Mügen Terzioğlu mitokondrial genetik alanında çalışan bir bilim insanı. Kıbrıs’ta doğmuş, son 15 yıldır ise Avrupa’da yaşıyor.
Bizi Terzioğlu ile bir araya getiren ise Şiir Saklayan Çocuk adlı kısa filmi oldu. Prömiyeri 10 Nisan’da Lefkoşa’da yapılan film, 10 yaşında bir kız çocuğun aile içinde maruz kaldığı şiddete karşı, şiirlere sarılarak mücadelesini konu alıyor.
11 dakikalık filmde şiddet içerikli sahneler değil, güçlü bir anneyi, şiddete maruz kalan bir kız çocuğunu, oğlunu kız çocuklarından kayıran bir babayı, kız çocuğu her banyoya girişinde kapısının önünden geçen bir gölgeyi, şiddetin neden olduğu travmayı, anne ve kız kardeşler arasındaki dayanışmayı, kız çocuğunun yetişkin bir kadın olup bu travmayı “çöpe atmasını” seyrediyoruz.
Terzioğlu, ilk filmi Çörek Hellim’de de kamerayı kadınlar ve kız çocuklarına çeviriyor. Her iki filmde de güçlü kadınlar seyrediyoruz ve her iki filmde de ana karakterlerin büyümesine/yaşlanmasına şahitlik ediyoruz. Yani hikayenin yıllar sonra nasıl sonuçlandığını öğreniyoruz. Zaten Terzioğlu da “Ben kötü sonları sevmiyorum. Başkaldırıyı, üzerine gitmeyi, inat etmeyi seviyorum. İnat ederek bir şeyleri değiştirebileceğimizi düşünüyorum” diyor.
Terzioğlu ile Lefkoşa'da buluşup, hem bilim insanı hem de yönetmen olarak çalışmalarından bahsettik.
Şiir Saklayan ÇocukYazan ve Yöneten: Mügen Terzioğlu Yapımcı: Verba Film Oyuncular: Hande Alpay, Tülin Özen, Tansu Biçer, Faize Özdemirciler, Ertu Üzmez, Elvan Efekan, Nehir Tekgüç, Mustafa Enes Demirer |
Hem bilim hem de sinemayla ilgileniyorsunuz. Sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?
Eskiden beri edebiyata çok meraklıydım, yazmayı severdim. Aynı bu filmdeki kız gibi hiddetlendiğimde, içime kapandığımda yazardım. Asla konuşmazdım, inatçı bir çocuktum. Büyüdükçe ve okudukça şiiri ve edebiyatı kendime yakın hissettim.
Bilim insanıyım, mesleğimi çok seviyorum, laboratuvarda olmayı çok seviyorum. Ama edebiyata da kendimi kaptırdım ve bu bir süre sonra bana yetmemeye başladı.
Almanya’da Max Planck Enstitüsü’nde çalıştığım dönemde, Berlin’de MetFilm School’a gittim çünkü kafamda kurduğum hayalleri ifade edebileceğim yolun aslında edebiyat değil, sinema olduğunu anladım. Belki günde 4-5 film izleyerek, farklı şekillerde ifade edebilme yolunu gördüm. Bilimsel bir yaklaşım da izlediğim için bu okula gitmeye ve bunun nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim.
Ne zaman oldu bu?
2009-2010 senesi. Oraya gittim, senaryo yazmayı, senaryo okumayı, film çekmeyi, ses kaydetmeyi, renk yapmayı, kurgu yapmayı öğrendim. Ondan sonra çok büyük bir tesadüfle Nuriye Bilici ile tanıştım. İlginç bir tanışmamız oldu. Ardından sinema ve edebiyatın ikimizin de ortak tutkusu olduğunu anladık ve bana bir kısa film çek, dedi.
