Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) çağrısıyla 5-7 Kasım 2021'de “Krizi birlikte aşmak: kısıtlılıklar ve imkanlar” başlıklı biraraya gelen hak savunucularının atölyenin "Güvenlikleştirme ve Siyasal Alanın Daralması" başlıklı birinci oturumunun tartışma, tespitler ve önerilere yer veren raporunu aynen yayımlıyoruz. Oturumun sunumunu Prof. Dr. Feride Aksu yaptı. TİHV'ye ve emeği geçen akademisyen arkadaşlara teşekkürlerle.
Çerçeve
Türkiye’nin tarihi yineleyen ve yürütmenin insan hakları ve sivil özgürlükler pahasına tedricen ve kalıcı olarak gücünü genişlettiği olağanüstü rejimlerin tarihi. Bu nedenle OHAL önlemlerinin Türkiye hukuk sistemine kodlandığını söylemek de mümkün. Burada ele aldığımız güvenlikleştirme kavramıyla ise, devletin kadim güvenlik politikaları ve terminolojisinden beslenen, bununla birlikte “güvenlik meselesi olmayan kişi, kurum ve konuların bir güvenlik meselesi haline getirilmesi”ni kast ediyoruz.
Bu açıdan da güvenlikleştirmeye maruz kalan ve onları buna maruz bırakan yeni aktörleri, ama aynı zamanda geçmişteki güvenlik metodolojisinin güncel enstrümanlarını hesaba katmak önem kazanıyor. Tam da bu noktada 2015 sonrası Türkiye’sindeki güvenlikleştirmeye dair şöyle bir çerçeve çizebilmek olanaklı:
1. 2015 Türkiye’sinde güvenlikleştirme, tehditlerin inşa edildiği ve tehditlere karşı alınan olağanüstü önlemlerin meşrulaştırıldığı bir yönetim stratejisi olarak kendisini gösteriyor. Güvenlikleştirmenin iki bileşeni olan -söylem ve tedbir- eş zamanlı olarak ve birbirinin inşasına katkı yaparak gelişiyor.
Toplumsal alanda güvenlik sorunu olmayan pek çok meselenin başta siyasi iktidarın temsilcileri olmak üzere, iktidar ağının parçası olan medya, sivil toplum kuruluşları, yargı mensupları ve yerel aktörler tarafından “savaş” ve “terör” diline aktarıldığı; beka anlatısı ve “darbe tehdidi” söylemiyle güvenlik çeperinin genişletildiği görülüyor.
Özellikle hak temelli çalışmalar yürüten örgütler, savunucular, gazeteciler, akademisyenler ve muhalif siyasetçilerin düşman ilan edildiği, güvenlik tehdidine dönüştürüldüğü; öte yandan ifade, medya, toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün tüm yurttaşları kapsayacak şekilde engellendiği ortamda sivil alanın giderek kapandığı izleniyor.
2. Bu dönemde güvenlik anlatısı muğlaklaştırılarak genişletiliyor; suçun kapsamı belirsiz bir esneklikle ve sınırsız bir şekilde irtibatlı/iltisaklı olmaya vardırılarak, siyasi iktidarı eleştiren herkesin “olağan şüpheli” olarak tanımlanmasına ve bu şekilde damgalanan herkesin artık bir güvenlik meselesine dönüşebilme riskine eriyor.
Tehdit algısının ve güvenlik gündeminin söylemler ve tedbirler yoluyla sürekli kılınması, siyasal rejimin korku ve baskı yoluyla üretilen toplumsal bir kabule dayanarak güvenceye alındığını gösteriyor.
3. Güvenlikleştirme sürecinin yol açtığı en önemli sonuçlardan biri, iktidar ağının dışında kalan sivil toplum örgütleri ve aktörlerinin, aktivistlerin, seçilmiş siyasetçilerin ve bir bütün olarak muhalif kesimlerin siyaset alanının dışına itilmeye ve etkisizleştirilmeye çalışılması.
Sivil alanın kapatıldığı bu ortamda hak savunucuları olarak nefes alacağımız mücadele yöntemlerinin neler olabileceği ve bunları nasıl geliştireceğimiz, artık kendisini dayatan bir soru olarak karşımıza çıkıyor.
