Sendika özgürlüğünü de toplu pazarlık hakkını da belirleyen tek ve en önemli unsur grev hakkıdır. Grev hakkından yoksun bir evrende ne toplu pazarlıktan, ne de sendikal özgürlükten söz edilebilir. Her üçü de birbirini tamamlayan, birbirine vücut veren etkenlerdir, birbirlerinin olmazsa olmazıdır.
Kamu yönetiminde reform amacı ile harekete geçen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı'nın amacını ortaya koyan 1. maddesinde "insan hak ve özgürlüklerine" saygılı bir kamu yönetimi hedeflendiği ileri sürülmektedir.
AKP'nin insan hak ve özgürlüklerinden ne anladığı ise, cam işçilerinin grevini erteleme adı altında yasaklayarak sendikal hak ve özgürlükleri ortadan kaldırması ile anlaşılmış bulunmaktadır.
AKP, iktidarı grev yasaklamada hiçbir engel tanımazken, bu kararları almadaki gerekçelerinde pervasız olmayı tercih etmiş bulunmaktadır. Kuşkusuz, bu tutum emek düşmanlığından başka bir şeyden kaynaklanmamaktadır.
Keyfilikle yasallık arasındaki fark
Nitekim, ilk kez bir Başbakan, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) Kongresinde sendikalı işçileri, üstelik misafiri olduğu yerde, azarlama cüretini göstermiştir.
Kuşkusuz, bu tutum bugün ve yarın izlenecek olan politikaların da bir göstergesidir. İlk işaret cam işçilerinin erteleme adı altında yasaklanan grevidir. Ancak, sorun basit bir "erteleme" adı altındaki yasak değildir. Sorun sendikal özgürlüklere, toplu pazarlık hakkına vurulan bir darbe olduğu gibi, artık grev hakkının da kaldırılması sorunudur.
Hükümet sözcüsü, "grev ertelemesi"nin yasal olduğunu ileri sürmektedir. Hayır, bu ne hukuksal ne de yasal bir karardır, tamamen keyfi, "görülen lüzum üzerine" alınmış bir karardır, yasal hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Keyfilikle yasallık arasında bir fark olmadıkça, hukuk da olmaz, yasaların da bir anlamı kalmaz.
Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu'nun (TİSGLK) 33. maddesine göre bir grev, Bakanlar Kurulunca ancak genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte ise ertelenebilir.
İdari bir karar olduğu için de, Bakanlar Kurulu'nun kararının denetimi ve yasaya uygunluğu açısından Danıştay'a yürütmeyi durdurma ve iptal davası açma hakkı düzenlemiştir.
Ancak, Türkiye'de uygulamada, Bakanlar Kurulu'nun grev erteleme ile ilgili aldığı kararların arkasında genel sağlık veya milli güvenliği bozucu nedenlerden çok, sermayenin istekleri ve çıkarları doğrultusunda "görülen lüzum üzerine" grevi erteleme adı altında yasaklama amacı yatmaktadır.
Gerekye verilen anlamın önemi
1980 öncesinde de İş Hukuku doktrininde çok sıkça eleştirilen grev ertelemesi, ne yazık ki 1980 sonrasındaki yasal düzenleme ile iyice amacından uzaklaştırılmıştır.
1983 yıl ve 2822 sayılı TİSGLK'nın kaynağı 1963 yıl ve 275 sayılı TİSGLK'nın grev ertelemesi ile ilgili maddeleridir. 1963 yılındaki yasa Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) görüşülürken, hükümete grev ertelemesi yetkisinin verilmesi ciddi tartışmalara yol açmıştır.
Yasayı hazırlayanlar, genel sağlık ve milli güvenlik nedeni ile grev ertelemesinin ICFTU'ca da eleştirildiğini belirtiyor, "memleketin güvenliği ve sağlığı terimine verilecek anlamın" önemli olduğuna vurgu yapıldığını, bu kavramların "dar anlamda yorumlanması"nın gerektiğine dikkat çekildiğini açıklıyorlardı.
ICFTU, hükümete ilettiği görüşte bu kavramların dar anlamda alınması için garanti sağlanmadığı takdirde bu gibi terimlerin hükümetçe kötüye kullanılabileceği uyarısında bulunmaktaydı. Dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit de bu garantinin sağlandığını belirtmektedir.
