“beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş
koparma anne ağlama...”
Bu dizeler bir çok insanın zihninde Ahmet Kaya’nın sesiyle çınlıyor. 1986 yılında çıkan Kaya albümünün de adı olan şiir Nevzat Çelik'e ait.
Şair Çelik’in dizeleri 12 Eylül 1980 darbesiyle sarsılan bir neslin gözlerini yerden gökyüzüne doğru kaldırmalarına vesile olmuştu. Çelik’in cezaevinde yazdığı dizeleri elden ele dolaşmaya başlamış, kulaktan kulağa yayılmış ve “bir döneme” damgasını vurmuştu.
Çelik’le 12 Eylül’ü, cezaevlerini, dünü ve bugünü konuştuk.
“Genç bir şairdim"
Şafak Türküsü’nün ve diğer Çelik şiirlerinin bir dönemi etkilemesini soruyoruz, “Şair yazarken bunu tahmin edemez” diyor ve başlıyor anlatmaya...
“Sanatsal üretimler, özellikle de şiir belli bir dönemi yakalıyor ve belli bir kitleye ulaşıyorsa okuyanlar için bir umut kaynağına dönüşebilir. Bu tarihte hep böyleydi, böyle de olmaya devam edecek. Ama şair yazarken bu etkiyi yaratacağını bilemez tabii ki. En azından ben bilmiyordum. Genç bir şairdim.
1984’de kitap olarak yayımlandığında geniş bir okur kitlesine ulaştı. Zaten Şafak Türküsü’nden önce de yazılan şiirler belli bir kesim tarafından biliniyordu. Mektuplar yoluyla dışarıya gönderiliyordu. O insanlar için bir yaşam tutanağı olduğunu düşünüyorum. Şiir okuru olmayan insanlar da bu şiirleri okudular. Daha sonra Ahmet Kaya tarafından bestelenmesi de bu etkiyi artırdı.”
“insanları düşün anne
düşün ki yüreğin sallansın
düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan
mutlu bir yusufçuk havalansın...”
İtiraz
“Bu bir itiraz, bir çığlıktı aynı zamanda. Bu çığlık insanın aklından, bedeninden, beyninden geçerek süzülmüştü. Bir tür işaret fişeği gibi olduğunu daha sonra baktığımızda değerlendirmemiz mümkün. Evrensel olarak da hem itirazı yakalamış olması hem de iyi bir şiir olması nedeniyle belleklerdedir. Şiir de zaten biraz böyle bir şeydir diye düşünüyorum.”
Çelik’in şiirleriyle cezaevlerindeki üretimin hareketlendiği söylenir hep. Bugün "cezaevi şiiri" diye bir kavramdan bahsediyorsak bunun tohumları özellikle 1980’den sonra Çelik tarafından atılmıştır. Çelik’e böyle bir dalgalanma yarattığını düşünüp düşünmediğini soruyoruz.
“Aslında cezaevi şiiri diye bir şey yoktur. Bu yapay bir tanımlamadır. Nedeni ise geçmişte, bizden önceki kuşaklar, itiraz eden şairlerin hemen hemen hepsi cezaevine atılmış, onlar da içeriden üretimlerini sürdürmüşlerdir. Daha sonraki dönemde, yani 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte şairinin cezaevinde yatıp da orada yazdığı şiirlerin dışarıya yansıyıp etki yapması bu kavramı doğurdu.
Bu iki anlamda oldu. Birincisi daha pozitif ve iyicil bir yerden bakan, şiirlerden yana duran bir kesim oluştu.. Bir de şiiri şiir olmaktan çıkartıp ‘bunlar cezaevinde yazıldığı için bir etki yaratıyor’ gibi kötücül değerlendirmeler yapıldı. Şiiri ikinci kez hapsetmek istediler. Duvarların üstüne yine bir duvar örerek şiiri ikinci kez hapsetmek istediler. Ama şiir sonuçta nerede yazılırsa yazılsın gül ise kokuyor. Bugün de hala okunuyorsa bu şiirler zaten gül oldukları açık.
Şu da bir gerçek, 100 binden fazla insan o dönem cezaevlerine atıldı. Cezaevine atılan insanların büyük bir çoğunluğu da okuyup düşünen, zihinleri açık insanlardı. Dolayısıyla bu insanların çoğunun şiir, roman, öykü yazması çok anlaşılır bir şey. Bu sadece cezaevinin getirdiği bir yazma pratiği değildi. Zaten bu insanlarda varolan, olması gereken şeyin koşul itibariyle cezaevlerinde ortaya çıkmasıydı.”
"Dışardaki destek içeriye baskı olarak dönüyordu"
Darbe dönemindeki yasakçı zihniyetten şiirin nasıl etkilendiğini Çelik şu sözlerle anlatıyor:
“Sistem zaten her zaman etki yaratan ve insanları ileriye götürmeye davet eden üretimlerden korkar ve baskı altına almak ister. Ben de bu nedenle de özel yasaklamalarla karşılaştım. Mektuplarım yasaklandı, 1,5 yıl boyunca mektuplaşamadım örneğin. Telgraf da çekemedim. Herkesin mektubu bir biçimde gelip giderken benimkiler kesinlikle gidip gelmiyordu.