Tartışma ve Tespitler
Güvenlik Devletinin Kesintisizliğini Tanımak
1. Türkiye Cumhuriyeti’nin yarısı OHAL rejimleriyle, diğer yarısı da gayrı-resmi OHAL uygulamalarıyla geçmiş bir tarihe sahipse, burada temel iki soru önümüze düşüyor. Bunlardan ilki güvenlikleştirici uygulamaların aslen “kimler”i tehdit olarak tanımladığı; burada geçmişteki güvenlik söyleminin halen yerleşik tehdit algısı üzerinden ilerleyip ilerlemediği.
Geçmişte olduğu gibi, 2015 sonrasında da Kürtler, etnik azınlıklar, Aleviler ve iktidara muhalif olan sol kesimler güvenlik söyleminin değişmez özneleri olarak durmakta; ancak bu örüntüde kadın ve LGBTİ+ mücadelesi, ekoloji alanındaki hak hareketi ya da derin yoksulluğa karşı mücadele gibi hak çalışmaları yürütenlere yönelik ihlaller geçmiş yıllara nazaran 2015 sonrasında daha yoğunlaşmakta ve tüm bu kesimler daha fazla hedef haline getirilmekte.
Burada önemli olan nokta ise, tarihsel olarak ötekileştirilen etnik, dilsel, dinsel kesimlerle birlikte, artık “hak talepleri”nin kendisinin güvenlikleştirilmesi. Dolayısıyla güvenlikleştirmenin hak mücadelesindeki en önemli etkilerinden biri, devletin ve kendisini onunla özdeş kılmış hükümetin tehdit alanını artık “hakları talep etme hakkı”na vardırmış olması ve buna yönelik bir toplumsal algı oluşturması.
Bu açıdan dünyaya farklı perspektiflerden bakma olasılığımıza rağmen, güvenlik çemberine alınan bütün gruplarla bir dayanışma ve işbirliği ağı oluşturmak elzem görünüyor.
Buna bağlanan ikinci soru ise, güvenlikleştirmenin zeminini ne sağlıyor? Son 6 yıldaki siyasi amaca bakma gerekliliğinin kendisini duyurduğu bu aşama, Kürt jeopolitiğindeki değişim ve bununla bağlantılı olarak geliştirilen yerli ve milli rejim söylemiyle kurulan içe kapanmacı ittifaklar olarak önümüze çıkıyor.
Rojava ve Kobane’deki gelişmelere paralel olarak, 2015 sonrasında Kürt bölgesindeki yerleşik devlet aklının ülkenin Batısına kaydırıldığını, bunun beka kaygısıyla inşa edildiğini görebiliriz.
Buradaki temel değişim ise, yürütmenin egemen olduğu bir merkeziyetçiliğin yeniden yapılandırılması: Güç paylaşımının kilit bir kavram olduğu bu noktada, hak siyasetini yürüten herkesin dikey ve yatay düzlemde, maddi ve sembolik kaynakların eşit paylaşımına ilişkin nasıl öneriler ve çözümler getireceği önem taşıyor.
Irkçılık ve ayrımcılıkla mücadelenin de temel bir mesele olduğu bu düzlemde, hak mücadelesinde yerel olanın nasıl geliştirileceği önem kazanıyor: Sivil toplum mücadelesinin yerelleşmesi, aynı zamanda adem-i merkeziyetçi mekanizmalarla iş yapmayı öğrenmeyi ve bunu çoğulcu bir perspektifle yapmayı gerektiriyor.
2. Hukukun Üstünlüğü İlkesinde Direnmek
Politik şiddet ortamını yapılandıran ya da güçlendiren, maruz kalanlar açısından kendini var etme kapasitesini erozyona uğratan ve dahası kronikleşme riski taşıyan güvenlikleştirici söylem ve pratiklere karşı mevcut müdahale ve mücadele yöntemlerinde en etkili olanlarından biri, halen hukuki mücadele olarak duruyor.
İnsan hakları mücadelesinin hukuki bir mücadeleye sıkıştığı düşünülebilecek olsa da, özellikle güvenlikleştirmenin işleyişinde temel bir rol oynayan söylemle güçlendirilmiş olağanüstü tedbirler meselesinde hukukun üstünlüğünü savunmak halen esaslı bir mücadele alanı. Ancak fiili olarak hukuksuzluğun bir rejime dönüştüğü, yargı bağımsızlığının tamamen yitirilmiş olduğu Türkiye’de hukuki mücadelenin etki gücünün nasıl arttırılacağının tartışılması da önemli.