Annemle ablamın savaş çıktığı zamana ilişkin kendi aralarında bir esprisi vardı “Ah o hellimleri alsaydım keşke” diye. Bu olayı hatırlayıp, bunu bir hikaye haline getirdim ve “Çörek Hellim” diye 7 dakikalık bir film çektik. Çok amatör bir ruhla çektik, annem, ablam, mahalledeki çocuklar oynadı.
Aslında en başta hiçbir yere göndermeyi düşünmemiştim. Sonra Uçan Süpürge Film Festivali’ne kabul edildi. İrlanda’da Cork Film Festivali’ne kabul edildi, orada hem ana binada hem çevredeki küçük kasabalarda gösterildi ve büyük ilgi gördü.
Esas kendimi hazırladığım şey uzun metrajlı bir film. Bunun için bir senaryo yazmaya başladım. Senaryoyu yazarken kendimi kaptırdım ve şimdi bir kitap oldu. 2010’da başlamıştım yazmaya bu sene bitirdim.
Peki 2010’dan beri sadece sinemayla mı ilgileniyorsunuz yoksa bilime devam ediyor musunuz?
Bilime devam ediyorum. Max Planck Ensitüsü’nden sonra Finlandiya’ya taşındım ve şu anda Helsinki Üniversitesi’nde mitokondrial genetik çalışıyorum. Mitokonrial genetiğin Parkinson ve Alzheimer ile ilişkisini, yani nöro-dejenerasyonu araştırmak için fare modelleri yapıyorum. Şu anda üst bir teknoloji var çalışabileceğimiz organizma modeli üretmek için.
Nobel Ödülü alan Jennifer Doudna'nın bulduğu Crispr-Cas9 diye bir teknik var, insan genomunda istediğiniz şeyi istediğiniz gibi değiştirebiliyorsunuz. O tekniği kullanarak balık modelleri yapıyorum şimdi. Bununla Parkinson hastalığına çare bulmayı düşünüyoruz. Bugüne kadarki yaklaşımlardan en mantıklısının bu olduğunu ve çalışabileceğini düşünüyorum.
Bilim ve sanat yanyana gidiyor. Gündüz bilim insanı, gece ise bir şeyler yapmaya çalışan amatör bir sanat insanı diyebilirsiniz. Her ikisini de çok severek yapıyorum.
Bu iki alandaki çalışmalarınız, bakış açıları birbirini etkiliyor mu?
Kesinlikle. Bilimde de, sanatta da farklı düşünmek çok önemlidir. Düz giderseniz, tek bir şeyi takip ederseniz aslında ileriye bakmayı unutursunuz, hep bir yere bakarsınız. Ama “Ben bu yoldan gitmeyeceğim, farklı gideceğim” dediğinizde, bakış açınızı değiştirdiğinizde çok farklı yönlere gidebiliyorsunuz.
Mesela deney yaparken, “Bu şekilde çıkmıyor, bir de böyle deneyeyim” dediğimde bir çıkış yolu bulabiliyorum. Sanatta da böyle. Genelde aklıma fikirler uykumda gelir. Mutlaka yanımda kalem kağıt vardır, kalkıp not alırım. İki alan için de yaratıcılık gerekiyor.
Çörek Hellim filmini izlemek için tıklayın.
Sinema çalışmalarınıza dönelim. Filmlerinizde kadın hikayeleri anlatıyorsunuz. Çörek Hellim filminde de bir toplumsal cinsiyet meselesi vardı, değil mi?
Orada da çocuklarına ekmek yapmak isteyen bir kadın var. Savaş başlıyor, silahlar atılıyor, fırına kurşunlar yağıyor. Fakat kadın “Ben çocuklarıma ekmek yapmadan buradan gitmeyeceğim” diyor. Mesela muhtar geliyor, çatışmaların yakına geldiğini ve evden ayrılması gerektiğini söylüyor. Kadın ekmekleri pişirmeden hiçbir yere gitmeyeceğini söylüyor.
