"Guiness rekorlar kitabına" girmek üzere üç buçuk kilometrelik bir bayrak altında yürüyecek halkımız... (Bu arada Etyen Mahçupyan'ın "akıl hastanesinden" yolladığı notların mizah falan olmadığını anladım.
Etyen'in Taksim'deki "Kızıl Elma" mitingi için bahsettiği dev branda-çadır projesinin - nasıl ilgili makamlara mesaj olarak gidebildiğini gördüm; sırtım ürperdi!) Öğrenciler de coşkuyla yürüyecek... Öğrenciler zaten o kadar çok coşku içinde ki, o coşkularını göstermeleri için, o bayrağın altına "gönüllü" olarak girmek zorundalar...
Hasta falan olup, bayrağın altına giremeyecek olan gençler, coşkularından kuşku duyulmaması için, tam teşekkülü devlet hastanesinden heyet raporu alacaklar... Yoksa maalesef, haklarında disiplin soruşturması açılmak zorunda kalınacak...
Bugün Çankaya'da 29 Ekim resepsiyonuna başörtülü kadınlar giremeyecek. Çünkü, cumhuriyet sadece "başı örtülü olmayanlara" ait... Çünkü, kayıtlarda "kamusal alanın" tanımı ona göre yapılmış (aslında kamusal alanın tanımının nasıl yapıldığı çok önemli değil; öyle işte...); tanımın değiştirilecek hali yok ya... kadınlar tanıma uysunlar!
Neyse... Uysal kafa ve beden oluşturmak konusunda, mesele sadece siyasal veya ideolojik olarak savaş açılan bir konuyu "disiplin maddelerine uydurmak" ve "ceza vermek" değil; çok daha kaba-saba iktidar çabalamalarından da bahsetmek lâzım, diyerek bitirmiştim geçen haftaki yazımı...
Ders kitaplarında, özellikle Tarih kitaplarında önyargılar, ırkçılık, insan hakları ihlalleri üzerine çalışanların yakından bildikleri ve geçen hafta 21.10.2003 tarihli Bianet'te Neşe Ozan'ın yazdığı bir yazıda ("Tarih dersinden serbest atışlar") anlatıldığı gibi, insanların öğrenme süreçleri de bizzat ceza haline dönüşebiliyor.
Son bir kaç yılın Sosyal Bilgiler ders kitaplarında "asılsız Ermeni iddiaları" üzerine yazılanlar, kaba-saba iktidar çabalamalarına, "bir ceza olarak öğrenme" sürecine ilişkin eşine az rastlanır örnekler sunuyor.
Neşe Ozan'ın yazısını olduğu gibi buraya aktarmak niyetinde değilim; çünkü sadece tehcire ilişkin rakamlar üzerine anlatılanlar bile - Ozan'ın deyimiyle -"tarihten çok, kurabiye hamuruna" benziyor ve "uysal kafa" yaratmak için başvurulan yöntemlerin ne kadar kaba-saba olduğunu; aslolanın tarih bilgisi ve kültürü vermek değil; kafalara vura vura, her vuruşta gerekirse farklı sopa kullanarak, içindeki beyinlere hâkim olmak olduğunu göstermeye yetiyor.
2002 tarihli "Sosyal Bilgiler 7" kitabına göre "göç ettirilenlerin toplam sayısının 800 bin olduğu sanılmaktadır"; aynı kitabın içine yerleştirilmiş ekte ise rakam: "net" 438 bin...
2002 kitabına göre tehcirde ölenler için "tarafsız araştırmacıların verdikleri ortalama rakam 300 bin"... 1920 yılında Fransızların yaptıkları bir araştırmaya göre ise ölen Ermenilerin sayısı 500 bin kadar... "Türk araştırmacılar da bu sayının 200 ile 300 bin arasında olduğunu savunmaktadır."
Yani oldukça kafa karıştırıcı bir durum! Öyleyse çare nedir? 2003 baskılı kitapta kayıplar hakkında herhangi bir rakam vermezsiniz olur biter...
Sonra, tehcirden geri dönenlerin sayısı: 2002'ye göre tehcir edilen 800 bin kişiden geri dönenlerin sayısı: "11 bin"... 2003'te ise bu rakam 60 katına çıkar: "Yaklaşık 650 bin Ermeninin yeniden eski yerlerine döndükleri belgelerde yer almaktadır."
Tabii ki, tarih araştırmaları bir kerelik ve tüm zamanlar için geçerli sonuçlar vermek zorunda değil; ancak niyet, yapılan araştırmalara göre tarihi yeniden düşünmek ve insanları düşünmeye itmek değil de, varolan tezi kabul ettirmek olduğu zaman, tarih tarih olmaktan çıkıyor.
Önce "yok canım öyle bir şey olmadı", sonra "oldu ama o kadar çok değil" ve en sonunda da "oldu ama esas bize oldu" çizgisi üzerinde ilerleyen bir ideolojik tarih anlayışı, genç insanlara tarih öğretmiyor; sadece tarih diye yutturulan şeyin aslında bir "iktidar ve kontrol aracı" olduğunu bütün açıklığıyla ortaya seriyor.
Statükoyu korumak için hayatî olduğu varsayılan konularda yapılan kaba saba manipülasyonlarda adeta bir panik duygusu hâkim.
Sanki Kafkavarî bir büroda (sakın Etyen'in hastanesi olmasın?!) birileri aceleyle dolaplardaki evrakları çıkarıp, harıl harıl bir şeyler arıyorlar... İlk buldukları kağıtların üzerine atlayıp hemen müdüre gösteriyorlar; müdür, büronun görevine uygun bir şekilde bu kağıtları dışarıda gereken yerlere iletiyor.
Ama dışarıda hayat devam ediyor; sunulan kağıtlar bazen yetmiyor... Ve yeni kağıtlar aranıyor; bu sefer masa altları, çekmecelerin dipleri köşe bucak aranıyor; akıllı memurlar müdürün gözüne girmek için bazen buldukları kağıtlardan "kes-yapıştır" yöntemiyle yeni kağıtlar üretiyorlar... Panik, panik!
Hizaya sokmak üzere, içi insandan ve bugünün gerçekliklerinden koparılmış tarih kitapları; rekor kırmak üzere dikilen ve altına insanların sokulduğu, bu yüzden anlamını yitiren bayraklar; polisiye vaka kalıplarına sokuşturulan başörtü meselesi... kısaca, kılıfına uydurulan ideolojiler; yarım-bilgiler; iktidar araçları...
İktidarın bu kadar açık ve zorla kendini hissettirdiği yerlerde, insanların gösterdikleri "uyum" en çok "şimdilik"tir... Gerçekleşen "uyum" değil; "uymuş gibi olmak"tır.
Bunun muhtemel tehlikeli sonucu ise, zorla İslam'ın bir versiyonunu dayatan İran'da olduğu gibi, İslam'dan uzaklaşmak; zorla Cumhuriyet'in bir versiyonunu dayatan Türkiye'de olduğu gibi, Cumhuriyet'ten uzaklaşmaktır.
Bu panik ve zorlama hali, Foucault'nun "iktidarın mikro teknolojileri" üzerine ileri sürdüklerini havaya uçuruyor. Yani, burası Türkiye! Yani, yok öyle mikro iktidar miktidar numaraları! (FK/NM)
* Ferhat Kentel'in yazısı gazetem.net' te 30 Ekim 2003'de yayımlandı.