Ohannes Garavaryan ve eşi Karmen Garavaryan ile 3 Nisan 2004 günü Los Angeles’ta tanıştık. Ohannes Garavaryan, İstanbul’da ünlü hazır giyim şirketi Vakko’da çalışmış, yurtdışında birçok giyim fuarında bu şirketi temsil etmiş. Hali vakti yerindeyken, bir gün gözleri arkada kalarak ayrılmış doğup büyüdüğü vatanından, toprağından, insanlarından...
Eşi Karmen ile birlikte ABD'de sıfırdan kurmuşlar hayatlarını. Düşündüğü, arzuladığı her şeye ulaşmış. Ama gene de yüreğinde bir hüzün, gönlünde bir hasret, ağzının tadında bir eksiklik var. İstanbul deyince, gözlerinin önünden mavi bir su akıyor İstanbul şarkıları içinden.
ABD'ye geleli neredeyse 40 sene olmuş. Ama “Ben ABD'liyim!” demiyor, “Ben İstanbulluyum!” diyordu gururlanarak. Karmen de öyle. “Kınalıada” derken koskoca Marmara Denizi’nin sularını dolduruyor kalbine. Kalbinin yarısı İstanbul’da kalmış. Koskoca Atlantik Okyanusu, Marmara’nın yanında bir damla görünüyor hâlâ gözüne!
Ohannes Ağabey, neden geldiniz buralara?
“Ohannes Ağabey, neden geldin buralara?” dedim gözlerinin içine bakarak.
Neden geldim ben buralara? Neden köklerimden koparak buralara geldim? Anlatayım. Hani bir gram ağırlık terazinin dengesini bozar ya, hani bir damla su bardağı taşırır ya, işte benimki, bizimki de öyle oldu.
Şu anda 67 yaşındayım. 1937’de İstanbul’da doğdum. Çocukluğum, gençliğim İstanbul’da geçti. Ben orada var oldum. Burada ise varlığımı sürdürüyorum. Gözlerimi kapayıp geçmişimi düşündüğümde, o güzel İstanbul’da geçirdiğim güzel çocukluk ve gençlik günlerimi ve hiç unutamadığım korkunç acılarımı hatırlıyorum. Bu karışık hislerim beni doğduğum yerden kopardı, ta dünyanın öbür ucunda yaşamaya mecbur etti.
Hayatımı etkileyen ve ufak yaşta içimi saran korkunun sebebi yaşadığım ve bilfiil gözlerimle gördüğüm birkaç hadiseden ibarettir. Bunları sana yaşadığım hayat, içtiğim su, yediğim ekmek gibi açık açık aynen anlatayım.
Babamı alıp götürüyorlar
Sene 1941. Ben henüz dört-beş yaşlarındayım. Evimiz Taksim Sakız Ağacı Caddesi’ndeydi. Numarası bile aklımda: 85 numara. Sabahın altısında bizim evin kapısı çalınmış. Babam, bizleri uyandırmadan, pijamalarıyla yavaşça aşağı inmiş, kapıyı açmış. Karşısında iki jandarma ve bir polis görmüş.
“Suren Garavaryan siz misiniz?”
“Evet.”
“Sizi götürmeye geldik. Derhal bizimle geliniz!”
Babam iyice şaşırmış. Yukarıya anneme seslenmiş. Annem aşağı inince iyice korkmuş. Bağrışmaya başlamışlar. Bu bağrışmalardan biz üç kardeş uyandık, apar topar aşağıya indik. Ben jandarmaları, polisi görünce çok korktum. Annem benim ve ağabeyimin ellerinden tuttu, ablamı da sırtına bindirdi. Kapı girişindeki duvarın köşesine çekildi. Babamı pijamalarıyla, gözümüzün önünde alıp gittiler! Donup kalmıştık. Babamı nereye, niçin götürmüşlerdi? Ne annem, ne de bizler biliyorduk.
Annem kapıyı kapattı. Yukarıya, odamıza çıktık. Ben başladım ağlamaya. Annem ağladığını bize göstermek istemiyordu.