Belki de bizim ailede çok güçlü bir kadın karakteri olduğu için hep kadın ve çocuk açısından bakmayı öğrendim. Kadınların daha çok ezildiğini küçük yaşta fark ettiğim için büyüyünce farklı bir şey yapacağımı söyledim hep. “Ben büyüyünce buna karşı çıkacağım, ben büyüyünce annemi koruyacağım, ona yardım edeceğim” derdim.
Çörek Hellim’de o çabayı, koruma duygusunu göstermeye çalıştım. Bir annenin ne kadar fedakar bir şekilde “önce çocuklarım” diyerek ortaya atılışı… Zaten bir baba karakteri yok orada.
Şiir Saklayan Çocuk filmindeki kadın karakteri de çok güçlü. Oğlan çocuklarını kayıran kocasına karşı kız çocuklarını koruyan, kocasına karşı çıkan, sinmeyen bir kadın karakteri izledik.
Filmde küçük küçük hikayeler de vardı. Mesela büyük ablanın korumacı tavırları, anneye destek olma çabası…
Evet, evin içinde güçlü bir kadın dayanışması vardı filmde.
Evet, kesinlikle öyle. Film çok farklı bir yöne de gidebilirdi. Ama o kadar pasif bir şiddetin bile insan hayatında nasıl bir travmaya neden olduğunu, yıllar sonra banyoya girdiğinde bile banyonun kapısını kilitlemek ihtiyacı hisseden, yalnız yaşayan bir kadını görüyoruz. Aslında kadının o travmadan sonra, kadının gücünü de göstermek istedim. Dışarıda çocuklar var. Geçmişteki oyunculuğu, çocuklarda gördüğü umudu, çocukluğundan beri kapısını kilitlemeden giremediği banyonun anahtarını çöpe atarak o travmanın üzerine gitmesi, sonra çıkıp çocuklarla birlikte güneşe, aydınlığa karşı yürümesi...
Bir özgürleşme hikayesi sanki.
Evet, ben kötü sonları sevmiyorum. Başkaldırıyı, üzerine gitmeyi, inat etmeyi seviyorum. İnat ederek bir şeyleri değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Kendini koruyarak, kendini ezdirmeden, kişiliğinden tavizler vermeden direnmek lazım.
Ben asla kendi kişiliğimden bir parça kopartıp kimseye vermedim, bunu yapmam. Belki hayatta bir tek anneme karşı o inadım kırılabilir. Ama bu kadar erkeklerin kurduğu bir düzende, erkeklerin kurduğu dünyanın bu şekilde dönmesi bana çok ağır geliyor. o yüzden de inadıma devam edeceğim.
Bilim insanı kimliğinizle toplumsal cinsiyet meselesini nasıl deneyimliyorsunuz? Orası da çok erkek bir alan.
Aslında çok zor gerçekten. Doktoramı Hacettepe-ABD arasında yaptım. Sonrasında da hep İskandinav ülkelerinde çalıştım, ki orası cinsiyet eşitliğinin en çok üst düzeyde olduğu, oyuncakların bile cinsiyetlere göre ayrılmadığı bir yer. Mesela doktora yapan 50 kişiye baktığınızda belki de 45’i kadındır. Sonra grup liderlerine baktığınızda, grup liderlerinin 49’u erkek, biri kadın oluyor. çünkü üst basamaklara giderken, inanılmaz bir erkek eliminasyonu var. Erkekler gücün erkeklerde olmasını istiyor. Ben hiçbir zaman grup lideri olmak istemedim.
Kadınlar genelde istemiyor bunu.
Çünkü şöyle bir şey var, kimseye haksızlık etmek istemem. Yönetici olduğunuz zaman mutlaka görevinizi suiistimal ediyorsunuz, o güç sizi zayıf yönünüzden yakalayabilir.
Ben hep laboratuvarda çalışmayı istedim, o heyecanı kaybetmek istemedim. Ama eğer erkekseniz, bilim alanında yükselip, bir merkezin başkanı olmak çok daha kolay.
