19-25 ocak 2012 tarihleri arasında İtalya'nın eski Yugoslavya sınırındaki Trieste şehrinde yapılan 23'üncü Trieste Film Festivali'nin en iyi belgesel ödülünü Mısır'ın İskenderiye şehrinde dadılık yapan Sloven kadınlarının hikâyesini anlatan "Aleksandrinke" filmi aldı.
Son ana kadar AB ülkelerinde kaçak olarak çalışan Moldav kadınlarının acıklı durumuyla ilgili "Mama Illegal" belgeseliyle çekişen film, Avusturya - Macaristan İmparatorluğunun nostaljisini üzerinden atamayan Trieste'li seyircinin oylarının çoğunluğunu toplamayı başardı.
Festivaldeki tek Türk katılımının, birbirlerini içi para dolu bir çanta için öldüren üç kafadarın anlatıldığı "Gerçek Bir Hikâyeden Alınmıştır" adlı kısa metrajlı filmin olması ise manidardı.
Festival ve şehir
Trieste şehri Venedik'e yakınlığından dolayı kendi film festivaline orijinallik katabilmek için ilk yıllarında eski Doğu Bloku ülkelerinin eserlerine ağırlık vermişti ve bu konuda yetkin bir pozisyona sahip olabilmişti.
Soğuk savaşın sona ermesi ve komünist Yugoslavya bölündükten sonra Slovenya'nın tam teşekküllü Schengen ülkesi olmasını müteakip şehir ve festival ayrıksı konumunu yitirmişe benziyor.
Festival yöneticiliğini, çoğu hemcinsi olan yardımcılarıyla yıllardır sürdüren Annamaria Percavassi her geçen gün azalan tarihî sinema salonlarından ve devlet kurumlarının sanata reva gördüğü desteklerin azalmasından şikâyetçi.
Geçtiğimiz yılların uzmanlardan oluşan jürilerinin yerini alan seyirci jürileriyle iki senedir ödül kazanan filmlerin halkın hassasiyetleriyle birebir örtüştüğü söylenebilir.
Ne de olsa coğrafi olarak bölge Slovenya'nın doğal bir devamı, halkın giderek küçülen bir kısmı da zaten resmî Sloven azınlık. Özellikle geçtiğimiz yüzyılda faşizmin ve komünizmin altında ezilen bölge halkları içinde en ağır faturayı hâlâ azınlıklar ödüyor gibi göründüğünden Trieste günah çıkartmaya çalışıyor diyebilir miyiz?
Şehrin İtalya'ya katıldığı 1954 yılına kadar ve sonrasında halkın beynini yıkayan milliyetçi propaganda yüzünden festivalin tanıtım filminde iki Slav'ın Slav dilinden türetilen uydurma bir dille konuşması ve şehre "Trst" demesi bazı İtalyanlar'ın homurdanmasına hâlâ sebep olabiliyor.
Aleksanrinke
"Aleksandrinke" filminin ödül kazanmasının en önemli sebeplerinden biri bölgeye hâkim Avusturya - Macaristan nostaljisi ve günümüz İtalya'sının yarattığı hayal kırıklığı olsa gerek.
500 sene süren ve Trieste'ye en şaşaalı günlerini yaşatan imparatorluğun en parlak döneminde Akdeniz'in güney kıyılarında Süveyş kanalının hizmete açılması münasebetiyle başka bir yıldız parlıyordu: İskenderiye.
Her ne kadar Trieste liman vasfıyla önemli bir ticaret merkezi olsa da hemen arkasındaki kırsal bölgede çiftçilikle geçinen Slovenler özellikle Mussolini'nin asimilasyon politikaları döneminde zor durumdaydı, birçok erkek para kazanmak için o zamanlar gemi trafiğinin yoğun olduğu yeni kıtaya gitmeyi seçmişti.
Köyde çoğu çocuklu ve kocaları tarafından adeta terkedilmiş yalnız kadın, iş imkânlarının bol olduğu ve maaş konusunda tatminkâr olan Mısır'daki Levanten evlerinde dadılık yapmaya başladı.