“Ağlamayın çocuklar, babanız biraz sonra gelecek” diyordu. Ben çocuk aklımla, “Birazdan gelecekse, neden elbiselerini giymesine izin vermediler?” diye düşünüyordum.
Mahallemizde, komşu apartmanlarda o yıllarda pek çok Hıristiyan aile vardı. O evlerden de acı çığlıklar işitmeye başladık. Demek ki o evlerden de babaları, erkekleri götürmüşlerdi. Korkumuz daha da arttı. Derdimizi anlatacak, yardım isteyecek kimsemiz yoktu. Birkaç saat sonra bir haber yayıldı. Götürdükleri erkekleri, Sultan Ahmet Meydanı’nda, tel örgüler içinde toplamışlardı.
Öğleden sonra annem, babama götürebilmek için yiyecekler hazırladı, elbiselerini bir torbaya koydu. Ablamı büyükannemin evine bıraktı. Yiyecek ve giyecekleri bir eline aldı, diğer eliyle benim elimden tuttu. Korku ve merak içinde Sultanahmet Meydanı’na vardık.
Caminin ana giriş kapısının önünde, Dikilitaş’ın yanındaki meydanda yüzlerce erkeği tel örgüler içine toplamışlardı. Meraklılar, camiden çıkanlar tel örgü içinde ölüm kalım telaşı içinde olan erkekleri sessizce seyrediyordu. Jandarmalar silah elde bekliyor, kimseyi tel örgülere yaklaştırmıyorlardı.
Babamı tel örgünün arkasından gördük
Kadınlar ve çocuklar kocalarının, babalarının ismini bağırıyor, onları uzaktan bile olsa görmek istiyorlardı. Ağlaşanlar, korkuyla titreyenler doldurmuştu etrafı. Herkes bağırdığı için kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Bu arada ağabeyim yanımızdan ayrıldı. Nasıl olduğunu bilmediğim bir yol bulmuş, babamı tel örgünün kenarına getirmiş. Bize haber verdi. Babamı bulduğumuza çok sevindik. Jandarmalardan birinin yardımıyla getirdiğimiz yiyecek ve giyecekleri babama ulaştırdık. Gözümüz arkada kalarak, merak ve korku içinde eve döndük."
O gece nasıl geçti? Bilmiyorum. Ertesi gün erkenden babamın yanına gittik. Manzara aynıydı. Erkekler tel örgünün içinde, perişan bir vaziyette bekleşiyorlardı. Ağabeyim yine babamı bulup tel örgünün kenarına getirdi. Bir jandarmanın yardımıyla annem getirdiği bir miktar parayı babama ulaştırdı. Babamı orada bırakarak tekrar evimize döndük."
Üçüncü gün babamı görmeye gittiğimizde tel örgünün içinde kimsecikler yoktu. Babasını, kocasını, oğlunu görmeye gelenler korkuyla etraflarına bakınıyor, “Nereye götürdüler acaba? Ne yapacaklar acaba?” diye birbirlerine soruyorlardı. Kimsenin ne olup bittiğinden haberi yoktu.
Babasız kalmıştım. Çocukluğumun en kara günleridir o günler. Birçok acımı, korkumu unuttum, ama babamın götürülüşünü, tel örgüler içindeki halini hiç unutmadım. Bunca yıl geçti aradan, hâlâ bazen rüyama girer."
Bir müddet sonra haber geldi. Babamı ve diğer erkekleri‚ Amele Taburu denen askerlik taburuna almışlar. Demiryollarında, taş ocaklarında zorla çalıştırıyorlarmış. Bu haber evimize mutluluk getirdi. Ben çok sevindim. Amele Taburu’nun ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama babam ölmemişti, bir gün dönecekti.
Babam bir yıl sonra eve geldi
Bir sene kadar sonra babam eve geldi. Sonradan babamların Mareşal Fevzi Çakmak tarafından, olmayan suçlarının affedilip eve geldiklerini öğrenecektim. Babamın döndüğü o günü bugün gibi hatırlıyorum. Annem orta kattaki büyük odada ne kadar eşya varsa hepsini yan odaya topladı, boşalan odanın ortasına büyük bir masa kurdu. Annemin yakın arkadaşları erkenden bize gelmiş, mutfakta anneme yardım ediyorlardı.
