Tarihçi Doç. Dr. Gülhan Balsoy'un Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 28. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Burada hakkımdaki ithamlara karşı savunma yapmak için bulunmakla birlikte büyük bir ikilem içindeyim.
Bir taraftan ne yazık ki savunmamı henüz dinlemeden hakkımda hüküm vermiş olduğunuzdan ve boşa söz söylemiş olmaktan endişeleniyorum.
Öte taraftan bu savunmayı yapmanın, kendimi ifade etmenin söylemenin sorumluluğum olduğuna inanıyor, bu savunmayı önemsiyorum.
Hükmünüzü değiştirebilmek, en azından bir kere daha değerlendirme yapmanızı sağlayabilmek için bugüne kadar söylenenlere ek ne söyleyebilirim bilemiyorum.
Hakkımdaki iddianame bana özgü olmayıp mahkemenizce ve başka mahkemelerce yüzlerce kopyası üretilmiş bir iddianame. Tıpkı biraz sonra vereceğiniz karar gibi.
İddianamenin barındırdığı çelişkiler, tutarsızlıklar, yasal dayanaktan yoksun ithamlar savunma yapan meslektaşlarımca defalarca dile getirildi.
Fikir açıklamanın anayasal bir hak olduğunu, imza metninin bundan öteye gitmediğini meslektaşlarım da hukukçu ve avukatlar da defalarca vurguladı.
Bir akademisyen olarak yaşadığım ülkedeki hak ihlallerine karşı fikir beyan etmenin sorumluluğum olduğu kadar hem anayasa ve çeşitli yasalarla hem de Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası ve uluslar üstü yasa ve anlaşmalarla teminat altına alınmış temel haklarımdan biri olduğunu bir kere daha burada beyan etmek istiyorum.
Ben Tarih alanında çalışan bir akademisyenim. Uzmanlık alanım Osmanlı İmparatorluğu. Özellikle imparatorluğun son dönemi üzerine araştırmalar yapıyorum.
Ancak Osmanlı İmparatorluğu deyince pek çoğumuzun aklına önce padişahlar, sultanlar, savaşlar, diplomatik anlaşmalar, devletlerarası çekişmeler geliyor yani çoğunlukla iktidarla ve dolayısıyla erkeklerle ilişkili meseleler.
Oysa ben tarihi yapanın sadece bu muktedir erkekler değil aynı zamanda sıradan köylüler, emekleriyle üreten zanaatkârlar, işçiler, hamallar, halı dokuyan, tütün saran genç kızlar, deli, âcize, kimsesiz, yetim kadınlar olduğunu düşünüyorum.
Bu sesi duyulmayan, yok sayılan, adeta tarihte hiç var olmamış gibi görmezden gelinen öznelerin tarihlerini yazmayı bir tarihçi olarak öncelikli sorumluluğum kabul edip ders vermek dışındaki meslek hayatımı ezilenlerin, görmezden gelinenlerin, seslerine kulak tıkadıklarımızın tarihini yazmaya adadığımı söyleyebilirim.
Meslek hayatımı sıradan insanın yaşam mücadelesini görünür kılmak üzerinden kurmaya çalışan bir insan olarak yaşadığım çağdaki, yaşadığım ülkedeki hak ihlallerine, şiddete, acılara duyarsız kalmam, gözlerimi kapamam mümkün olamazdı.
Dolayısıyla da 2015 sonbaharında yaşananları görmezden gelemez, kulaklarımı ve gözlerimi kapatamazdım.
Çok kısaca hatırlayalım hep beraber, çocuklarının cesetlerini evlerinin buzdolabında saklamak zorunda kalan anneleri, sokaklarda sürüklenen cansız bedenleri, insanların başlarına yıkılan evleri, devlet görevlilerinin sosyal medyada hiç utanıp sıkılmadan paylaştıkları şiddet karelerini.
Hatırlamaktan kaçındığımız bu kan dondurucu ihlallerden tarihçiliğe dönecek olursam, biraz önce bu bahsettiğim öznelerin yani Zonguldak’ta madende çalışan ayağı çarıklı madencinin, Çukurova’daki pamuk işçisinin, Elazığ’da tezgâhı başında dokumacı kadınların, sıradan köylünün, işçinin, benim senelerimi verdiğim ebelerin tarihini yazmak pek de kolay bir iş değil.
Bu sıradan insanların sesini bize ulaştıracak iki ana kaynağımız var: Kadı sicilleri, ya da genel anlamda mahkeme kayıtları ve ikinci olarak bu kimselerin yazdıkları arzuhaller. Ancak hem kadı sicilleri hem arzuhaller doğaları gereği hayatın doğal akışını bozan bir sorunu, bir sıkıntıyı, bir uzlaşmazlığı ya da bir suçu dile getiriyor.
Sıradan kadın ve erkeklerin hayatları ancak bir sorunla karşılaştıklarında kayıt altına alınmış ve bize kadar ulaşabilmiş. Yani bu kaynaklar bize yolunda giden hayatları değil yolunda gitmeyen durumları gösteriyor.
Ben de aslında hayatın yolunda gitmediğini düşündüğüm, barıştan geri adım atılan bir dönemde insanlığın tarih boyunca yapmaya çalıştığı şeyi yaptım, her ne kadar başaramasam da şiddete dur demeye çalıştım.
Bunun için bir arzuhal diyebileceğimiz bir bildiriye imzamı verdim ve nihayet bir ağır ceza mahkemesinde karşınızdayım.
Bir tarihçi olarak imzaladığım barış çağrısını ve karşılığında hakkımda yapılan ithamları okumuş olsam ikisi arasındaki bağlantıyı kurmakta epey zorlanır, iddianamedeki tutarsızlık, çelişki, mesnet ve muhakeme yoksunluğu üzerine uzun uzun yazardım.
Ama burada bunu yapmayacağım, sayenizde sıradan insanların tarihi nasıl yazdığını sadece arşiv belgelerinden değil yaşayarak da öğrenmiş oldum. Bu önemli dersi hep hatırlayacağım.
Evet, maalesef imzaladığımız metin barışı geri getirmeye yetemedi. Ama burada Aralık 2017’den beri yüzlerce meslektaşım her hafta her ay yaptıkları savunmalarla barışa olan inançlarını, iradelerini yinelediler. Tıpkı benim şimdi bir kere daha yapmak istediğim gibi.
Burada tarihçilikten bahsetme amacım boşuna değil. Tarihçiliğin önemli işlevlerinden biri olan hakikati arama görevi ifade özgürlüğünün de ayrılmaz bir bileşenidir.
Hakikat olmadan yüzleşme, özgürlük ve barış mümkün olamaz. Tarihsel hakikati aramaksa sadece tarihçilerin değil barış isteyen hepimizin büyük bir sorumluluğudur.
Huzurunuzda son bir kere amacımın sadece şiddete dur demek, barışın gerekliğini yinelemek olduğunu, bu doğrultuda anayasal hakkımı kullanarak Barış İçin Akademisyenler Bildirisini imzaladığımı belirtmek istiyorum.
Herhangi bir örgütle hiçbir bağım yoktur. Hiç kimseden talimat almadım. Terör örgütü propagandası yaptığım iddiasını hiçbir şekilde kabul etmiyorum.
Tarafıma isnat edilen suçlarla hiçbir alakam olmadığı için derhal beraatımı talep ediyorum. (GB/TP)