Sektör bir süre sonra büyüdü, İngiliz dadılar katı ve sevimsiz, Sloven dadı ve sütanneler şefkatli ve anaçtı, tercih ediliyorlardı. Yüzlerce Sloven kadın yıllarca gurbete çalışmaya gitti fakat bir yandan da evde bıraktıkları yavrularını düşünerek içleri kan ağlıyordu.
Bazıları 10-15 senelik sürelerden sonra geri döndü, çocukları tanınmayacak kadar büyümüştü, bazıları zaten hiç dönmedi, yeni hayatlar kurdular.
Mısır'da yaşanan siyasi çalkantılar sonrasında sona eren adeta kolonyalist yaşam tarzının mültikültürel fertleri dünyaya saçıldı, İstanbul gibi İskenderiye'nin de etnik mozaiği talan edilmişti.
Yönetmen Metod Pevec çeşitli ülkeleri dolaşarak Aleksandrinkaların büyüttüğü insanlarla röportajlar yapmış: Bugün "dada"larını hâlâ gerçek annelerine tercih eden ve çocukluk anılarında sadece onlara yer olduğunu söyleyenler çoğunlukta.
Fakat madalyonun öteki yüzü de vardı: Katolik fanatizmi yalnız başına, üstelik Müslüman bir ülkeye giden kadınlara çamur atmakta gecikmemiş, onları namussuz yaratıklar olarak damgalamıştı. Bazıları kötü yola sapmış, bazıları Rum'larla, hatta Mısır'lılarla evlenmeye cüret etmişlerdi. Fazla devrimci olarak algılanan, tek başına ayakta duran kadın imajı birilerini rahatsız etmişti.
İskenderiye dadılarından birinin zaten annesiz büyümüş olmanın travmasını üzerinden atamamış asırlık kızı, belgeselin sonuna doğru şöyle diyordu: "Ben her türlü rejimin düştüğünü gördüm, şu kilise niye hâlâ yerinde durur, anlamadım..."
Bir diğeri, annesinin dadılıktan daha da kârlı olan sütanneliği görevi dolayısıyla sütü bittiğinde memleketine avdet edip hamile kaldığını ve çocuğunu doğurduktan kısa bir süre sonra tekrar Mısır'a dönüp mesleğine devam ettiğini anlatırken Sloven annelerin çaresizliğine parmak bastı.
Uzun yıllar boyunca ana özlemiyle yanıp tutuşan, üstelik babası da ortalıkta olmayan ve abisiyle büyümek zorunda kalan diğer bir Sloven kadın ise faşizm döneminde partizanlık faaliyetlerinde bulunduğundan Auschwitz kampına götürülünce, Yahudi veya aşağılanan ırklardan olmamasına rağmen, rejime muhalif şahıs vasfıyla Nazi soykırımından nasibini aldığını hatırlıyordu.
Mama Illigal
Avrupa'nın göbeğinde sayılan günümüz Moldavya'sında yaşanan dram ise nostaljik olmaktan çok uzak.
Avusturyalı yönetmen Ed Moschitz'in uzun yıllar boyunca bazı Moldav kadınların hayatlarındaki her türlü olayı kaydederek gerçekleştirdiği belgesel insanın ağzında acı bir tat bırakıyor.
Ne de olsa AB yüksek standartlarını oturtarak bunu dünyaya bir yaşam biçimi örneği olarak gösteriyor ve sefaletten ne yapacağını bilemeyen Moldavya'nın özellikle kırsal kesiminde yaşayan kadınları da tüm tehlikeleri göze alarak batıya - hatta Türkiye'ye - göç etme durumunda bırakıyor.
Yıllarca Viyana'da kaçak olarak özellikle ev temizliğinde çalışan Aurica biriktirdiği para ve adeta süpermarketten yaptığı alışverişle memleketine döner. Yıllar sonra kocasını ve nerdeyse tanıyamadığı - neyse ki skype'la iletişim halindeydiler - çocuklarına kavuşmanın verdiği mutluluktan uzun süre ağlar. Fakat bir süre sonra, evin bakımsızlığından, pislikten, düzensizlikten şikâyet etmeye başlar.
Avusturya'daki standarda alışmış olan gözü memleketini, evini, hatta kocasını kameranın önünde küçümsemesine sebep olur.
Güvenlik kuvvetleri tarafından yakalanma stresi ve Viyana'lıların kendisine hissettirdiği ezikliğin bunda payı yüksektir diye insan düşünmeden edemiyor.