Babamın arkadaşları, akrabalarımızdan, tanıdıklarımızdan erkekler babamın etrafını sarmışlardı. Ben babamın yanında duruyordum. Babam durmadan başlarına gelenleri, yaşadıklarını anlatıyordu. Acılı olaylara bile gülüyordu misafirlerimiz. Babamı özlemiştim. Bir daha kaybetmemek için elinden tutuyordum. Babam gülünce ben de gülüyordum. Evimiz düğün evine dönmüştü.
Varlık Vergisi
Tam sevinçli, mutlu olduğumuz bir zamandı. Babamın ve annemin yüzü birdenbire hiç gülmez oldu. Ne olduğunu tam anlayamadım ama yine babamın başına büyük bir belâ geldiğini hissettim. Babam işten bir daha evimize gelmedi. Evimiz ölü evine döndü.
Sonradan öğrendim. Babamın yeni açtığı kunduracı dükkânına ödeyemeyeceği miktarda vergi koymuşlardı. Çevresindeki Türk kunduracılara konulan verginin neredeyse on katıydı. Babam bu ‘Varlık Vergisi’ni her şeyimizi satsa bile ödeyemezdi. Bir cuma günü vergi memurları gelmiş, vergi ödenmediği gerekçesiyle dükkânımızı mühürlemiş, babamı da alıp Aşkale’ye götürmüşlerdi. Sene 1942, aylardan Kasım’dı.
Babam Aşkale’den dönüyor
Babam Aşkale’de kaç ay, kaç gün kaldı tam bilmiyorum. Hatırası bile bana acı veriyor. Büyükannemin evinde kalırken bana bir şey duyurmamaya çalışıyorlar, Aşkale’den, korku verecek olaylardan konuşmuyorlardı. “Baban askere gitti. Yakında gelecek!” diyorlardı.
Çocuktur, inanır… Ben de askere giden babamı özlüyor, sokakta gördüğüm bazı adamları babama benzetiyor, babamın bir an önce evimize dönmesini istiyordum. O acı günlerden fazla hatıram yok. İnsan kendine zarar veren bazı olayları hafızasından siliyor. Bir gün babam Aşkale’den döndü. Annem yine hazırlıklar yapmıştı. Komşularımız, akrabalarımız, dostlarmız babamı karşılamaya gelmişlerdi.
Babam zayıflamış, çökmüş, hastalanmıştı. Gülmüyordu. O gün Aşkale hakkında fazla konuşulmadı. Annem beni babamın yanından aldı, mutfağa götürdü. Belki de ben yokken konuşmuşlardır. Daha sonraları da babam bana Aşkale’yi hiç anlatmadı.
6-7 Eylül 1955 hadiseleri
Yaşım 18 olmuştu. Kapalıçarşı’da, Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısındaki düğmeci dükkânında çalışıyordum. Ustamın adı Hagop’tu. Ağabeyim ise o günlerde, Mahmutpaşa’da trikotaj yün imalatında çalışıyordu. Hagop Usta’nın Hasan isminde bir ahbabı vardı. Çeşmenin önünde eski elbise alıp satar, etrafımızda olup bitenlerden bizi haberdar eder, bizi korurdu. Ustam ona belli bir maaş da bağlamıştı, her ay düzenli öderdi. Ben ona "Hasan Abi" derdim. İçi dışı temiz bir insandı.
O yıllarda çıkan bir kanuna göre, her esnaf dükkânının kapısına adı ve soyadının yazılı olduğu bir tabela asmak mecburiyetindeydi. Genellikle isimler Ermenice ya da Rumca, soyadlar ise Türkçe olduğundan, Müslüman müşterilerin görmemesi için Hagop, Artin, Mardiros gibi isimlerin üstü sabah erkenden çeşitli eşyalarla örtülürdü.
Bizim tabelanın üstünü örtme görevini ustam, uzun boylu olan Hasan Abi’ye vermişti. Hasan Abi, daha biz gelmeden tabelanın üstünü örterdi. Ustamın hanımı rahatsız olduğundan, senede birkaç sefer Yalova’daki kaplıcalara gider, 15-20 gün kalırlardı. Bu müddet zarfında dükkânı ben idare ederdim. Mesuliyetim büyüktü."