Holywood’da #MeToo ve Time’s Up hareketiyle sonuçlanan sorun, kesinlikle bilim alanında da mevcut. Yönetmenle oyuncunun arasında yaşanan şeylerin aynısını bilim alanına da yansıtabilirsiniz. Projelerin liderleri yüzde 99 erkek. Yani grup lideri ve altta çalışan post doktorlar. Ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım, yapanlara da bir şey söyleyemem ama asla tasvip etmediğim bir şey. Ama sistemin çarkı böyle dönüyor.
Simone de Beauvoir’in İkinci Cins’te söylediği gibi, yerleşik hayata geçtikten sonra erkeklerin avlanmaya, bir şeyleri öldürüp kendilerini güçlü hissetmeye başladıkları andan itibaren kuralları onlar koymaya başladı. Düzen o noktadan itibaren haksız bir şekilde kurulmaya başladı. Erkeklerin gücü, kadınların duyguları yönetmesi gibi bir ayrım olmaya başladı. Ama kadın “neden” deyip başkaldırabiliyor. Çok büyük mücadelelerle geldik buraya.
Bundan sonraki film projelerinizde de toplumsal cinsiyet meselelerine mi odaklanacaksınız?
Bundan sonraki projelerimde de güçlü kadınları göstermek istiyorum. Eşcinsel kadınları, okumuş, bir şeyleri başarmış, kendi emeğiyle bir noktaya gelmiş kadınları işlemek istiyorum. Artık çocuklarımızı, kadını Pamuk Prenses ya da Uyuyan Güzel şeklinde gösteren hikayelerle büyütmeyelim, istiyorum. Gelecek kuşaklar daha farklı büyüsünler, Zeyna olsunlar çünkü güç onların içinde.
Filmin senaryosunun filmde oynayan kız çocuklarını güçlendirdiğini düşünüyor musunuz? Çocuklarla çalışmak nasıl oldu, neler hissettiler?
Onlarla çalışmak çok güzeldi. Tiyatrocular, Lefkoşa Türk Belediyesi Tiyatrosu oyuncuları.
İki sene önce gelip onların çalışmalarına katıldım. Hande gerçekten çok hırslı, bir şeyi başarmak için çaba sarf eden, kendine güvenen ve inanan bir çocuk. Karaktere çok şey kattı. Nehir, sakin sessiz, kendi köşesinde yaşayan küçük ablayı canlandırıyor. Abla aynı şekilde, anneye sürekli destek olan, sevecen, hassas, duyarlı, herkesi gözlemleyip korumaya çalışan bir çocuk. Elvan da çok yetenekli bir çocuktu. Büyük ağabeyi oynayan Ertuğ, tek bir kelime bile etmeden bize orada bir karakter çizdi. Bu çok başarılı bir şey. Çok bilinçli bir çocuk, birlikte senaryoyu okurken hep neden diye sordu. Aslında filmdeki karakterin tam tersi bir çocuk.
Mügen Terzioğlu hakkındaBaf, Kıbrıs’ta doğdu. ODTU Biyolojik Bilimler’den mezun oldu. Hacettepe Tip Fakültesi, Moleküler Biyoloji doktorasını bitirdi. 10 yılı aşkın süredir mitokondri-Parkinson beyin etkilerini araştıran fare modelleri tasarlayarak önce Karolinska Enstitüsü, daha sonra Max-Planck Enstitüsü ve su anda Helsinki Üniversitesi’nce araştırmalarını sürdürüyor. Düşlerini herkese görünür kılabilmek amacıyla Berlin’deki “MET Film School”da “Script Reading/Writing” ve “Directing Movie” kurslarını tamamladı. Duygularını ifade eden amatörce kısa yazılar, şiirler yazarken ilk kısa film senaryosunu yazıp çekti. Sıradışı köksüzlüğünü anlatan, “kadın üçlemesi”nin hikayeleri üzerinde çalışıyor. |
(ÇT)