Cep telefonunun yasak olduğu otobüste, özel bir özelliği olduğunu sonradan öğrendiğimiz, şoförümüzün cep telefonu sürekli çalıp durdu. Buna hiçbir yolcu karşı çıkmadı. Çünkü zaten herkes bu yasağı nasıl deleceğinin planlarını kuruyor yıllardır. Kimi cebini titreşime alıyor, kimi sesini kısıyor. Ama bizim yolculuğumuzda buna da hiç gerek yoktu. Şoförü cep telefonu ile konuşan otobüsün yolcusu ne yapar, artık onu da siz tahmin ediverin.
Yirmi saat süren Ankara-Van yolculuğum sırasında sabaha doğru bir ara ben de bu yasağı delerek açtım "cebimi". Arkadaşımdan şu güzelim mesajı almıştım; "Günaydın, en güzel sabah size çıktı bu gün. Kutluyor, sabah ilk çayınızda bir kıtlama şekeri olmayı arzu ediyoruz..." Evet, "kıtlama şekerin" başladığı hayata tekrar merhaba diyorum...
Tatlıses'in Tek Tek'i, politika ve bitmeyen yolculuk
Defalarca gelip geçtiğim, şoförlerin gazabına uğrayarak kimi zaman sinir krizi geçirdiğim, kimi gece yarılarında askerlerin yaptığı arama/kontrol noktalarında uykularımın bölündüğü, defalarca yol ortasında neden tren değil de otobüsü tercih ettiğime dair kendime küfürler savurduğum, sonu bitmek bilmeyen yollar/yolculuklar işte! Bu da "öğrencilik hayatımın bir güzelliği"ydi işte...
Yirmi saatlik yolculuk maceramız sırasında, boşaltılmış köylerle ilgili belgesel çalışması yapmak için beraberimde gelen arkadaşım Oktay'la, deyim yerindeyse ve abartmama izin verilirse, saatlerce ecel terleri döktük!
Günler öncesinden planladığımız ve daha baştan içime huzursuzluk veren (ki bu huzursuzluğun sebebi, çekim yapmaya gelen, Ankara'da yasayan ve daha önce doğu bölgesine gelmişliği olmayan Oktay'la birlikte gideceğimiz boşaltılmış köylerde, bizi nelerin beklediğini kestiremememdi. Ama bu da zaten ayrı bir yazının konusu olacaktır; onu gelmemeye ikna etmek için denediğim binbir türlü yöntem, uydurduğum yalanlar vs. (Bu gerçekten de ayrı ve arkadaşlarını memleketlerine götüremeyen bizlerin ruh halini açıklayıcı bir yazı olacaktır) yolculuğumuz sırasında, aslında özü itibariyle daha önceki yolculuklardan pek farklı şeylerle karşılaştığımı söylemem abartı olabilir.
Oktay'la birlikte boşaltılmış bir köye gidip kamera çekimi yapacak olmanın verdiği "korkuyla kardeş" huzursuzluğu bir tarafa atmaya çalışırken, ikide bir cep telefonu ile konuşan şoförümüzü hayretle izliyoruz. Ama yolculuğun ilk saatlerinde oradan oraya koşuşturan muavinin söylediğine göre "şoförün cebi özel olduğu için" tehlikeli değilmiş! Sebebini sorunca, sıkılarak yanıtlıyor, abi onun özel bir cihazı var, sen anlamazsın diyor. Ne yapalım, hem biz ne anlarız özel cihazlardan deyip ağzımı kapatıyorum. "Özel cepli şoförümüz" olduğu için de içten içe göğsüm kabarmıyor değil tabii.
Yolculuğun daha sekizinci saatinde, yirmi saat sürecek olan maceramız sırasında bize her saniye eşlik edecek olan arabesk müzikten ruhumuz çoktan daralmışken, yanaştığımız dinlenme tesisinde iki "yemeğimsi" için beşer milyon para ödeyince, Oktay'la hepten kıstırılmış hissediyoruz kendimizi. Üstelik yemek de yiyilecek gibi olsa! Öte yandan dinlenme tesisinde dinlenebilene de aşk olsun. Bu tesisler her tür alışveriş yerinden uzak olduğu için işletmeciler yolculara neredeyse yapmadıklarını bırakmıyor. Yemekler yağda yüzüyor, çay bardaklarında tesiste dinlenip çay içen hiçbir yolcunun parmak izinin silinmediği kanaatini doğuran lekeler her şeyi özetliyor.
Tabii bir de şu güzelim ayrıntı var ki, dikkatlere sayan; Ankara'dan Van'a doğru ilerledikçe, dinlenme tesislerindeki erkek tuvaletlerindeki yazıların içeriği de, cinsellikten "politiğe" doğru evriliyor. Bunu bu yolculuğum sırasında özellikle inceledim... Müstehcen olması itibariyle yazıları buraya almıyorum, ama politik tuvalet yazılarında da müstehcenlik ağır basıyor...Yani onları da yazmıyorum. Fakat Elazığ'daki bir dinlenme tesisinin tuvaletinde, muhtemelen teskere alan bir askerin şu cümleleri hala aklımda; "Asker geldim, robot gidiyorum, Türkçü geldim, Kürtçü gidiyorum"...