Ustam Eylül ayının başında gene eşiyle birlikte Yalova’ya gitmişti. Dükkânı ben açıp kapatıyordum. Hasan Abi de bana göz kulak oluyordu. 6 Eylül günü öğleden sonra, saat iki sularında Hasan Abi yanıma geldi. Telaşlı, tedirgin bir hali vardı. Müşteriler gidince, "Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!" dedi. "Hasan Abi, bu saatte dükkânı kapatmak olmaz. Ustam her gün saat altıya kadar açık tutmamı" söyledi.” “Ben ne diyorsam onu yap. Dükkânı derhal kapat ve eve git!”
Neden? Bir şey mi oldu?
Sonra anlatırım. Sen hiç oyalanma, elini çabuk tut. Ben sonra ustanla konuşurum. Haydi çabuk ol! Ağabeyine de telefon et, o da dükkânını kapasın, eve gitsin. Ben hâlâ kararsızım. Ustamın bana kızmasından korkuyorum. Mahmutpaşa’da çalışan ağabeyime telefon ettim, Hasan Abi’nin dediklerini söyledim.
Burada da bir anormallik var. Büyük mağazaların sahipleri mağazaların kapılarını kapayıp, kepenklerini indirip evlerine gidiyorlar. Sen Hasan Abi’nin dediğini yap, derhal eve git. Ben de ustama söyleyeceğim, dükkânı kapayıp eve gideceğim.
Korku ve tedirginlik içinde dükkânı kapattım. Beyazıt Kapısı’ndan çıkmamla korkunun beni sarması bir oldu. Gördüğüm manzara korkunçtu. Koskoca Beyazıt Meydanı’nda her gün gördüğümüz, alışageldiğimiz hiçbir şey yoktu. Ne tramvaylar çalışıyordu, ne otobüsler! Taksi, dolmuş da yoktu. Meydanı ve yolları onlarca kamyon doldurmuştu. Kamyonların kasaları ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletler bulunan insanlarla doluydu.
Ne yapacağımı şaşırdım. Bir müddet sağa sola koşturdum, Kurtuluş’taki evimize gitmek için vesait aradım. Bulamadım. Aklım başıma geldi. Hemen Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladım. Kan ter içinde Eminönü’ne vardığımda, gördüğüm manzara beni daha da korkuttu. Galata Köprüsü açılmıştı! Karaköy’e geçmek imkânsızdı. Birçok insan benim gibi oradan oraya koşturuyor, karşıya geçmenin yollarını arıyordu. Haliç yönüne giden tek tük taksiler üst üste insan doluydu. Yer bulup binmek imkânsızdı.
Geçen her dakika, sanki beni ölüme yaklaştırıyordu. İnsanlar köprünün başında korku ve telaş içinde bekleşiyordu. Bir müddet sonra kayıkçılar Karaköy’e insan taşımaya başladılar. 8-10 kişilik kayıklara 15-20 kişi doluyordu. Tehlikeyi göze alarak bir kayığa bindim. Normal zamanlarda 3,5 lira olan geçiş ücreti hemen 20 liraya çıkmıştı. Parayı pulu düşünecek zaman değildi. Battık batıyoruz derken Karaköy İskelesi’ne ayak bastım. Hemen Yüksek Kaldırım’a doğru koşturdum. Bir an evvel Kurtuluş’taki evimize ulaşmak istiyordum.
"Baltalarla saldırdılar"
Gördüğüm manzara korkunçtu. Ellerinde baltalar, balyozlar, büyük büyük sopa ve demir çubuklar olan gözü dönmüş insanlar, grup grup dükkânlara, mağazalara saldırıyor, kepenkleri, camları, kapıları kırıyor, içindekileri yağmalıyor ya da sokağa atıyordu.
