80'lerde çekilen Yeşilçam sineması örneklerinde sıkça rastlanan ve özellikle arabesk şarkıcılarının göz kırptığı yönetmenlik deneyleri; neyse ki o dönemin kendi avantürlüğünde ve "kitsch" ortamın yaratmış olduğu heyecan ve masumluğunda kaldı da, Yeşilçam hepten bir tür-kücü-şarkıcı yönetmen zulmünden ucuz kurtulmuş oldu.
O yıllardan günümüze ve Türk sinemasına birer nostaljik "vakıa" olarak miras kalan ve benzerine bir daha pek rastlamadığımız bu tarz örnekler, arabesk-fantezi müzik kökenli şarkıcı Mahsun Kırmızıgül'ün bundan iki yıl önce hem yazıp hem de yönettiği "Beyaz Melek" (2007) filmiyle "hortlamış" oldu.
Kırmızıgül, 80'lerdeki ucuz ve sırtını şarkıcı-türkücü-nün sesine yaslayan örneklere pek yüz vermiyordu ama bu kez o ucuzlukların yerine aşırı dramatik kaypaklıkları -huzurevinde yaşanan insanlık dışı uygulamalar, deprem travması, Batıya karşı bir tür panzehir olarak sunulan Doğu güzellemesi vb.- öneriyordu. Her biri birbirinden büyük ve sömürüye müsait mevzuları alıp ortalama bir sinema çekim tekniği ve hiper-dramatik müzik kullanımıyla besleyerek esasında geçmişteki örneklerinden farksız bir tür "istismar sineması" örneğini yeniden üretiyordu.
Ahmet Kaya'yı linçe alkış, Kürt sorununa "duyarlılık"
"Güneşi Gördüm"le bu kez turistik ve otantik Doğu imajının ötesine geçip filmini göçle hayatları altüst olan iki aileye çeviren Kırmızıgül, öncesinde herhangi bir politik veya sivil bilince dair eylemine tanık olmadığımız halde Kürt sorununa balıklamasına dahil olmuş oldu.
Sivil bilinci de bir kenara bırakalım; Kırmızıgül'ün bireysel tarihinde, tek "suçu" son kasetinde Kürtçe şarkı söyleyip üstüne bir de klip çekmek istediğini açıklayan Ahmet Kaya'yı salondan püskürten faşizan linç güruhunun içinde yer alma gibi bir utancın hayaleti dolaşıyordu. Ne olduysa birdenbire iş kitlesel ve popüler etkisi oldukça güçlü olan ve hani bazı formülleri uygulayınca fena da kazandırmayan sinema endüstrisine gelince, benim de söyleyeceklerim var deyiverdi Kırmızıgül.
İyi niyetli bir yaklaşımla şöyle diyebiliriz; Kırmızıgül, kameranın hem önünde hem de arkasında yer alarak sorunun çözümüne yönelik 'kendince' sanatsal bir çabaya giriştiğini iddia ediyor Güneşi Gördüm filmiyle.
Ama söz konusu Cumhuriyet tarihiyle yaşıt Kürt sorunu olunca; işi asayiş ve cehalet sorununa indirgeyen egemen zihniyetten farklı bir şeyler söylenilmek için öncelikle bu meselenin gerçekten hem büyük bir hassasiyet hem de mangal gibi bir yüreği şart koştuğunu göz önünde bulundurmalıydı en azından.
Bu filmde yaşananlar "gerçekmiş"
Güneşi Gördüm, "bu filmde yaşanan olaylar tamamen gerçektir" giriş cümlesiyle başlıyor ve "Rambo 3" filmini anımsatan Apache türü helikopterlerin mağaralarda saklanan "teröristlerin" imha edilmesi sahnesiyle devam ediyor. Civar köyde yaşayan Ramo ve kardeşinin dağdakilere yiyecek satmak için aynı mağarada olduklarını ve "şans eseri" kurtularak köylerine geri dönüşlerini görüyoruz devamında.
Ramo ısrarla erkek çocuk sahibi olmak istemekte ve sonunda amacına ulaşmaktadır. Bu arada köyün bir kısmı "güvenlik nedeniyle" göç etmiştir ama Ramo'nun ve amcası Davut'un ailesi ısrarla köyde kalmak istemektedirler. Davut'un bir oğlu dağda, diğeri de askerdedir. Bir geceyarısı eve gelen dağdaki oğul hemen ertesinde gerçekleşen çatışmada öldürülerek yönetmen tarafından bir bakıma egale edilir. Öldürülmeden önceki sahnede, izne gelen askerdeki kardeşin dağa çıkmış olan abisine "Şimdi ikimiz çatışmada karşı karşıya gelirsek ne olacak abi?" sözlerine karşılık abisi "Ben ölürsem terörist olacağım, sen ölürsen şehit..." lafıyla karşılık aldıktan hemen sonra öldürülmesi yönetmen tarafından ağzımıza bir parmak bal çalma alicenaplığını akla getiriyor.
