Bir işkence metodu olan kaybetmenin de tarihi, yeri ve hedefi bellidir. İşkence pratiğinin sınırları ve geçerliliği uluslararası hukuk kurumları tarafından belirlenmiştir. Bu kurumların meşruluğu ulus- devletlerin kendi hukuk limitlerini uluslararası alana bırakmalarıyla gerçekleşir.
Eylemli varoluşa evrensel sınırlamalar ve tanımlar getirmenin yeni özgürlük alanları açtığı iddia edilirken, ulus- devletlerin uluslar arası hukuk alanına uzak durması beraberinde, Avrupa kurgusunun dışında kalma tehlikesini de getirebilirdi.
Istırap ve işkence
Türkiye de bu sürece eklemlenme idealini 1988 yılında Birleşmiş Milletleri'nin "İşkence ve başka zalimce, insanlık dışı ve onur kırıcı davranış ya da cezaya karşı sözleşmesi"ni imzalayarak, kendini denetleyecek bir üst kuruma da izin vererek göstermiştir.
Kabul edilen, Birleşmiş Milletler'in işkence tanımı üç temel unsurdan oluşur: eylemin fiziksel ya da ruhsal ağır acı ve ıstırap vermesi, kamu görevlilerinin rızası veya teşvikiyle yapılması; bilgi almak, cezalandırmak ya da korkutmak gibi belirli bir amaçla yapılması.
İşkencenin meşru zemine çekildiği tanım da "Ancak kanuni yaptırımlardan kaynaklanan, yaptırımın doğasında bulunan veya bu yaptırımlara bağlı acı ve ıstırap işkence sayılmaz" yasasıyla belirtilmiştir.
Şiddeti tek elde toplamak
İşin içinde kamu görevlilerinin olması hem işkence pratiğini sistemli bir devlet politikası olarak incelememize hem de tartışmayı sosyal bilimlerin diline dönüştürmemize olanak sağlar.
Örtülü bir devlet politikası olarak işkence, Tilly'e göre devletin, şiddeti tek elde toplayan unsur olma tanımını da pekiştirir.
İşkence tarihinde bir seçenek olarak kaybetmek, Türkiye özelinde 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan süreçle kesişmektedir. Cuntanın darbeyi meşrulaştırmak üzere ileri sürdüğü gerekçelerin en önemlileri siyasi nedenle çatışmalarda dökülen kanlar ve süregiden "kardeş kavgası"ydı.
Kardeş kavgasına son verme operasyonu gözaltı, tutuklama, işkence ve nihayetinde kaybetme aşamalarıyla operasyonun sairlerinin unutulmasına dönüştü. Belgelemek ve kayıtlara geçirmek gözaltına alınan kişinin devlet himayesinde olduğunu garantileyen gösterge olmakla birlikte, kaybetme politikası bu kontrol mekanizmasını da dışlamaktadır.
Kayıpların son Hasan'ı
Kaybedilecek insan ilk gözaltı aşamasında kayıtlara geçirilmez, böylelikle devlet sözleşmelerle kabul ettiği hukuksal yaptırımlar alanından çıkmış olur. Jandarma İstihbarat ve terörle mücadele birimi tarafından kaçırıldığını iddia eden Hasan Polat bu süreci şöyle anlatıyor:
"Gözlerim açık sorgulanıyordum, bu beni oldukça şaşırttı...ölüm mangasından biri de uzun uzun devletin kayıp politikasını anlattı: 'Burada hiçbir onur kırıcı davranışta bulunulmayacak ve polisteki gibi işkence yapılmayacak çünkü kayıpların son Hasan'ı olacaksın. Burada iki gün süren var bu süre içinde tavrın değişmezse ikinci gün sabah üç sularında infaz edilerek diğer kayıpların yanına gideceksin.'."
Kaybetme ve kimliksizleştirme
Devlet, yasal prosedürlerinden farklı bir kurgu oluşturarak, bilinmezlik unsuruna dayalı 'ifade' alma mekanizmalarıyla işini görmeye çalışır. Gözleri bağlı bir sorgulamaya gerek yoktur, çünkü kişi baştan kaybedilmiştir ve kimliksizleştirilmiştir.
Tecrübe ettiği her şey kayıp aleminde geçersizleşmiştir. Karadelik benzetmesi bu anlamda diğer kayıpların gittiği yer olarak düşünülebilir, devletin kurduğu "gayb alemi", içinden olmasa da izlerinden takip edilebilir.
