Yurttaşların, devletle yaptığı bu zora dayalı -modern- anlaşma, devletin hayat ve ölüm üzerindeki egemenlik hakkına işaret eder ve devletin vatandaşlarından zorla talep edebileceklerine ve vatandaşlarına "zorla" sağlayabileceklerine ilişkin repertuarını belki de hiç olmadığı kadar zenginleştirir.
Kuşkusuz, askeri disiplini sağlama yöntemleri, teknolojik düzlemde enformasyon çağının gerekliliklerine uyarlanmakta, bilgisayar destekli sanal savaş teknikleri, arazi eğitimleri ve tatbikatlar hem teknik olarak hem de ruhen çağın genel havasına uygun hale getirilmektedir. Orduların varoluş nedeni "vatan" ın, toprağı, sınırları, görünürlüğü hatta zaman ve mekanda kapladığı yer'e ilişkin algılar, tanımlar, temsiller bütünüyle değişmiş olsa da, "düşman" ın hep var olduğu ve olacağı fikri hiç değişmemiştir.
Ulusal devletin, küreselleşmeyle birlikte gücünü yitirdiğine ilişkin yaygın kanaat, bu alanda kendini gerçekleştirememektedir; denklem neredeyse tersinden düşünülebilir, ulus devlet-(vatan) olduğu için ordular ve düşman var değildir, "düşman" olduğu için ulus devlet ve vatan, dolayısıyla askerlik ve savaş adeta "kaçınılmaz"dır.
Askerlik için gereken, uğruna ölünebilir -ya da uğruna yaşamaya değer- bir cemaat fikri, ne denli hayalileşirse o kadar güçleniyor sanki. Bazen bütün bir"batı", bazen"medeniyet", bazen "islamiyet" e en çok bir uçtan bir uca aynı vatanperverliğin terimleriyle tanımlanabilen"mağduriyet hali", bir "ordu" çin uğruna ölünebilecek-yaşanabilecek hayali cemaatleri oluşturabiliyor.
Dünyanın her açıdan terörize edilmesiyle sürekli olarak yeniden yeniden üretilen "düşman" a karşı, zihinsel, manevi ve bedenen seferberlik hali, askerliğin evrensel meşruiyetini sağlayan en önemli toplumsal arkaplan haline geldi.
Küresel kapitalizm, en ciddi muhalefetini "terör"le, kendisi üreterek insanlığa "yapılabilecek hiç bir şey yok!" mesajı veriyor; iki ateş arasında hayat, yaşamak zorundasın. öyle iki ateş ki, birinin yangını diğerini besliyor.
İnsanlık, genel sınırları belirli ama coğrafyası, tek tek yöneleceği bedenler, ruhlar kısaca hayatların hiç bilinmediği düşmanla karşılaşma-kaçma anını, bir topyekün yoketme ve yokolma görevini "sessizce" bekliyor. Teslimiyeti, sınırsız teslimiyeti gerektiren sanki içimizde gizli bir emir. bekleniyor. Ama öldür-ül-me ve yarala-n-ma cesaretini veya korkusunu sanal olarak, bir tatbikat yapar ya da bir bilgisayar oyunu oynar gibi üretebilmek kolay değildir, teknolojik imkanlar hala "insansız" savaşı mümkün kılacak gelişmişliğe sahip değil ve bütün etik ya da politik motivasyonların ötesinde, "hayatta kalma arzusu" bir yandan savaşları körüklerken bir yandan da askerliğin reddini ve itaatsizliğin farklı biçimlerini ortaya çıkarmaktadır.
Batı'da askerlik reddi: Tekil'den toplumsal kontrata
İnsan hakları konusunda katedilen yol, bütün alanlarda olduğu gibi, askeri itaatin ve savaşmanın kendisinin temel yaşama hakkı ve farklı ahlaki-etik varoluşlarla çeliştiği düşüncesi etrafında, zorunlu sosyal hizmetin, askerliğin yerine geçirilmesiyle sonuçlanmıştır.
Batı'da -burada Batı, burası olmayan anlamına gelmektedir yalnızca- devletin insanları askerliğe zorlamasının köhnemiş bir uygulama olduğu kabul edilmekle birlikte, "hizmet etme" nin yasal bir zorunluluk olduğunun tartışmaya bile açılmaması gereği üzerinde toplumsal bir mutabakattan söz edilebilir.