Aynı alicenaplığı bu olayın sonrasında gerçekleşen köyü terk etme ânının masumluğunda da görüyoruz. Zorunlu göç gibi adı kendinden menkul bir trajedinin; bizzat devlet eliyle gerçekleştirilmiş ve çoğu yerde evlerini terk etmeleri için sadece birkaç dakikalık süre tanınan, hakaretlere maruz bırakılarak, gözleri önünde evleri yakılıp yıkılarak gerçekleştirilen insanlık dışı eylemin komutanların 'ricası' üzerine gerçekleştiriliyor olması da yaşanan acıları basite indirgemenin de ötesine geçiyor
Resmi tezlerin sığlığından uzaklaşamamak
Kılık kıyafetleriyle, bozuk Türkçeleriyle, doğum sonrası sevinçlerini zılgıtlarla ve grotesk halaylarıyla ifade etmelerinden ve belki de Kürt olmanın zihinlerdeki en büyük emarelerinden biri olan poşu benzeri boyunluklarıyla dolaşmalarından dolayı Kürt olduklarını anladığımız bu insanların kendilerine ait anadilleri olan Kürtçeyi hangi zamanlarda kullandıklarına bir göz attığımızda; yıllardır konuşmayan annenin Kürtçe "Gitme!" diyerek dağdaki oğlunu geri çevirme girişiminde, çatışmada ölerek cesedi gelen aynı oğlun ardından yakılan Kürtçe ağıtta, 80 darbesinde Diyarbakır Cezaevinden çıktıktan sonra Norveç'e giden dayının iş olsun diye konuştuğu bir iki önemsiz diyalogda ve "lori lori" diye başlayan ninnide timsal bir şekilde ifade edildiğini görüyoruz.
Bırakalım Kürtlerin yoğunluklu yaşadıkları kent merkezlerini, tamamıyla homojen bir yapı içerisinde ve dış engellemelerin görece daha uzağındaki köy ve mezra gibi kırsal kesimde yaşayan bu insanların birkaç diyalogla geçiştirilmeyecek kadar gündelik yaşamlarına nüfuz etmiş olan Kürtçe gibi kadim bir dili görmezlikten gelmek demek bu. Hadi asimilasyona maruz kalarak yetenekleri kaybolmuş yeni neslin bu dili yoğunlukla konuşmadıklarını varsayalım; peki ya filmdeki karakterlerin yarısını oluşturan yaşlı bireyler neden Kürtçe konuşmakta bu derece acizlik duyuyor ve anadillerine azıcık yüz vermiyorlar acaba? Bu durum ister istemez akla tribünlere oynama kolaycılığını getirmiyor mu?
Gerek Kürt dili gerekse filmde bir türlü "zorunlu" haline hiçbir şekilde tanık olmadığımız göç gibi her bir harfinin altında binlerce hikâyenin, acının, yerinden edilmenin, dili yasaklanmanın, onulmaz yaraların, türlü cenderelerden ve işkencelerden geçirilmenin, sokaklarında arkasına bakılmadan yürünmeyen kentlerin, asit kuyularına atılmanın, faili meçhullerin, infazların yattığı Kürt sorunu arketiplerini görmezden gelerek 'işe başlamak' ne kadar samimi ve inandırıcı olabilir ki?
Kırmızıgül'ün istismar sineması ve "yeni" Yılmaz Güney olma hayali
Kırmızıgül, Beyaz Melek filmiyle başladığı istismar sineması serisine bu kez "geri kalmış Kürtleri" merkezine alarak, içine yoksulluğu, cehaleti (üstelik kundaktaki bebeği çamaşır makinesine atacak kadar acımasız bir cehaleti!), Tarlabaşı'nı mesken tutan travesti-transseksüelleri, çocuk edebiyatını ve bunun gibi bir dünya derdi bol acılı müzik sosuyla seyirciye sunarak devam etmiş gözüküyor. Üstelik bu filmin ağlatma potansiyeli, gözyaşı bezlerini savunmasız bırakıp en az birkaç damla gözyaşını özgür bırakma kararlılığı, Beyaz Melek filminden daha katmerli. "Kaçışınız yok ağlayacaksınız!" diyor yönetmen.
Ezcümle; kimse Kırmızıgül'den yeni bir Yılmaz Güney beklemiyordu -hoş birkaç yerde Kırmızıgül'e yeni Güney yakıştırmaları da olmadı değil, onlara "el insaf!" demek istiyorum sadece- ama Kürt sorunu gibi netameli bir konuda biri dağda diğeri askerde olan iki kardeşi yüzleştirerek "Ben ölürsem terörist, sen ölürsen şehit" tarzı ezber bozan bir söylemle söze başlayıp yıllar önce bir şarkısında da dile getirdiği "Hepimiz Kardeşiz" hümanizmiyle devam ederek, finalde de önümüze "Devlet Ana" çözümünü sunması ve bizden bu kuru laflarla yetinmemizi beklemesi fazlasıyla safdilli ve beyhude bir çaba. Kırmızıgül filme adını da veren Berfin hikâyesindeki Berfinler kadar cesur olmayı başarabilseydi eğer, en azından geçmişindeki o meşum olayın karabasanını bir nebze olsun kendisinden uzak tutmuş olacaktı. Ama bunun yerine gördüğü güneşi sinemasal tekniklerle enerjiye çevirip bundan olabildiğince yararlanma ucuzluğuna tav olarak elindeki fırsatı da bile isteye kaçırmış oldu.(ÇB/BÇ)
* Çetin Baskın'ın aylık sinema dergisi Alt Yazı'nın Nisan sayısında yayımlanan "Berfinler Kadar Gözüpek Olabilmeyi Başarabilmek" başlıklı yazısından kısaltılarak yayınladık. Tamamını dergide okuyabilirsiniz.