Daha sonra benim için yapılan kimi kampanyalar, özellikle de 1987 yılında Amerikan PEN kulübünün onur üyesi seçilmem, Hollanda’dan ödül almamla birlikte yapılanlar ters tepki yarattı. Benim dışarıya çıkmamı sağlayan ya da kolaylaştıran şeyler olmaktan çok, benim daha fazla baskı görmeme ve daha fazla yasaklanmama neden oldu.
O dönem ben zorunlu olarak açlık grevi yapmıştım. 1987 Nisan’ında 22 gün süren, tek başıma sürdürdüğüm bir açlık grevi. Mektuplaşma hakkımı alabilmek ve sağlık problemlerimi çözebilmek için... O yüzden içerideyseniz ve bir şeyler yapıyorsanız ekstra bir baskıya uğruyordunuz. Bu anlamda da kolay değildi tabii ki. Yazdıklarımızı koruyamıyorduk, operasyonlar vardı, elimizden yazdıklarımız alınıyordu, ezberlemek yoluyla muhafaza etmeye çalışıyorduk. Zordu açıkçası...”
“Şiirle hayata tutundum, tutunduk...”
12 Eylül’ün yarattığı travmaları düşününce bir şair için yazdığı şiirler nasıl bir araç oldu merak ediyoruz. Çelik “Bir yanıyla hayata tutunduruyordu, bir yanıyla da sancılar çektiriyordu” diyor.
“Şiir yapısı ve yarattığı etki bakımından çok da tanımlanabilir bir şey değil. Bunu tanımlamak istersek zorlanırız. Eğer bir itirazınız, bir şikayetiniz yoksa şiir de kendini davet eden, yazdıran bir şey olmuyor. Olduğu zaman da genelde akılla kurulan şiirler yazılıyor -ki bunlar da özellikle Amerika ve Avrupa’da şiirin önemli oranda bitmesinin sebebi.
İtiraz eden şiir yazıyorsanız sanat dolaylı bir şeydir ve doğrudan aklı değil, dolaylı bir şekilde kalbe ve zihne ulaşıyor. Ondan sonra da akla... Bu sebepten şiir yaşama tutamağıydı hem yazan hem de okuyan için."
“Yazmasam ölürüm gibi hissediyorum...”
“Ben hala şiiri, sadece içerdeyken demiyorum, yaşama tutamağı olarak görüyorum. Yazmazsam ölürüm gibi hissediyorum. Çünkü bu sizde varsa açığa çıkarmak zorundasınız. Açığa çıkarma süreci de çok sancılı. Kendi yazdığınız şeyi aşmak zorundasınız. Bir ahlakınız varsa, okurla kurduğunuz bir ilişki varsa yeni şeyler söylemek zorundasınız.
Aslında bir anlamda da kolay yapılabilen şeyler değil. bu yüzden bir yeriyle yaşama tutundururken bir yeriyle de sancılar çekmenize neden olur. Hem zorunlu bir şeydir, hem ihtiyaçtır.”
"İtirazımızı paylaşarak yeniden yükseltebiliriz"
"Ya bugünden bakınca" diyoruz; gülerek “Darbelerin bile geleneği bozuldu” diyor.
"Yaşadığımız güne baktığımız zaman, 90’a kadar olan süreçte hala devrimlerin yapılabileceği, iyi güzel dünyaların kurulabileceği umudu vardı. Bu direnişi de getiriyordu beraberinde. Aynı zamanda solun varlığı, yok edilmeye çalışılmasına rağmen bir umut olarak ortada duruyordu.
90’lardan itibaren genel olarak bütün bunların kirletilmesiyle birlikte kapitalizmin gerçek anlamda alternatifsiz kalması -en azından böylesi bir görüntü vardı- ile birlikte askeri darbeler bile darbe olmaktan çıkarken, yozlaşma ve çürümenin artık en son noktasına, dibine geldiğimiz bir süreç yaşanıyor şu an.
Sol düşüncenin gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya özleminin insanların zihinlerinden, akıllarından çıkartıldığı, gençlerin çok başka koşullarda, bütünüyle hayalsiz, umutsuz, günlük hayat içerisinde yaşıyor olmasıyla birlikte bugün sistemle olan çatışmalar mafyasıyla, çetesiyle ortaklaşa, darbenin bile geleneğini bozan bir sürece girildi.
İnsan merkezli bakmaktan kurtulmak gerektiğini düşünüyorum. Bugün topluca, büyük kitlelerle birlikte bir şeyler yapamıyoruz belki ama, ben her insanın hala bir şeyler yapabileceğine inanıyorum. Bu yüzden herkesin elindekini komşusuyla, arkadaşıyla, yoldaşıyla paylaşarak yeni bir itirazı yükseltebileceğini düşünüyorum."(BÇ/EÜ)