Bu, askerliğe "uyum sağlayamamanın" ya da "firari"liğin taşıdığı, hem yurttaşlık, hem de "erkeklik" in inşasını sekteye uğratması anlamında, psikiyatrik ya da toplumsal bir uyumsuzluk ya da sapkınlığa dolayısıyla "değersizleştirmeye" yönelik olmayan bir çözümdür; entegre edici, sistemin içinde tutucu ve en çok da toptan bir reddedişi en azından düşünsel olarak engelleyen bir çözüm.
Sosyal bilimlerin klasik modernist yaklaşımıyla, anlaşılmayan şey atılır, görecelileştirilir veya minimize edilir, özel olarak psikolojide rasyonel insan ve özerk özne anlayışı egemendir; rivayetleri patolojik iletişim biçimleri olarak gören, tekil mantıkları olgunlaşmamışlık veya ilkellik tezahürü sayan bu anlayış normal ile atipik dikotomisine götürür.
Batı'da askerlik görevinin bir kamusal görevle ikame edilmesi, reddi, atipik olandan, normal olana, tekil'den toplumsal'a dönüştürmüş dolayısıyla kontrat sınırları içine almıştır.
Ulrich Bröckling, Disiplin'de, askeri eleştirinin sadece, ordu organizasyonunun etkisizliğine karşı çıkmakla yetinmediği veya şiddetin skandallaştırılmasından, barış çağrıları yapmaktan öteye geçtiği yerde, askeri itaat üretiminin de eleştirisi olabildiğini yazar. O'na göre, itaatkarlığın yıkılışını, hala dişlilerin arasına kum kaçması metaforuyla ya da enerji krizi örneğiyle (Düşünün ki savaş çıktı ve kimse savaşa gitmiyor!) algılayan bir ordu eleştirisi, nesnelliğini çoktan yitirmiştir. Ordu eleştirisi yapılacaksa, bilgisayarı, hiç bir zaman bir sonuca varmaksızın kıyamete kadar en yüksek randımanla çalıştıracak bir bilgisayar virüsü, belki de daha çağdaş bir benzetme olurdu.
Oynamayı toptan reddetmek
Varolanın kaçınılmazlığı'na karşı reddin anlamı şimdi ve burada ne olabilir? Şu ana kadar anlatılan daha çok "Batı Yakası'nın Hikayesi" mi? Dünyanın herhangi bir coğrafyasının artık doğuştan "doğu" ya da "batı" olabilmesi ihtimali var mıdır?
Vicdani olarak -ki burada vicdan, yeni ve hepimize lazım başka bir etik'e göndermektedir- asker olmayı, dolayısıyla ölme ve öldürme ihtimalini reddetmeyi, artık sadece bir sivil itaatsizlik biçimi olarak görmek mümkün müdür?
Bu sorular çok naif, çünkü yanıtları üzerine ciltler yazıldı, savaşın değişen anlamı, küreselleşmenin önceki iktidar olma biçimlerinden farklılıkları, dolayısıyla geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimize ilişkin her şey sıralandı, sayıldı sanki. Dünyanın bu halinden hoşnut olmayan sosyal bilimciler, iktidarların ve karşı-iktidarların gözünde, davanın meşruluğunun, ardında toplanmanın gücüne ve niceliğine bağlı olduğunu yazıyorlar; artık düşünülmüyor, sayılıyor.
Sanki güç ilişkileri hakikat ve iyiyi garanti ediyormuş gibi, argümanlardan daha önemli görülüyor. Bundan böyle, stratejiye hizmet eden düşünce iyi, tersi değil. Önce kazanalım, devamı doğaçlanır ve geçmiş yeniden yazılır. Sistemin meşrulaştırılmasına yönelik kitlesel olarak kolayca içselleştirilen argümanlar, otoriterlik, dış grupları ötekileştirme giderek düşmanlaştırma, dünyanın adil ve olup bitenin hakedilmiş olduğuna ilişkin inançlar çerçevesinde örgütleniyor.
Bu gidişat en çok da güçsüzler, mağdurlar, dünyanın neresinde olursa olsun farklı bakımlardan dezavantajlı gruplar arasında kolayca meşrulaştırılıyor. Küresel iktidarın güç araçları ve medya, insanların dünyanın bu halini meşrulaştırma anlamında tekbiçimlileştirilmesini icat etmedi; hatta pekiştirmedi bile.
Ama her türlü iktidar aygıtı aracılığıyla, buna bir anlam atfedildi ve "değer" haline dönüştürüldü. Her türden totalitarizmler ise, kollektif çıkarları, herkesin mutluluğunu, halkın mistik yanını kutsallaştırarak aynı şeyi yaptılar, en hafif söyleyişle istismar ettiler.
