu soruyu: O anı nasıl hatırlıyorsunuz?
Hayatınız böyle güzel bir noktaya evrilmişken ve siz bugün o anın bu evrilmenin ilk adımı olduğunu düşünürken, o gün olanların salt kötü bir an, kötü bir anıdan ibaret olduğunu söyleyebiliyor musunuz hâlâ?
Ya da en iyisi şöyle yapalım...
Bir anlığına o güne geri dönelim tekrar.
Masadan kalktınız, kapıya doğru yürürken gözünüze bir saniyeliğine yan masada oturan kırmızı montlu küçük bir kız çocuğu çarptı. Sizin de böyle bir montunuz vardı o yaşlarda, ne de çok severdiniz onu, ne de çok yakışırdı size... Hâlbuki o gün neredeyse hiç dikkat etmemiştiniz ona.
Sonra kendinizi dışarı atıp bir taksi çevirdiniz hemen. Radyoda bir şarkı... İlk gençlik yıllarınızdan çok sevdiğiniz bir şarkı hem de... Tesadüfe bak! Halbuki bundan yıllar önce o güne dönüp baktığınızda bu detayı pek de önemsememiş, hatta hatırlamamıştınız belki.
Şimdi ise aradan yıllar geçtikten ve hayatınız düze çıktıktan sonra o güne, o ana baktığınızda o şarkıyı çok net hatırlıyor ve şöyle düşünüyorsunuz: Bu bir işaretmiş meğer. Meğer her şeyin çok güzel olacağını söyleyen bir işaretmiş... Ama ben anlamamışım.
***
Olan ve olduğunu düşündüğümüz...
'Olan'ın her koşulda, herkes için aynı olup olmadığı şimdilik bir yana, olduğunu düşündüğümüzün zamanla, biz değiştikçe, bizimle birlikte değiştiği muhakkak. Bugünle birlikte, bugüne göre şekil değiştiren dün... Hafızamızın bize oynadığı bir oyun değil, hafızamızın kendisi bir oyun belki...
Biliyorum; tüm bu anlattıklarım, çizmeye çalıştığım bu hayali resim her zaman ve herkes için gerçek olacak diye bir şey yok.
Fakat her şey bir yana, tek bir ana ilişkin anılarımızın yıllar içinde, yaşadığımız ve yaşamadığımız her şeye göre bu denli değişebilme ihtimali bile hafıza kavramına dehşet ve şaşkınlık ile karışık bir hayranlık ile bakmak için başlı başına yeterli bir sebep gibi görünüyor.
Salman Rushdie'nin Geceyarısı Çocukları'nda dediği gibi yani:
"Bellek gerçektir çünkü kendine özgü bir şeydir. Seçer, eler, değiştirir, abartır, azımsar, metheder, hatta kötüler; ama en sonunda kendi gerçekliğini, olayların heterojen ama tutarlı bir çeşitlemesini yaratır; aklı başında hiçbir insan bir başkasının gerçeğine kendisininkinden fazla inanmaz."
(AK/SD)