Arkaik ve modern insanın acılarını, umutlarını mistik derinliklere gizlemekle kalmayıp hakikat ve düşün gücünü zamana yayan şiir… Sözcükleri özüne dönüştüren kalemlerin hiç eksilmeden, karanlığa ışık tutan mücadeleleri ile sınırsızlığı anlamlandırmaları… Zamanla yalnızlaşan, yalnızlığı ile çoğalan, yüreği ve insanlığı ile şiiri besleyen, şiirden beslenen şairler… İmgelerle, dillerle, renklerle hayatın tüm gözeneklerine nüfuz eden, sınırları aşan, şiirin “evrensel” olanına inanan ve özgür şiirin ancak evrensellikle var olacağına dair güçlü umutları olan diasporada yaşayan Kürt şair Şeyhmus Dağtekin bu hafta “şiire dair” dosyasının konuğu.
Sizi şair olarak tanıyoruz daha çok, eserlerinizi Fransızca, Türkçe ve Kürtçe yazıyorsunuz, çok dilli olmak büyük bir şans! Şiirin diller arasındaki yolculuğunda en çok hangi dilin durağında hayaller kurabiliyorsunuz? Bu yolculuğa başlama serüveninizi de bilmek isteriz.
Varlıkta dili önceleyen bir noktaya odaklanıp oradan yazıyorum gibime geliyor. Canlılarla solumayı, hayvanlarla sesi, insanlarla sözü paylaşırız. Yazarken, sözün ses ve soluk olmasını da isterim ki var olanın zenginliğine ve derinliğine mümkün olduğunca yaklaşabileyim. ‘Mettre une syllabe ouverte dans le temps’ diye biter bir kitabım. Zamanda açık bir hece olup (çünkü söz dile, dil aidiyete hapsedebilir bizi), öteki olanın sözünü, özünü anlayabilme imkânını da yakalayabilmek. Bütün dillerden ve kültürlerden, varlığın bütün katmanlarından damıtılan bir solukla yazmak.
Şiir bize bu ufku sunabilmeli. Yolculuk serüveni için de, yerimiz zamanımız olmaz, özet olarak Kürtçede doğdum, Türkçede büyüdüm, Fransızcada dünyaya açıldım diyebilirim.
Şair doğulur mu, şair olunur mu? Edebiyatta şiirin yeri nedir sizce? Fransız, Türk ve Kürt şiirinde beslendiğiniz vahada kimler var?
Herkes şair, herkes insan olarak doğar ama herkes şair, herkes insan kalmaz. Özel bir çaba gerektirir. Çünkü şiir, sanat, başkasını kendinde var etme eylemidir. Rüyamızı başkalarının rüyalarıyla, özümüzü başkalarının özüyle genişletme eylemi… İnsanlığa ilk adımdır yani. İlk yıllarımdan başlayarak şiiri bir “vecd” hali olarak gördüm, bir “bulma” hali. Kendimi ve olanı anlama, anlamlandırma. Dil, sanat, şiir, hayvanlığımızdan sıyrılarak insanlığımızı bulmaya, “ben” dünyasından beraberlik dünyasına geçişimize, güç ilişkisinden çıkıp sevgi ilişkisine girişe kapı aralar. Bu yönüyle de kolektif olarak, tarih boyunca ve günümüzde, hükmetme zaafından çıkıp şiire, sanata, insanlığa geçebildiğimizi söyleyemiyoruz ve sonumuz gelecek, belki de söyleyemeyeceğiz. Güç ilişkilerinin, hükmetme hastalığının bizi getirdiği noktaya bakılırsa, belki bu dünya sahnesini insanlığa eremeden terk edecek türümüz.
Beslenmeye gelince, çocukluğumun ilk yıllarını, tekerleğin henüz girmediği bir köyde, doğayla bedenin geçişenliğinde yaşadım. Bu hal, ‘olan’la yıpranmaz bir bağ verdi bana. Nerede olursam olayım, sırtımı bir ağaca dayadığımda, bu bağı bulurum ve toprağımda, dünyamda hissederim kendimi. Dili, kitabı önceleyen bu hal, bu oluş biçimi, beni besleyemeye devam eden ana damarlardan biridir diyebilirim. Gerisi, Gılgamış öncesinden Borges sonrasına, Cemil Horo’dan (Mem û Zin’i çok güzel söylerdi) Beethoven’e, Hieronymus Bosch’tan Tarkovski’ye, Attar’dan, Arabî’den, Rumi’den Dostoyevski’ye, Joyce’a, Kafka’ya, insanın olan her şeyden beslenmeye, hakkını vererek beslenmeye çalışıyorum.
Siz sürgünü ve diasporayı varoluşsal bir edime çevirenlerdensiniz, diaspora yaşamı hakkında neler söylemek istersiniz.