Saatler ve kilometreler ilerleyip, şoförümüz de yavaş yavaş zikzaklar çizmeye başladıkça, daha bir ürkütücü hale gelen muavinden su istemeye cesaret eden önümüzdeki yolcuya gıptayla bakıyoruz. Muavin suyu yolcunun kucağına atıp gidiyor. Yolcu suyu almış olmanın sevinciyle muavine tepki göstermeyi gereksiz buluyor...
Boşaltılmış köylerde çekim yapma gerginliği üzerine
Bilirsiniz, otobüste trendeki gibi muhabbet falan olmaz. Herkes uyumak için bin dereden su getirir adeta. Hem bira bile içemediğin yolculuk, yolculuk mudur Allah aşkına? Kimseden çıt çıkmıyor. Bir tek İbrahim Tatlıses'in 'tek tek'i, şoförün cep muhabbeti bir de benle arkadaşımın muhabbeti. Belki de zorla dinletilen müziğe maruz kalmamak için de daha bir yüksek sesle konuşuyoruz.
Saatler boyunca Türkiye'deki ekolojistlerin köy projelerinden, anarşistlerin bölünmelerinden falan bahsediyoruz. Oktay, ODTÜ'lü bir grup ekolojist ile birlikte bir kaç yıl önce yaptıkları otonom "Hocam köy" projesinden bahsediyor.
Güneş, su ve rüzgar enerjisini nasıl kullandıklarını sonra belediyenin, topraklarını nasıl ellerinden aldığını uzun uzadıya anlatıyor. Boşaltılmış köylerden, Kayseri'nin kötülüğüne, üniversitenin çarpıklığından, ileriki dinlenme tesislerinde kazıklanmamak için ne yapmamız gerektiğine YÖK'ten son iş yasasına kadar binbir konuyu konuşuyoruz... Ama ikimizin kafasında esas olarak, boşaltılmış bir köye nasıl gideceğimize dair kaygılar yol azaldıkça daha bir artıyor...
Türkiye, çantanızı sırtlayıp otostop çekerek, dilediğiniz yere gidip farklı insanlarla tanışma fırsatını bulacağınız ülkelerin en sonunda geliyor her halde. Yolda böyle düşünüyoruz. Zira, eğer yabancı bir dilden konuşmuyorsanız, zaten bastan potansiyel tehlike olarak görülürsünüz. Hem halk hem de kolluk güçlerinin böyle bir fobisinin olduğunu anlatmaya bile gerek yok bence... Hele elinizde kamera ya da fotoğraf makinesi varsa, bir mucize ile askerlerin elinden kurtulsanız bile binlerce köy korucusu var her tarafta... Oktay'la bunları konuşuyoruz karanlığı hızla yarıp güneşin doğuşuna ilerleyen otobüste. Arka koltuklardan gelen çocuk çığlıkları, üst üste binen kaçak yolcular (kaçak yolcu: şoförün kendi firmasının bilgisi dışında, para kazanmak için otobüse tıkıştırdığı insanlar), bir işkence yöntemi olarak da kullanılan arabesk müzik, hayatımızın hatası ile hayatimizi teslim ettiğimiz yari trafik canavarı şoförümüz...
Önümdeki koltuğun cebine sıkıştırdığım Murat Uyurkulak'ın Tolunu bir türlü açıp okumaya cesaret edemiyorum. Oysa kitabi yolda bitirmeye karar vermiştim. Ama şunu da öğrendim ki; Tol okunacaksa, ancak trende okunur! Otobüste insan tabloid gazete bile okunmaya üşeniyor nedense...
Sabaha doğru mucizevi bir şekilde kazasız belasız vardığımız Elazığ'ın çıkışında nihayet beklenenle karşılaşıyoruz; karşımıza uzun bir askeri konvoy çıkıyor, gün doğusunu çeken Oktay, refleksif olarak kamerasını saklıyor. Ben gülüyorum Oktay'a. İçimizdeki karanlık, güneşin doğuşuna doğru ilerledikçe daha bir artıyor...
Tozdan kararmış/bozarmış çadırkent Bingöl'den de kaçak yolcuları alarak geçiyoruz. Otobüs "nihayet" tıklım tıklım. Otobüse yolcu almak için bir daha durmayacağımızı tebessümle Oktay'a anlatıyordum ki, Tatvan girişinde yine duruyoruz. Şoföre yaklaşan genç; "Abi otogardan da bir bayan ve iki yolcu alacaksın" diyor. Oktay uyuyor. Belki de hayatim boyunca unutmayacağım bir bayan ve iki yolcu cümlesini birilerine anlatmak için sabırsızlanıyorum. Not defterime de yazı için başlık olacak diye not düşüyorum cümlenin sonuna...
Oktay uyanır uyanmaz, bir bayan ve iki yolcu cümlesini anlatıyorum. İlginç bulmuyor o. Bu arada şunu da öğreniyorum ki, şoförümüz de bayan ve yolcuları birbirinden ayırıyor. Şoför; "Bayan için yer yok ama yolcular (erkekler) ayakta geliyorsa gelsin" diyor bozuk Türkçesiyle.
Van girişinde Oktay'la otobüs ve tren karşılaştırmasını sosyo-kültürel ve ekonomik bağlamda yapıyoruz. Otobüs "seyahatinin" Amerika'da, trenin ise Avrupa'da yaygın olduğunu söylüyor, bunun sebebini de binbir sebebe bağlamaya çalışıyor ve otobüse bindiğimiz için hayıflanıyoruz. Ama artık çok geç kalmış sayılırız. (NK/BB)