Bu anlamda "vicdani red" dünyanın bu halinde ister bir yurttaş, isterse sadece insan -yani kendini yurttaş olarak tarif et-e-meyen coğrafyaları da kapsayacak biçimde- olarak oynamayı toptan reddetme anlamına gelmektedir. Çünkü artık oyun evcilikten çok askercilikle tarif edilmekte. Üstelik bu sadece erkeklerin oynadığı bir oyun olmaktan çoktan çıkmıştır, Cynthia Enloe'nin sözleriyle "Özel olan küreseldir: Küresel olan toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiştir."
Vicdani red: "Ölmeyeceğim, öldürmeyeceğim"
Vicdani red artık sadece askerliği reddetmek anlamına gelemez, olsa olsa dünyaya kafa tutmanın yeni bir "eylemlilik" içinde yeniden tarif edilmesi olarak düşünülebilir.
Burada, eylem kavramı, hem davranış bilimlerinin geleneksel mekanist paradigmalarıyla tarif edilen davranış'tan farklıdır hem de kollektif bir varoluşu reddetmese de ona bir zorunluluk olarak ihtiyaç duymadığı için, geleneksel anlamda politik eylemlilikten ayrılmaktadır.
Davranış daha çok "nedenleri" araştırmaya yönelir oysa eylem, aynı zamanda eyleyen aktör'ün söylemini merkeze alarak amaçlar hakkında irdelemeyi gerektirir; böylece eyleyen birey, bir özne haline gelir; kendi öz-bakış açısına ve kimliğine sahip, sosyal gerçekliği anlamlandırmanın yanısıra, bu gerçekliği karakterize eden inşa/yeniden inşa süreçlerine katılmaya da muktedir bir özne. Eylem kavramında daha somut bir özne, yani hem düşünme ve duygu kapasitesine, hem de yapma kapasitesine sahip bir özne varsayılır.
Eyleyen özneler'in oluşturacağı sosyal bağlam, insan eyleminin bir ürünü olacaktır; bireyler mevcut imkanları, kaynakları ve yetkinlikleri tarafından belirlenmiş sınırlar içinde başka mümkün dünyalar hedefleyerek proje ve bilgi süreçleriyle bu bağlam üstünde etkide bulunurlar. Bu, özneler'den oluşan politik alanın sosyal psikolojik arka planını oluşturur ve mevcut dünyanın ve mümkün dünyanın bir temsilini inşa etmeye, geleceğe bir amaç yoluyla bağlanmaya muktedir bir insanı varsayar. Belki de yeniden ütopya'yı mümkün kılan insani ve toplumsal bir projenin zihinsel ve ideolojik arka planına katkıda bulunabilecek bir eylemlilik böyle tarif edilebilir.
Öğrenilmiş çaresizliğe karşı meydan okumadan gelen eylemliliğin ortaya çıkardığı "öğrenilmiş güçlülük", eyleme (özellikle politik eylem) angajmanı yüksek olan insanlar ve gruplar arasında mümkün olabilmektedir sadece ve öğrenilmiş güçlülüğe yol açan politik eylemlilik daha zengin, daha iyi yapılanmış, bağlamın gerçekliğini daha iyi temsil eden ve diğerlerinden daha farklılaşmış dünya ve gelecek temsilleri üretilmesinin neredeyse ön koşuludur. Gündelik hayat devrimleri, ancak bu tür bir eylemlilikle mümkün gibi görünüyor.
Şimdilik "son redçi" Tuğkan Tuğ'un sözleriyle bitirelim, dünyanın bugününe müdahale eden ve hemen şimdi burada nasıl yaşamak istediğine ilişkin hayatının projesini bir politik talep olarak bildiren sözleriyle:
"Ben bugün bu ablukaya karşı kendi cephemden bir ses olmak niyetindeyim. Bir birey olarak kendime asla izah edemediğim askerlik hizmetini yapmayı reddediyorum. Bunun benim açımdan bir iç hesaplaşmanın devamı olmasının yanısıra, aynı kaygının toplumsal yaşamdaki izdüşümü olan sistem karşıtlığı açısından da yaşamsal bir önemi var. Ben savaşlara ve onun yürütücüsü olan ordulara karşıyım. Savaşa hizmet etmek istemiyorum. İnsanların özgürce yaşayabilecekleri bir dünya ve yalnızca bu ihtiyaca dönük hizmetler vermek istiyorum. Savaşın suç ortağı olmak istemiyorum. Bu gerekçelerle kamuoyuna ilan ediyorum: Ben vicdani retçiyim ! Öldürmeyeceğim, ölmeyeceğim; kimsenin askeri olmayacağım!.." (MG/YS)