Yoldan yürümek imkânsızdı. Korkumdan bir grubun içine girdim, onlarla birlikte yürümeye başladım. Her grubun başında emir veren bir kişi vardı. Yağmacılar başkanlarının emrine uyuyor, her dükkânı değil, önceden işaretlenmiş belli dükkânları, mağazaları kırıp yığıyor, yağmalıyorlardı. Bazı gruplar ise sadece kepenkleri, camları kırıp döküyor, ama yağma yapmıyordu. Ben gruptan gruba geçerek Tünel’e kadar varabildim.
“Henüz bize durdurun emri gelmedi!”
Tünel çıkışının önündeki meydanda askerler sıra sıra, ellerinde silahlarla bekliyorlardı. Gözlerinin önünde dükkânları kırıp yığan, malları yağmalayanlara hiç karışmıyorlardı. “Ne bekliyorsunuz? Bu yağmacılara, bu çapulculara neden engel olmuyorsunuz?” diye soranlara “Henüz bize durdurun emri gelmedi!” cevabını veriyorlardı.
Duracak zaman değildi. Tünel’den Taksim’e doğru, İstiklal Caddesi’ndeki işaretli tüm dükkânları, mağazaları, işyerlerini, kuyumcuları, beyaz eşya satan mağazaları grup grup olmuş binlerce yağmacı kırıp yığıyordu. İstiklal Caddesi’nde yerleri top top kumaşlar, elbiseler, sokağa atılmış mallar kaplamıştı. Ben yine gruptan gruba geçerek, yağma, küfür, kırma, yıkma sesleri içinde yürüyerek Taksim’e ulaşabildim.
Taksim Atatürk Heykeli’nin civarında, sıra sıra elleri silahlı askerler bekliyor, yağmayı, yıkımı sessizce seyrediyorlardı.
İnsanlar askerlere “Niye duruyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Yağmacıları, çapulcuları niye durdurmuyorsunuz?” diye soruyor, bağırıp çağırıyorlardı. Askerlerin verdiği cevap hep aynıydı: “Bize henüz durdurun emri gelmedi.”
Bizim evimiz o yıllarda Kurtuluş Mahallesi, Türkbey Sokağı, 5 numaradaydı. Taksim’den Kurtuluş’a doğru yürümeye başladım. Buralar biraz daha sakindi. Pangaltı’ya varınca, durumun İstiklal Caddesi’ne benzediğini gördüm. Çapulcular burada da görev başındaydı.
Nihayet evimize ulaşabildim. Korkudan, heyecandan kan ter içinde kalmıştım. Bizim evin karşısında büyük bir mezarlık vardı. Mezarlığın duvarı sokak boyunca uzanırdı. Askerler ellerinde silahlarla bu duvarın önüne dizilmiş, bekliyorlardı.
Canı yanmış insanlar korku içinde bağırıp çağırıyor, “Ne bekliyorsunuz? Dükkânlar yağmalanıyor, evler, kiliseler yakılıyor, insanlar yaralanıyor. Ne can güvenliğimiz kaldı, ne de mal... Neden durdurmuyorsunuz?” diye soruyorlardı. Askerlerin cevabı aynıydı: “Henüz olayları durdurun emri gelmedi.
Hıristiyanlar büyük bir korku içinde kendi başlarının çaresine bakıyorlardı.
Eve vardığımda annem boynuma sarıldı. “Yavrum, iyi ki gelebildin. Başına bir iş gelmiştir diye meraktan öldüm!” diye ağlamaya başladı. Ablam korku içindeydi. Benden sonra ağabeyim ve babam geldi. Annem apartmanın üçüncü katındaki evimizde dörtlü gaz ocağını açmış, üzerlerine büyük tencerelerimizi koymuş su kaynatıyordu. Apartmanın bodrum katındaki çamaşırhanenin mermer havuzunu temizlemede kullandığımız kezzap şişelerini yukarı çıkarmış, mediven başına dizmişti.
“Bunlar ne anne?” dedim.
"Oğlum, evde kız var. Ablan var. Bak, askerler öğlenden beri mezarlık duvarının dibinde silah elde bekliyor. Vuranlara, kıranlara hiç karışmıyor. Belli olmaz, çapulcular buraya da gelebilir. Namusumuzu, malımızı, canımızı korumak için silahımız yok. Kaynar sulara, kezzap şişelerine kaldı işimiz.” dedi.
