Hacettepe Üniversitesi’nden Dr. Görkem Akgöz'ün Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Ankara'da yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
(Akgöz, geçen hafta görülen duruşmasında beraat etti.)
Sayın Mahkeme Heyeti,
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayarak barış talep eden 2212 akademisyenden biriyim. Benden önce duruşmaları görülen bütün meslektaşlarım, iddianamenin asılsızlığını ve suçsuzluklarını türlü kanıtlar ve birbirinden güçlü savunmalarla defalarca dile getirdiler. Bu vesileyle, bu beyanı okuyacak kişilere, bu davada yargılanan akademisyenlerin beyanlarını okumalarını hararetle tavsiye ederim.
Bu beyanlar, bir yandan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık dönemlerinden birini ve bu dönemde devletin aydınlarını maruz bıraktığı şiddeti resmederken, bir yandan da, memlekete ve memleketin insanına dair bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz umudumuzu canlı tutuyorlar. Bugünler, şimdilerde belki de çocukluk dönemlerinde olan müstakbel meslektaşlarımız tarafından ileride tarihsel metinlere konu edilirken, bu beyanlar haklı ve güçlü seslerin duyulduğu arşiv malzemelerine dönüşecekler.
Arşivde geçirdiğim uzun ve çoğu zaman sıkıcı günlerin sonunda bu sesleri duyduğumda yaşadığım coşkulu sevinci düşünerek, benden önce beyanda bulunmuş meslektaşlarımın sözleri üzerine ekleyecek fazla sözüm olmamasına rağmen, üç yılı aşkın zamandır uğradığımız şiddetin karşısında sessiz kalmamak adına bu beyanı yazıyorum.
Ben sosyoloji eğitimi almış bir tarihçiyim; akademik hayatim boyunca iki disiplinde de dersler verdim ve araştırmalar yaptım. Dolayısıyla bu iki disiplinin birbiriyle ilişkisi üzerine de uzun uzun düşündüm.
Bu ilişkiyi kanımca en iyi anlatan C. Wright Mills’in “sosyolojik tahayyül” kavramıdır. Kavram temel olarak bir ilişkisel düşünme becerisine işaret eder: kişinin biyografi ile tarihi ayrı ayrı ve bu ikisi arasındaki ilişkileri toplumsal bağlamda anlama becerisi. Benim bu bildiriyi imzalamam işte tam da bu düşüncenin eseridir.
Çocukluğu ve ilk gençliğini 1990’lar Türkiye’sinde yaşamış biri olarak, biyografim, bana sağlanan fiziksel korunaklılığın bulanıklaştırdığı, nedenlerini anlamakta zorlandığım fakat sonuçlarından sonsuz üzüntü ve korku duyduğum şiddet olaylarının gölgesinde şekillendi.
Yirmi bir yaşında sosyolojik bir araştırma için Mardin’e giderken, şehirlerarası otobüsün farları “Kızıltepe” levhasını aydınlattığında, korkudan yüreğim öyle bir hoplamıştı ki başım yasladığım cama çarpmıştı, acısını hiç unutmam. Bu yer isminin zihnimde birbirine karıştırarak yarattığı görüntü ve seslerden bugün hala korkarım; bir zamanların haber programı “Panorama’’nın “çatışma, ölü ele geçirilme, bombalama, şehit, cenaze” kelimeleriyle dolu anlatısının jenerik müziği bugün, bu yaşımda bile ürpertir beni.
Üniversiteyi bitirip, devlet bursuyla yurtdışına yüksek lisans ve doktora yapmaya gittiğimde, resmi tarih anlatısının zincirlerinden kurtulup eleştirel tarihçiliğin insanı bir yandan huzursuz ederken bir yandan da özgürleştiren düşünme biçimiyle tanıştım. Mesleğimi daha o zamandan çok sevdim, çocukken hayalini bile kuramadığım okullarda eğitim görebildiğim için de kendimi hep şanslı hissettim. Çalışmalarımı bitirip mecburi hizmetimi yapmak üzere Türkiye’ye dönerken, benim eğitim ile ilgili sahip olduğum bu şansa sahip olamayan öğrencilerime ve onların nezdinde Türkiye toplumuna büyük bir sorumluluk duyuyordum.
Hoca olarak ders vermeye başladığımda bu sorumluluk duygusu katlanarak büyüdü. Verdiğim sosyoloji ve tarih derslerinin tamamına sosyolojik tahayyül kavramıyla başladım, dönem sonlarında öğrencilerimin çoğunun gözlerindeki parıldamayı, dünyayı anlamaya yönelik bu yeni kavrayışa yordum.