Ecevit'in belirttiği bu garanti ise Danıştay'ın bir hafta içinde karar vermesi şartı konularak sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak, uygulamada bunun pek gerçekleşmediği bilinmektedir. Oysa, o dönemde Danıştay'ın hükümetten de ileri karar alarak, bu kavramları geniş yorumlayacağı belirtilmişti. Ne yazık ki, bir kaç istisna hariç, Danıştay böyle bir yoruma sıcak bakmamıştır.
Erteleme kararı, hukukun sonudur
Üstelik, Danıştay'a yol gösterecek TBMM tutanaklarında bu kavramların nasıl yorumlanması gerektiğini belirten açıklamalar bulunmaktaydı.
Örneğin Balıkesir milletvekili Ahmet Aydın Bolak "Milli güvenlik, benim anlayışıma göre , milli bekayı tehdit eden halin mevcudiyetidir" derken soruna önemli bir açıklama getirmekteydi.
Nitekim Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yönetmeliği'ne göre de milli güvenlik "dışardan ve içeriden yapılabilecek her çeşit taarruzlara, bozguncu teşebbüslere, tabii afetlere ve büyük yangınlara azimle karşı koyabilmek, Devlet otoritesini muhafaza ve devam ettirmek ve bir savaştan galip çıkabilmek için bütün kudret, gayret ve faaliyetlerin tam olarak kullanılması"dır.
Bu durumda cam işçilerinin grevini milli güvenlik gerekçesi ile "erteleme" adı altında yasaklamak ne yasaldır, ne de hukuksal. Tam tersine yasalar ile tanınmış hakların, sendikal hakların ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle bu karar, basit bir grev "ertelemesi" kararı değil, hukuka siyasetin ve iktisadi nüfuzun dahil edilmesi kararıdır.
Bu nedenle, bir bakıma hukukun da sonudur. Çünkü yasalarla düzenlenmiş en temel hakları ortadan kaldırmaktadır, onaylanmış olan uluslar arası temel sözleşmelerle güvence altına alınmış hakları yok etmektedir.
Karar, hükümetin yönünü gösteriyor
Bakanlar Kurulu'nun bu kararı ilk değildir. Hatırlanacağı gibi daha önce lastik iş kolunda da grevler "erteleme" adı yasaklanmıştı, cam işçilerinin bir önceki grevin de olduğu gibi.
Cam işçilerinin 2001 yılında yasaklanan grevi ile ilgili olarak Danıştay'ın 10. Dairesinin tetkik hakimi ve savcısının yürütmenin durdurulmasına yönelik görüşü Nöbetçi Daire tarafından ikiye üç çoğunlukla benimsenmemişti.
Kuşkusuz bu durum, kırk yıl önce, 1963 yılında grev ertelemesi ile ilgili düzenlemeye eleştiri getiren Kütahya milletvekili Sadrettin Tosbi'nin kaygılarını doğrulamaktadır. Tosbi büyük bir öngörü ile şöyle diyordu:
"Şimdi ben korkarım, burada hükümet bu tasarrufları kullanırken işçinin karşısına bir taraf olarak çıkmasın. En büyük tehlike buradadır. Bu tehlike o kadar büyüktür ki, hükümet bu tasarrufu tam yerinde kullanmaz da şu veya bu politik sebeplerle buna tevessül edecek olursa, o vakit işçinin üzerinde; Hükümet, işçinin haklarını vermeye yanaşmayan, ona hasım olan, hasım demeyelim de ona karşı olan ve işveren tarafını tutan bir organdır. Bu zaaftan korkuyorum, en büyük tehlike burada mündemiç. Binaenaleyh, bunu objektif esaslara bağlarsak ilerisi için Hükümete teveccüh edebilecek olan isnatların da önüne geçmiş oluruz".
Kırk yıl sonra da yaşananlar S. Tosbi'nin kaygı ve korkusunun yersiz olmadığını gösteriyor. Görülen lüzum üzerine işveren tarafını tutan hükümet, sadece bir grevi ertelemiyor, en temel hakları ortadan kaldırıyor. Ortadan kaldırılan bu haklar sadece çalışma yaşamı ile sınırlı kalmayacak. Bunlar hükümetin yönünü gösteren önemli verilerdir. Yön hukuksuzluğa, otoriterliğe doğrudur. Buna razı olup olmamak ise başka bir sorundur. (BB)