Mutlak varoluş ilişkisinde, kimse kimseyi süremez. Kimse beni Harun’dan, köyümden, çıkaramaz. Buna gücü yetmez. Hem kim oluyor, nereye sürüyor? Alt tarafı, dünyalıyız hepimiz. Ve yüz yıl sonra, beni sürmeye çalışan olmayacak, üç yüz yıl sonra, adına cürümler işlediği devleti de olmayacak belki. Düşüncede bile olsa, birilerinin o sürme gücünü ellerinden almak lazım. Güç ilişkisinde, olabilir. Ayıdır, kurttur, sırtlandır, gelip seni dağından, vahandan, evinden sürebilir. Hiçbir şeysiz kalırsın. Ama mutlak yoksullukla mutlak varsıllık, mutlak yoklukla mutlak varlık birbirlerine yakın hallerdir.
Hiçbir şeyin olmayınca, her şey veya diğer şeyler sana daha kolay açılabilir, senin olabilir. Ve o zaman da sürgün olma hali belirleyiciliğini kaybeder. İnsan olma, dünyalı olma bilincini daha kolay geliştirme imkânın olur. Ki aslına bakılırsa, dünyamız da renkler, diller, devletlerarasında bölünemeyecek kadar küçük. Bizi ha bıraktı, ha bırakıyor. Yaşamak istiyorsak, orası benim, burası senin değil anlayışından, ganimetçiliğinden çıkıp, her yeri kendimiz, evimiz gibi, bu sorumlulukla yaşamalı, kayıp cennetlerimizi aramak yerine, insanlık olarak ortak bir geleceğe odaklanmalıyız.
“Varlığın Öteki Yüzü”adlı kitabınız Türkçeye çevrildi. Şiirsel bir üslupla yazılmış romanınız. Şiirde çeviri anlam yitikliğidir tartışması uzun yıllardır var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Herkes gidip kaynakta su içemiyor. Kaynaktan kaba, musluğa, su kayıp verebiliyor, değişebiliyor. Ama iyi ki bardak var, iyi ki çeviri var. Yoksa su kaynakta, Homer tarihte kalırdı. Ama kaynak dilde metin, okuyanına bir haz verir, bir dolgunluk verir. Aslolan, çeviride okuyucunun bu hazzı, bu dolgunluğu olabildiğince bulabilmesi.
Fransız şiir dilini yenileyen şairler arasında sayılıyorsunuz. Üslubunuz, sözcükleriniz ve diliniz… Çok kültürlü olmanın yansımaları ile başarılarınız arasında nasıl bir bağ var?
İşin dil, başarı tarafını araştırıcıya, eleştirmene bırakayım ama bir dilin iç müziğinin kişinin iç müziğiyle buluştuğu yerde şiir olur diyeyim. Bir de kelimenin iyisi insanı değiştirir. Şiirin amacı o iyi kelimeye yaklaşmak, o kelimeyi, hangi dilde olursa olsun, daha bir güzel söylemektir. Bir yerden zoraki çıkmış olsam bile, bir yerlere sevgiyle gitmeye çalışıyorum. “Ne olursan gel” denilir ya; hane sahibi olmak mutlak kabulü gerektirir. Yolcuya düşen de, gittiği yere insan olarak gitmektir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi kendine yabancı saymadan, çünkü kendini yabancı saymak, kendini öteki görmek, kendini biraz vahşi görmektir. Başkasını ötekileştirmek de onu biraz değil, belki hepten vahşete itmektir.
İnsanların mutlak eşitliği prensibiyle hareket ederim. ‘Olan’la ve insanla bir eşitlik ilişkisine girmek ve bu ilişkiden payımıza bir zenginlik çıkarmak. ‘Ben’ olmayana gidişimin amacı bu. Yalnızlık, ötekilik, insanı vahşete götürüyorsa, ancak etrafımızı gördüğümüz ölçüde vahşetten çıkarız. Birbirimizi göremez/kucaklayamazsak, dağlarımızda, bozkırlarımızda, çöllerimizde, şehirlerimizde yaban kalmaya devam ederiz. Dilimdeki, bakışımdaki renkler ve acılar, bana bunları daha bir duyarlılıkla söylememi sağlıyor belki.
“Sanki yedi ülke ve üç kıta, bir o kadar da deniz ve dağ aşmalıydım.” Diyorsunuz: Kendi coğrafyasını aşamayan, sınırlarını kıramayan, tekliğe dayanan anlayışları ile güç yaratma derdinde olan şairler hakkında neler söylemek istersiniz?
Bence şiir kendinden çıkarak, benim dediğin şeylerden sıyrılarak, kendi hamamının, göğünün, sesinin olmadığı, hüküm sürmediği yerden, onların ötesinden, kendine ve mümkünse kendin olanlara yeni renkler, güzellikler, olgunluklar katmak için yazılır. Şiir kendi dilinde bile yabancı bir dildir diye bir cümle var Fransızcada. Sahibinin sesi şiir olmaz. Güç konumundan, güç konumundakilerle yan yana şiir yazılmaz.