Kimsesizler mezarlığı, Adli tıp, otopsi fotoğrafları,terörle mücadele merkezleri kayıp yakınlarının sürdüğü izlerdir. Devlet kendisini oluşturduğu kayıtlı alanın dışında, örtülü politikasını da sürdürür; şiddetin tek meşru uygulayıcısı olarak, kayıt ve kayıt dışı alan,bilinen ve bilinmeyen alan birbirlerini günlük hayatta mümkün ve otoriter kılmaktadır.
Türkiye'yi ihbar hakkı
Bu anlamda kurumlar boyunca sürülen izler çoğunlukla sonuçsuz kalmakta; bazı durumlarda da devlet tutanaklarının tutarsızlığını keşif üzerinden kayıp yakınları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) Türkiye'yi ihbar etme hakkına sahip olmaktadır.
Devlet üstü bir kurum olarak AIHM ancak devletin tutarsızlığı üzerinden işleyebilir. Kaybetme politikasının getirdiği bilinmezlik, kayıtsızlık, delilsizlik durumu devletin lehine isleyen bir süreç seklinde gelişebilir.
Toplumsal düzeyde de oluşturulmaya çalışılan otorite vurgusu bilinmezliğe yaslanarak kişiler üzerinde korku yaratmakta ve mücadele alanlarını da yok etmeyi amaçlamaktadır. Aileden başka birinin de kaybedilme tehdidi, hukuksal hak arama alanlarının kapalı olması, dahası böyle bir alanın olamayacağına dair yorgun bir inanç, kaybedilen kişinin akıbeti bilinemediği için asil aile mekanından uzaklaşmama çabası ve bekleme hali tam da 80ler sonrası yerleşen devletin kişileri sessizleştirme ve sabitleme politikasının bir uzantısı olabilir. Bu dönemle birlikte sivil ya da resmi ilişkilerin arka planında gizli bir şiddet varlığını sürdüregelmiştir.
Unutturmak ve yaşatmak
Devlet için kaybın, anısını unutturmak esasken, yakınları içinse onu yaşatmak için söz almak politik eylemliliğe dönüşür. Her kayba eşlik eden hikaye ve olay, devlet, kayıp yakınları ve vatandaşlar arasında bir mücadele alanı oluşturur, tarafların anlatılarının tutarlı olması güç ilişkileri sonucunda belirir.
Devlet hedeflediği kişilerle terörizm anlatısı altında uğraşır. Tarif ettiği terörizm tanımı da olguyu politik ve sosyal bağlamından koparıp düşmanını kişisel düzeyde anlamak istemesi yönündedir. Bu sürecin devlet ağzından bir savaş olarak anlatılmasından kaçınılması hedeflerin toplu bir güç olarak meşrulaştırmak istenmemesinden dolayıdır.
Savaştan çok, olağanüstü hal ve teröristler vardır. Türkiye'de kayıp olaylarının tarihine ve bölgesine baktığımız da 1993 ve 94 yıllarında olağanüstü hal bölgelerinde toplu gözaltında kaybetmeler çok yoğun ve sistemli bir şekilde yaşanmaktaydı.
Çalınan tarih
Aynı köyden aynı gün içinde birçok insan gözaltına diye evlerinden alınabiliyor ve kaybedilebiliyordu. Aslında kaybedilenin evi, etnik kimliği, ailesi, tarihi bilinmektedir, ve devletin bekası için bunların hepsinin karadeliğe gömülmesi gerekmektedir.
Kaybetme durumunda kişiden bir haber gelmemesini, o şahısların PKK'dan oldukları ya da kaçtıkları şeklinde yorumlayarak devlet kişilerin tarihini çalar, geleceğini de kendisi kurmak ister.
Cesetlerin ortaya çıkması durumunda ise olay çatışma diye anlatılarak meşruluk iddiasından uzaklaşmamaya dikkat edilmektedir. Kayıp yakınları, kaybedilenin hatırasını canlı tutma eylemleriyle, unutturulmaya yönelen tarihi geleceğe bağlamayı ve toplumsal hafızayı her fırsatta tazelemeyi istiyorlar.