Örneğin Türkiye’de bir dayanışma pratiği olarak sürdürülen “dava izleme” mekanizmasında nasıl farklı araçlara başvurulabileceği, dava izlemenin kendisinin bir araca dönüştürülmesi gerektiği üzerine düşünmek gerekiyor. Bunun ötesinde hak esaslı yeni bir mevzuat mücadelesinin yapılması, yeni mevzuat değişikliklerine ilişkin sürece etkili bir müdahillik gerekiyor.
Bizatihi hak hareketindeki öznelerin toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı, toplumun her kesiminin hak talebini kapsayacak, ancak bunu dönemin tedbir üzerinden ilerleyen risklerini de gözetecek şekilde yeni bir Anayasa üzerinde mücadele sürdürmeleri, bu müdahilliğin koşul ve ortamını sağlayabilir.
3. Güvenlikleştirmenin Panzehirleri: Nasıl Bir Mücadele?
Hakikat-sonrası çağa özgü bir nitelik de taşıyan güvenlikleştirme söylemiyle en etkili mücadele yöntemlerinden biri, insan hakları hareketinin payandasını da oluşturan hakikat arayışı ve onun görünür kılınması olarak duruyor.
Güvenlikleştirmenin bileşenlerinin aynı zamanda suçlulaştırma ve düşmanlaştırma olduğu ve bu noktada bir yalnızlaştırma politikası olarak da işlediği düşünülecek olduğunda, hakikatin yaygınlaştırılması, bu söylemin kırılabilmesi için can alıcı bir ehemmiyete sahip.
Bununla birlikte hakikatin görünür olmasında ısrarcı olmak, ona dair dilin nasıl kurulacağının da hak mücadelelerinin gündeminde yer almasını gerektiriyor. Örneğin kadın mücadelesinin etkili araçlarından biri de olan “insan hikayelerinin” dolaşıma sokulması, güvenlikleştirmeye karşı hakikatin gücünü ortaya koyabilir.
Öte yandan tedbir devleti uygulamalarıyla ortak bir özelliği olan ama aynı zamanda şirket devleti mantığıyla da ilerleyen güvenlikleştirme süreci, iktidarı eleştiren herkesin katılımcılığın dışına atıldığı ve itibarsızlaştırıldığı bir ortamda ilerlerken, aynı zamanda kamu kaynaklarının iktidar yanlısı sivil toplum kuruluşlarına (GONGO’lara) aktarıldığı, siyasi iktidarın hakları referans olmaktan çıkardığı bir sivil toplumun yaratılmasına da yarıyor.
Güvenlikleştirmenin insan haklarına dayalı bir rejimin terk edilmesine zemin hazırladığı bu noktada hak siyasetini daha yüksek sesle savunmak, ama bunu yaparken de hak mücadelesindeki yeni aktörlerle insan hakları hareketini buluşturmak önem kazanıyor. Örneğin siyasal haklardan bağımsız düşünemeyeceğimiz yoksulluk meselesiyle mücadeleyi yeniden düşünmek, ama bunun güvenlikleştirme söylem ve pratiklerinin hakim olduğu bir ortamda yapılış biçimleri üzerinde kafa yormak önemli görünüyor.
Bu açıdan temel meselelerden biri de ortaklaşma olarak duruyor; “barış, adalet, şiddetin ve ayrımcılığın önlenmesi” gibi hak mücadelesinin temel kavramlarının, salt dayanışma amacıyla değil, bizzat ortak bir mücadele yürütmek için yeniden ele alınması gerekiyor.
Bu bağlamda hak savunucularının kendi faaliyetlerini sürdürebilmeleri için güçlendirilmesi; örgütsel yapıların kendileri üzerine düşünüp kendilerini yeniden dizayn edebilmeleri, savunucu ve aktivistlere içsel mekanizmalarda eğitimden yeni teknolojiye değin imkanların sağlanması temel ihtiyaç alanlarını oluşturuyor. Uluslararası mekanizmalardaki güvenlik politikalarının yeniden ele alınması ise, başka bir tartışma alanı.