Ve bizi belli bir yere kadar olduran, bizim dediğimiz şeyler, belli bir yerden sonra öldürür. İnsanlar, toplumlar, kültürler dışarıyı solumazsa, kendisiyle kala kala, bir de bakarsın, küflü insan, küflü toplum, küflü kültür, küflü kan oluvermiş. Onlardan beslendiğin için farkında bile olmazsın. İşin kötüsü de bu. Küflendiğimizin farkında olmamak! Onun için arada bir kendini terk etmek, dışarıyla halleşmek iyi gelir her yaşayana. Gidip insanlığın o ortak soluğunda, ortak kaynağında kendimizi tazelemek her türlü sağlığımız için çok önemli.
Ve evrenselliğe yönelmek, varlığı bütünüyle kucaklamak. Evrenselliğin başlangıcı, başka topraklarda, başka gökler altında da kuşların, çiçeklerin, insanların güzel olabileceğini kabul etmektir. Bulduğun güzellikten kendine pay çıkarmak... Bilgi herkesin yitik malı olabilmeli ve bulduğumuz bilgi ve güzelliklerle kendimizi yeniden yoğurabilmeliyiz ki şiirle dönebilelim.
Doğduğunuz coğrafya… Acının, trajedinin, kayıpların yuvası… Türkiye'nin içinde bulunduğu bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz, dışarıdan bakan gözler neler görüyor?
En çok “insan”a ihtiyacımızın olduğu bu zamanlarda dünyamız ne yazık ki birbirlerine güç satmaya, heybet satmaya yeltenen King Kong’larla dolu. King Kong’dan fatih de çıkar, kahraman da, gaddar da çıkar, despot da ama insan çıkmaz, derdimize çare çıkmaz. Global bir seferberlik olmadan, elli yıl bilemedin yüz yıl sonra yaşanılamaz hale gelecek dünyamızdaki ekolojik, sosyal, siyasal sorunlarımıza çözüm çıkmaz. King Kong bizi kendinde var edemez, buna idraki, gücü yetmez. Önce biraz dil, şiir, sanat öğrenmeleri, yontulmaları gerekiyor ki kendilerine ve de bize faydaları dokunabilsin.
Türkiye özelinde de durum iç açıcı değil. Bölünmek, yok olmak korkusunun totaliter yapıyı beslediği bir sarmal, bir fasit daire. İktidarı, muhalefeti, toplumuyla, Türkiye kendi kuruluş sürecinin ve 1930’lu yılların totaliter, dışlayıcı mantığından bir türlü çıkamıyor, hâlâ böyle bir mantığın içinde olduğunu bile kabul edemiyor. Ve bu dairede «dönüp dönüp bina okuyor». Olan da dirilerimize, ölülerimize, sokaklarda sürüklenen bedenlerimize oluyor.
Ama insandan umut kesilmez derler ya… Türk bin yıldır hüküm sahibi olduğu bir coğrafyanın hal-i hazırının da kendisinden sorulduğunu unutmaz, muhasebesini yapıp, payına düşeni düzeltirse Kürd'e de, Arab'a da, hatta Pers'e de düzelme fırsatı çıkabilir. Sorumluluk bunu gerektirir. İmparatorluk bakiyesi olmak, bu coğrafyanın bin yıllık devlet geleneğinin devamı olmak gibi bir iddia, bu çıkmazdan kurtulmak için diğerlerine örnek olmak, ufuk açmak borcunu da beraberinde getirir.
Dört imparatorluğun ‘dağ ayısı’, Yunan, Pers, Arap ve Türk imparatorluklarının ‘vahşi’si olarak yaşamış olmak, yaşamak da herkese nasip olmaz bir deneyim. Bu zoraki deneyimden, diğerlerini de aydınlatabilecek bir oluş bilgisi, bir tahammül bilgisi çıkarmak da Kürdün uzağında olmayan bir şey belki. Bütün bir coğrafya olarak birbirimize yardım etmek, bizi bu cehennemden çıkarıp hep birlikte var edecek aklı, cesareti, feraseti bulmak zorundayız. Bir on yıl daha, bir otuz yıl daha oyalanmadan hep beraber bulmak zorundayız. Yoksa hep birlikte telef olduk/oluyoruz. Yazık oluyor, günah oluyor hepimize.
Şeyhmus Dağtekin hakkında
1964 yılında Adıyaman’ın Harun Köyü’nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adıyaman’da, yüksek öğrenimini Ankara’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu'nu 1986’da bitirdi, 1987 yılında Fransa’ya gitti. Halen Paris'te yaşıyor, Fransızcanın yanı sıra, Türkçe ve Kürtçe de yazmaya devam etmektedir.
Bugüne kadar Fransızca olarak 10 şiir kitabı, bir de (Varlığın Öteki Yüzü adıyla Türkçeye çevrilmiş) romanı yayınlandı. Juste un pont sans feu kitabı ile 2007'de Fransız dilinin en önemli şiir ödülü olan Mallarmé Şiir Ödülü’nü kazandı. 2008'de ise aynı kitapla Fransız Akademisi Théophile Gautier Şiir Ödülü’nü aldı. Elégies pour ma mère adlı kitabı 2015 Uluslararası Benjamin Fondane Şiir Ödülü’ne layık görüldü. (DM/AS)