Ne var ki birkaç ay sonra silik kocasının cenazesine şahit oluruz. İntihar aileyi bir kere daha sarsmıştır ve olaylar büyük bir olasılıkla bir kameranın karşısında yaşanmakta olduğundan bir reality show çiğliğiyle dramatize edilmektedir.
Aurica amacına ulaşmak için Viyana'ya tekrar tekrar dönmek zorunda kalacaktır.
Bir diğer Moldav kadın ise İtalya'nın Bologna şehrinde yaşlı bir çifte yine çalışma ve ikamet izni olmadan bakmaktadır. Ne zaman resmî bir işlem için yardım gerekse çiftin hâkimlik yapan kızına danışır, tehditle karışık, özel işlerine kendisini karıştırmaması gerektiği cevabını alır.
Yıllarca yasadışı çalıştıktan sonra ilk çalışma iznini alıp memleketine döner ama o da çocuklarıyla en çok ihtiyaçları olduğu zamanlarda beraber olamadığından mı ne, onlarla iletişimde zorlanır.
Roma hukukunun anavatanında en pis ve ağır işleri yıllarca yapmakla kalmamış, evinde de artık yabancı konumuna düşmüştür.
Aurica da nihayet gerekli evraklara sahip olduktan sonra büyükçe olan kızını da Viyana'ya temizlik işçiliği yapması için götürür, biriktirdikleri para sayesinde genelde sise gömülmüş ovadaki eski metruk evlerinin yerinde artık dört dörtlük bir villa yükselmektedir, ama komşularının çoğu sefaletin kol gezdiği memleketi çoktan terketmiştir.
Aurica evi göstererek der ki: "İşte, hayalimi gerçekleştirdim, ama tüm bu yıllar nasıl geçti, anlamadım, üstelik kocamın şu anda üzerinde durduğumuz terasın altında canına kıydığını düşündükçe..."
Türk imajı
İnsan bu ve buna benzer konularla iştigal ederken Trakya'daki bir fabrikada çalışıp seyrettiği bir filmde "Gerçek bir hikâyeden alınmıştır" ibaresini gören saf bir vatandaşımızın "istemeden" nasıl canavara dönüştüğünü görünce biraz sarsılıyor.
Sözel şiddetin bile tahammül sınırlarını kolaylıkla aştığı Avrupa medeniyetinde, Papa'nın vurulma teşebbüsüyle ayyuka çıkan kiralık katil imajı sanki onaylanmış oldu.
Kerem Keskin'in yönettiği 19 dakikalık filmde kahramanımız Salih koyunluktan kurtluğa kısa zamanda terfi edecektir.
Fakat ne yazık ki kısa film ödülünü Çavuşesku döneminde Romanya'dan kaçmaya çalışan ikisi erkek, biri kadın üç kişinin gizlice sınırı geçmelerini anlatan "Apele Tac" yani "Sessiz Nehir" filmi aldı.
Gregor gece vakti yüzerek Tuna nehrini geçme planları yapar, fakat Vali'nin eşinin de bu zorlu yolculuğa katıldığını son anda anlar. Farkedilirlerse sadece kendi başının çaresine bakacağını ısrarla söyler.
Vali ırmaktaki bir ağa takılıp askerlerin kurşunlarına hedef olunca Gregor birkaç aylık hamile olan kadına karşı kıyıya varması için yardım eder, üstelik tek kurtulma şansları bu olduğundan, evli oldukları yalanını söylemek zorunda kalır. Onları sığınmacı kampında zoraki de olsa ortak bir yaşam beklemektedir.
Trieste Film Festivali'nin büyük ödülü ise genç Slovak yönetmen Zuzana Liova'ya gitti. Babasının ve taşra yaşantısının baskısından kurtulma çabasındaki Eva'nın duygu dünyası hemcinsi tarafından başarıyla verilmiş. Üstelik genç kızımız isyan bayrağını muhtelif şekillerde çektikten sonra hem babasını dize getirmeyi başaracak hem de en büyük hayalini Londra'ya giderek gerçekleştirecektir.
Darısı baskı altındaki tüm dünya kadınlarının başına. (RL/HK)