Stella Aciman’ın cinsiyet geçiş ameliyatı geçirmiş bir anne ve babanın öyküsünü anlattığı yeni kitabı “Ateş, Su, Toprak” okurlarla buluştu. Destek Yayınları etiketiyle yayımlanan kitap, “Yanlış bedende doğan” iki insanın, çocukları Toprak’a, doğum gününde hediye ettikleri günlüklerle ailelerinin hayat hikâyesini anlatıyor. Kitabı, yazar Aciman’la konuştuk.
“Ateş, Su, Toprak”ı okurken, kitap boyunca aklımı rahatsız edecek derecede kurcalayan soru şu oldu: “Neden?” Bu ve bundan çoğaltılabilecek soruların kitabın çıkış noktası olduğunu düşünüyorum. Zira sonu “Neden?”e bağlanacak o kadar fazla şey var ki, neresinden tutsak elimizde kalıyor. Katılır mısınız bu görüşüme?
Zaten insanoğlu var olduğu günden beri hep bu sorunun cevabını aramadı mı? Nedenlerin peşinden giden bir varlık oldu insanoğlu. Kaleme aldığım her kitaba neden yazmalıyım diyerek başladım. Bittiğinde de neden yazdım diye bitirdim. Öyle olmalı çünkü, hayatı yaşarken sorgulayan bir insanım, özellikle de azınlık olan şeyleri. Azınlıklar neden azınlık, neden çoğunluk değil mesela. Mesela neden transeksüel bir cumhurbaşkanı yok dünyada. Mesela neden insanlar birbirlerine din, dil, ırk ayrımı yaparlar. Tüm bunları düşünecek olursak bu kitap da bir nedenden ötürü ortaya çıktı.
Kitabın hazırlık sürecinde pek çok uzmanla görüşmüşsünüz. Bu görüşmelerden farklı hikâyelere ulaştığınızı sanıyorum. “Ateş, Su, Toprak” bunların bir karışımı olarak mı ortaya çıktı yoksa elinizde böyle bir öykü vardı ve siz bu görüşmelerle kitabı doğru aktarmak için mi uzmanların yardımıyla öykünüzü harmanladınız?
Aslında Ateş ve Su gibi çok insan tanıdım, çok hikâye dinledim ve bu konuda yeterince doyuma ulaştığımı düşündüğüm noktada tüm bu hikâyeleri ortak bir noktada buluşturup yazmalıyım diye düşündüm. Hassas bir konu olduğu için birçok uzman arkadaşıma danıştım. Cinsiyet değişikliği yapmış kişilerin de görüşlerini alarak hikâyenin omurgasını oluşturdum. Gerisi ise aktı gitti ve “Ateş, Su, Toprak” ortaya çıktı.
Kitabın mektup biçiminde bir olay örgüsüne sahip olması inandırıcılığını ve gerçeklik payını daha da artırıyor. Bu bilinçli bir tercih miydi? Açıkça söylemek gerekirse; normal bir roman kurgusu dahilinde yazsaydınız, bittikten sonra kitapla arama biraz mesafe koyabilirdim…
Kitabı günlük olarak kurgulama en başından beri aklımda olan bir şeydi ve çok da güzel oldu. Hikâyenin sürükleyiciliğini güçlü kıldığına inanıyorum. Diğer romanlarımdan farklı olmasının sebebi belki de bu.
Taslak bitip de uyum operasyonu geçirmiş kişilere okuttuğunuzda nasıl geri dönüşler aldınız?
“Bizi anlatmışsın” dediler. Aileleri tarafından dışlananlar, reddedilenler çok ağlamış okurken. Dünyaya getirdiğin, öpüp koklamaya kıyamadığın evladının yönelimi farklı diye neden onu reddeder ki insan! Bak, al sana bir ‘neden’ daha. Böyle durumlarda çocuğunun yanında olan annelerden de güzel dönüşler aldım. Babalar neden bu konuda biraz daha mesafeli. Bak yine bir ‘neden’ sorusu!
Kitabın özünde saf, karşılıksız sevgi yatıyor. Ve sonunda Arif’in pek çok “şey” olduğuna dair aslında her şeyi özetleyen bir monoloğu var. Ortada bu kadar gönülden bir bağ varken, bir “öteki” aranacaksa eğer, bunun “yanlış bedende doğanlarda” değil, onlara yapılan her şeyi reva görenlerde aranması gerektiği kanısındayım. Bunda bir art niyetim yok zira kendi hayatlarını, başkalarının istediği şekilde yaşamadıkları için kötülüğe maruz kalmış insanlar var. Ve bu insanlar suçlu ilan ediliyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Hiç kimse hor görülüp dışlanacağını bile bile bir yola girmez. Kimse o dönüşüm sürecinin acılarına bile isteye katlanmak istemez. Bu onların yaradılışında var, ellerinde olan bir şey değil. Bu yüzden doğuştan gelen bazı hissiyatlardan, yönelimlerinden dolayı kimse kimseyi suçlu ilan edemez. Cinsiyet değiştirme, hemcinsinden hoşlanmak bazı toplumlarda tabu, ayıp olarak görülürken bir çok ülkede normal karşılanmakta ve zaman içinde bu tabuların yok olacağı inancındayım. Çünkü insanlık daha önemli işlerle ilgilenmeli. Bakın gelişmiş ülkelere dünya dışındaki hayatları araştırıyorlar, hastalıklara çare arıyorlar, yapay zeka diye bir şey çıkardılar. Biz hâlâ onun dini böyle, şunun tercihi böyle, onun ten rengi siyah. Geçelim artık bunları.
Yukardaki soruyla bağlantılı olarak şunu da sormak isterim: Kitapta, Arif ve Berrak’ın maruz kaldığı linçin günümüz şartlarıyla beraber şekil değiştirdiğini düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünmüyorum. Çünkü psikolojik ve fiziksel şiddet hep var. Şekil değiştirmek bir yana dursun var olan linçlerin yanına yenileri ekleniyor. Sosyal medyada belli bir kesim bir süre duyar gösteriyor, sonra unutuluyor. Yine de söylediğim gibi gün gelecek bu konular insanlığın konusu olmaktan çıkacak ve insana insan olduğu için değer verilecek. Din, dil, cinsiyet, renk ayrımı olmaksızın insan, insan olduğu için özellikle de iyi insan olduğu için değer görecek.
“Yıl olmuş 2024. Biz hâlâ nelerle uğraşıyoruz?” dediğiniz oldu mu yazma sürecinde?
Olmaz mı? Uğraşacak o kadar çok şey varken öyle şeylerle uğraşıyoruz ki... Savaşlar, açlık, hastalıklar, sokak hayvanları ile uğraşmak tüm bunlara çözüm üretmek varken insanların küçük küçük mutluluklarını yok etmek için uğraşıyoruz. Yazma sürecinde her satırda düşündüm bunu. ‘Nelerle uğraşıyoruz biz’ diye. Finlandiya'da, Norveç 'te doğmuş bir yazar olsaydım belki de çok başka şeyler çıkacaktı kalemimden. Düşünsenize “Ateş, Su, Toprak” hikâyesini orada yazdığımı. Ne kadar absürt olurdu. Cinsel yöneliminden dolayı cinayetlere kurban gitmek, aileden, sosyal çevreden türlü şekillerde şiddet görmek… Oralarda böylesi korkunç şeyleri yazmış olsaydım linç edilirdim herhalde ama Ortadoğu'da maalesef öyle değil.(BS/AÖ)