Babam gelir gelmez “Bütün ışıkları yakın! Türk bayrağını çıkarın, balkondan aşağı sarkıtın! Bütün pencereleri açın!” dedi. Annem hemen bayrağı balkona astı. Babam balkona çıktı, bayrağın arkasına oturdu. Dışarıda olup bitenleri dikkatle izlemeye başladı.
Ben de ağabeyim ile birlikte evin çatısına çıktım. Sabaha kadar yanan evlerin, kiliselerin alevlerini, dumanlarını seyrettik. Alevler İstanbul’un gecesini kızıla çeviriyordu. Etraftan insan çığlıkları geliyordu."
Sabah olunca, merak ve korku içinde işyerlerimizi görmeye gittik. Tramvaylar, otobüsler çalışmıyordu. Caddeler, tramvay yolları kırık camlar, kumaş parçaları, elbiseler, kırık buzdolapları, ev eşyaları vs. ile doluydu.
Yürüyerek Karaköy’e vardım. Ortalık sessizdi. Bir dükkân yağmalanmış, yıkılmış, ama bitişiğindekine hiç dokunulmamıştı. Galata Köprüsü kapanmıştı, üstünden rahatça geçiliyordu. Köprüyü geçtim, Eminönü’nden yürüyerek Beyazıt’a çıktım. Kapalıçarşı açılmıştı. Dükkânımız aynen duruyordu. Hasan Abi ben gelinceye kadar levhamızı iyice kapatmıştı. Dükkânı açar açmaz yanıma geldi. "Geçmiş olsun. Annen, baban, ağabeyin sağ değil mi? Başınıza, malınıza, canınıza bir zarar gelmedi değil mi?" diye sordu.
Kendisine çok teşekkür ettim. "Korkma. Yapacaklarını yaptılar, artık bir müddet sessizlik olur" dedi. Bekçiler Kapalıçarşı’nın kalın demir kapılarını zamanında kapamışlar, kimseyi içeriye sokmamışlardı. Babamın işyeri, hanın üçüncü katında olduğundan, zarar görmemişti. Fakat birçok yakın akrabamız, tanıdığımız tüm varlıklarını kaybetti.
Bu hadiselerden sonra ailem beni bir müddet için Paris’e gönderdi. İki sene kadar Paris’te terzilik öğrendim. Paris’te 1915 hadiseleri sırasında İstanbul’dan ayrılmış, Paris’e yerleşmiş ve bir daha geri dönmemiş olan akrabalarımı buldum. Onlar bana çok yardımcı oldular. Beni bağırlarına bastılar. Birbirimizi çok sevdik.
İstanbul’a dönüş
Ben tekrar İstanbul’a döndüm. Askere aldılar. Sivas’ta Dekovil Tepe’de, önce piyade sınıfında, sonra bando takımında askerlik görevimi yaptım. Askerlikten sonra Vakko’ya girdim. Erkek reyonunda beş yıl çalıştım. Sonra Pangaltı’da Vakko Gençler Mağazası’nı kurduk. Durumum iyileşmişti.
Ancak bazen para da insana huzur ve güven veremiyor. İnsanın kendini güven ve huzur içinde hissedebilmesi için başka başka şartlar gerekiyor. Ben işimden iyi kazanıyordum. Sık sık yurtdışına gidip geliyor, fuarlara katılıyor, dünyadaki değişimleri izliyordum. Yurtdışında gördüklerimi kendi ülkemde uygulamak, yenilikler getirmek istiyordum.
Vitrinimden Noel süslerini kaldırttılar...
Bir yılbaşı öncesi, mağazamızın vitrinini Noel çamlarıyla süslemiştim. Öyle Paris’teki, Berlin’deki gibi değil; daha mütevazı, daha çekingen, daha sade bir şekilde dekore etmiştim. Öyle Noel Baba, çıngıraklar falan da koymamıştım.
"Bir gün geçti üstünden. Bir bekçiyle polis geldi. Bakışları kinliydi: “Burası Hıristiyan memleketi değil! Nedir bu vitrin böyle? Başınıza bir iş gelmeden edebinizle kaldırın onları derhal!”