Arjantin'de kayıplar
Kayıp yakınlarının eylemi, hafızayı devletin istediğinin tersine daha politik ve toplumsal bir yere çekmeye çalışmaktadır. Cumartesi anneleri eylemi de devletin yücelttiği aile kurumunun ve fedakar anne imajının tersine döndürülüp, onu tehdit eden harekete dönüşmesi açısından önemlidir.
Benzer bir süreç, Arjantin'de 1976- 83 yılları arasında deneyimlenen darbe rejimi boyunca yaşanmıştır. Devlet düşmanlarını belirler, ve onları ortadan kaldırmaya yönelir. Bu ortadan kaldırma işlemi kişileri gözaltında kaybederek ve öldürerek, hatta onların çocuklarının toplanarak daha "vatansever" ailelere devşirilmesi yoluyla gerçekleşir.
Rejimin yarattığı travmanın izleri Arjantin'i suçluların zaten yargılanmadığı, sessiz ve pasif bir ülke haline getirme yönündeydi. Şiddet, yozlaşma, hak arama yollarının kapalılığı ya da öyle olduğuna duyulan inanç ülkenin gündelik hayatini içine alan, eylemsizleştiren ve çürüten bir şekilde normalleştirilmişti.
Kaybedilenlerin ailesi, kaybedilenler, ve onların çocukları olmak üzere üç kuşak travmanın kurbanı haline getirilmeye çabalanmıştır. Büyükannelerin hareketi, Arjantin'de ,darbe sonrası rejimde de devam eden resmi tarihin toplumsal dokuyu unutturmaya yönelik hareketini ve tarihin ordunun dilinden yazımını kiran bir yerden suskun kalmaması açısından önemlidir. Büyükanneler, her mekanı mücadele alanı olarak görüp, bulundukları yerleri hatırlatmaya yönelik kurgular.
Raylı kapı açıldı
Kayıp olgusu üzerine düşünmek, ve onu işkencenin evrildigi son süreç olarak tarif etmek, "günümüzde savaş"'in hal ve mahalline dair çıkarımlar da barındırır. Kaybetme sistematiği savaşı süregen hale sokmaktadır, ve artık bu savaş ülkeler arası savaşlardan başka, geniş bir tekinsizlik coğrafyasında korku saçarak teröre karşı ilerlediğini iddia etmektedir.
Bu savaşın mekanları da şehir içinde, özelleşmiş, parçalanmış, adresleri söylenmeyen işkence evleri ve devletin bodrum katidir.
JITEM tarafından kaçırıldığını iddia eden Hasan Polat, mekanlar üzerindeki deneyimini, "Raylı demir kapı açıldı... burası bir binanın giriş katıydı, hemen odaya alindim üstümdeki elbise ve eşyalar alindi. Oranın polis merkezi olmadığı hatırlatılarak hiçbir kayıt yapılmadı.. ' burası polis değil bambaşka bir yer konuşacaksın' dendi..." diyerek anlatıyor.
Ara mekanlar balkonlar
Kaybetme savaşları beraberinde garip bir "umut dengesi" de getirdi. Bir yandan, kayıp yakınları, günlük hayatlarını devam ettirebilmek için belli bir umutsuzluğu, yakınlarından ümidi kesmeyi biriktirmeliydiler; Yıldırım Türker bu durumu söyle anlatıyor:
"Oğullarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek için, para kazanmak için, çalışabilmek için, akşamleyin televizyon karşısında kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için,komşuları ziyaret edebilmek için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Hayatta kalabilmek için."
Gene de bir yandan kayıplarını aramak için umutlarına sahip çıkmalıydılar. Röportaj yaptığımız bir kayıp eşi, olaydan yedi sene geçmesine rağmen,halen evden pek çıkmadığını telefon gelebileceğini; balkondan içeri girmediğini, sağ ise, eşinin çıkıp gelmesini beklediğini söyledi.
Sokakla ev arasında bir ara mekan olarak balkonlar, beklenilen ev ile sokakların hareketini birleştiriyor. Kayıp aileleri çıktıkları sokaklardan rüzgarlarla dönüyorlar ve ev dar geliyor artık. (TO/BB/NM)
* Bu yazı, Sabancı Üniversitesi Kültürel Etütler Programı ile Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nün ortaklaşa düzenlediği Savaş ve Barış Atölyesi için hazırlandı ve 16 Haziran 2003'de Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Konferans Salonu'nda sunuldu.
* Tuğçe Oktay Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 3. sınıf; Barış Bekdemir Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 4. sınıf öğrencileri.