Güvenlikleştirmenin sadece Türkiye’ye özgü olmayıp Batı’daki devletlerin politikalarında da ana ekseni oluşturduğunu (hatta BM’nin bir parçası olan European Center for Not-For-Profit Law Stichting gibi yapıların “STK’ların terörün finansmanını sağlayabileceğine” dair uyarısındaki gibi) ve bunun insan hakları açısından yeni tehlike alanlarını oluşturduğunu görmek, uluslararası ağlara yönelik politikalarımızın geliştirilmesi için ilk adım olabilir.
Atölye Katılımcıları: Metin Bakkalcı, Murat Çelikkan, Cuma Çiçek, Berivan Korkut, Hüseyin Küçükbalaban, Nadire Mater, Reha Ruhavioğlu, Feray Salman, Yıldız Tar, Coşkun Üsterci, İlknur Üstün, Gülseren Yoleri, Abdullah Zeytun Atölye Mutfağı: Cansu Akbaş, Feride Aksu Tanık, Nermin Biter, Aslı Davas, Lülüfer Körükmez, Hanifi Kurt, Zeynep Özen, Serdar Tekin, Nilgün Toker, Coşkun Üsterci |
Öneriler
1. Kamusal alana seslenme ve böylelikle politik alanı dönüştürme, insan haklarına her zaman içkindir. Değerlerin evrenselliğine ilişkin vurguyu tüm bunları gözeterek güçlendirmemiz gerek. Niceliği arttıracak ve niteliği derinleştirecek yaratıcı yollar üzerine düşünmemiz lazım.
2. Kendi içimizde ortak tartışma platformlarının yaratılması, önemli olan bir başka ihtiyaç alanı. Kimlere nasıl hitap edeceğimiz, nasıl bir dil kuracağımız konusunda da birbirimizle diyaloğa geçeceğimiz bir koordinasyonun kurulması, ama elbette ki bunun asla hiyerarşik olmayan bir modelle ilerlemesi gerekiyor. Bu eş zamanlı olarak aynı işler yapmamak, birbirini tamamlayan çalışmalar üretmek için de önemli. Ortak kampanyaların üretilebileceği bir zemin de böyle sağlanabilir.
3. Kimlik siyasetiyle “tanınma” ve “eşitlik” meselesinin iç içeliğini, kimlik ve tanınma arasındaki ilişkiyi daha net ortaya koyabilmek için, hak temelli mücadelenin aslen kimlik haklarını içeren eşitlikçi bir siyaseti içerdiğini daha iyi anlatmamız gerekiyor.
4. Hukuk salt mevzuatlardan oluşmadığı için, insan hakları hukukunun bağlayıcılığına, yasalar derken bunun salt iç hukukla sınırlı olmadığına, geniş bir hukuk algısının oluşturulmasına dair çalışmalar yapılmalı.
5. Güvenlikleştirmenin önemli sonuçlarından biri siyasetdışılaştırma olduğu için, insan hakları mücadelesini yeniden siyaset alanına dahil etmenin, siyasetçileri insan hakları alanına katmanın yolları üzerinde düşünmek gerekiyor.
Hak temelli rejimin sona erişiyle birlikte iktidarla müzakere süreçlerinin de tümüyle kapandığı bu aşamada, muhalefetin yeni geliştirdiği insan hakları temelli söylemi takip edilmeli. İnsan hakları aktörleriyle ana akım siyasetçilerin yan yana gelmesine, aynı karede olmalarına dair önyargılar kırılmalı.
Öte yandan bu süreci yerel yönetimlerle işbirlikleri üzerinden de kurmak, insan haklarına yatırımı onlarla birlikte örmek ve müzakere alanlarını adem-i merkeziyetçi bir yere taşımak gerekiyor. (APK/KU)Y
Krizi birlikte aşmak: Kısıtlılıklar ve imkanlar/ TİHV Atölye
İnsan Hakları Krizi ve Savunucuların Yaşadıkları Sorunlar/ 1
Ulusal ve Uluslararası İnsan Hakları Hareketinin Krizine Yanıtlar/ 2
Güvenlikleştirme ve Siyasal Alanın Daralması/ 3
İnsan Hakları Hareketi ve Medya/ 4