“Hayır” diyemedim. Korkudan dilim tutuldu: “Tamam efendim. Derhal kaldırırız.” Ellerimle kurduğum dekoru, gene kendi ellerimle kaldırdım. Bu olay benim dayanma gücümü yıktı, sabır taşımı çatlattı, bardağımdaki suyu taşırdı."
Bu olaydan sonra ülkemi, yurdumu, vatanımı terk etmek zorunda kaldım. Ülkemizi gözlerimiz arkada kalarak terk ettik. ABD'ye geldiğimizde herşeye sıfırdan başladık. Başlangıçta işler ters gitti. Düşündüğümüz, planladığımız gibi olmadı. Ben aradan iki sene kadar geçince umutsuzluğa kapıldım. “Karmen, ben daha fazla dayanamayacağım! Gel dönelim geriye!” dedim. “Hayır” dedi, “Biz buraya gemileri yakıp da geldik. Dönmeyeceğiz, burada kök salacağız!”
Karmen’in dediğine uydum. Eşim bana büyük bir güç verdi. Dönüş düşüncesini sildik aklımızdan, fikrimizden. Dört elle gece gündüz çalışmaya başladık. Çok zor günleri aşarak bu günlere geldik.
Bütün bu acı, korkunç olayları kim getirdi başımıza? Babamı bir sabah pijamalarıyla alıp gidenler, Amele Taburları’nı kuranlar, Aşkale Çalışma Kampı’nı kuranlar ne oldu?
6/7 Eylül hadiselerini planlayanlar, “Başarılı bir operasyondu” diyerek, gazetelerde övünçle anlatıyorlar yaptıklarını. Hiçbirine tek bir hesap sorulmadı! Her şey yapanın yanına kâr kaldı. Kolay mı bir insanın kendi yurdundan, kendi toprağından kopması? Kolay mı bir insanın otuzundan kırkından sonra bilmediği bir toprağa gelip de kök salması?
Karmen Garavaryan’ın anlattıkları
Ben eşim Onnik’in yaşadıklarının çoğunu yaşamadım. 1943 doğumluyum. 6/7 Eylül hadiselerinde daha 12 yaşında, dünyadan haberi olmayan bir çocuktum. Ama gene de olaylar insanın çocukluk dünyasında derin izler bırakıyor. Yazları Kınalı’ya yazlığa giderdik. Günlerden bir gün, sabah erkenden gözlerimi açtığımda, dayım korku içinde babamı uyandırıyordu. Dayımlar gece haberi almışlar, İstanbul’da yanan evlerin, kiliselerin alevlerini Kınalı’dan görmüşler. Babamı uyandırdı.
“Kalk Vartkes! Durum iyi değil! İstanbul’da büyük olaylar olmuş. Dükkânlar, mağazalar yağmalanmış, kiliseler yakılmış. Gidelim bakalım bizim dükkânlara bir şey oldu mu?”
Babam uyandı. Kınalı İskelesi’ne kadar gidip geldiler. Biz merak içinde onları bekliyorduk. Sonra olup bitenleri ben de öğrenmiş oldum. Gece yarısı mavnalarla Kınalı İskelesi’ne gelmişler. Adayı yakıp yıkacaklarmış. Fakat komiser iyi bir insanmış, engel olmuş. Havaya ateş etmiş. “Adaya ayak basanı yakarım!” demiş. Gelenler böyle bir tepki beklemiyorlarmış herhalde. Adaya ayak basamadan çekip gitmişler.
O yıllarda Kınalı halkının çoğu Ermeni ve Rum’du. O gece can ve mal güvenliklerini sağlayan bu komisere büyük ödüller verdiler. Komşularımızdan birçoğunun İstanbul’daki dükkânları, mağazaları yağmalanmıştı. Bu nedenle mateme bürünmüşlerdi."
"Ben acı olayları yaşamadım. Hep babaannemden, anneannemden duydum o felaket günlerinin acılarını." (KY/NZ)
* Bu yazıyı Agos'tan kısaltarak aldık.