Bu kavrayış, kişisel başarı ve başarısızlıklarımızın, özgür irademizle verdiğimizi düşündüğümüz kararlarımızın, bizi sınırlayan zorunluluklarımızın ve karşılaştığımız fırsatların tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş süreçlerin ürünü olduklarına işaret ederken, aynı zamanda bireyin düşünce ve eylemlerinin bu süreçlerin yeniden üretiminde ya da kesintiye uğratılmasında etkili olduklarını da gösterir.
Bu ikinci husus, biz sıradan insanlara evrensel, tarihdışı ve kaçınılmaz görünen olgu ve pratiklerin, aslında bir sosyal inşa sürecinin ürünü olduğunu göstermesi açısından da özellikle önemli. Demek ki eleştirel bilginin ve bilme biçimlerinin doğal bir sonucu, içinde yaşadığımız toplumun işleyişine sorgulayıcı bir yeniden bakışı ve dolayısıyla onu yeniden kurmayı olanaklı kılması.
Benim ders hazırlayıp anlatmakla meşgul olduğum dönem aynı zamanda Türkiye toplumunda hızlı ve dinamik değişimlerin de yaşandığı bir dönemdi. Kamuoyunda çözüm süreci olarak anılan süreçte çoğumuz gibi ben de nihayet yıllardır süren şiddet ortamının sona ereceğini ve toplumsal adalet zeminin örüleceğini düşünerek umutlandım.
İşte bir ezber daha gözümüzün önünde yıkılıyor, konuşulamaz addedilenler konuşuluyor, kurulamaz dediğimiz diyaloglar kuruluyordu. Bu dönemdeki toplumsal umut dalgası öyle derinden hissedilmiş, o kadar sevinçle karşılanmıştı ki yakın çevremde geleceğe dair umutları arttığı için çocuk sahibi olma kararı alan arkadaşlarım oldu. Buyurun size bir kez daha biyografi ve tarihin iç içe geçmişliği!
Fakat bizim memleketimizde sular hızlı akar ve sık yön değiştirir. Barış köprüsü 2015 sonbaharında başımıza yıkıldığında, o çok derin umut dalgasının yerini dehşetli bir umutsuzluk kuyusunun aldığı günler yaşıyorduk.
Ben de etrafımdaki pek çok kişi gibi, her gün gelen sokağa çıkma yasakları, hak ihlalleri ve can kayıpları haberleri karşısında çaresizlikten başka bir duygu hissedemez haldeydim. Gündelik aktivitelerimi zorlukla sürdürüyor, ders anlatırken çoğu kez kendi sesime yabancılaşıyor ve çoğu kez hayatin sanki her şey yolundaymış gibi gidişi karşısında öfke duyuyordum.
Bu dönemde yaşanan hak ihlallerini kamuoyuna yansıyan haberler, Mazlum-Der ve BM gibi örgütlerce hazırlanan raporlar, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) raporu, Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) Cizre ziyaretinin ardından 18 Eylül 2015’te kaleme aldığı rapor, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun (TİHK) 2015 yılına ilişkin faaliyet raporunda yer alan insan hakkı ihlallerine yönelik başvurular, Diyarbakır Barosu, Gündem Çocuk Derneği, İnsan Hakları Derneği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 14.12.2015-02.02.2016 tarihleri arasında 79 gün süren sokağa çıkma yasakları sırasında yaşananlara ilişkin, 31 Mart 2016 tarihli ortak Cizre Gözlem Raporu gibi belgelerden okudum.
Bu belgeler, yaşanan çatışmalar esnasında çatışmanın tarafı olmayan çok sayıda yurttaşın hayatını kaybettiğini ve haftalarca süren sokağa çıkma yasakları esnasında yurttaşların en temel haklarının yoğun biçimde ihlal edildiğini gösteriyordu. Bunların arasında beni en çok etkileyen iki olay çatışmalarda öldürülen Taybet İnan’ın ve cenazesi derin dondurucuda bekletilen Cemile Çağırga’nın uzun süre defnedilememeleriydi.
Bu raporlarda yazılanlar daha sonra Şubat 2017 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin raporunda şu sözlerle özetlendi: “Binlerce ölümden, özel ve kültürel mülklerin geniş ölçekte yıkımından ve yerel halkın büyük oranlarda yerinden olmasından büyük endişe duyuyoruz.”
Barış bildirisini sosyal medya üzerinde gördüğümde, aklıma Rosa Luxemburg’un beni çok etkileyen bir sözü düştü: “Birinin yapabileceği en devrimci eylem, olan biteni daima yüksek bir sesle duyurmaktır.” Bildiri benim için tam olarak bu işlevi gerçekleştirecekti: Ne olduğunu öğrenmiştim ve bu beni tarih karşısında sorumlu kılıyordu. Her gün aldığımız haberler karşısında derse girip, hiçbir olağanüstülük yokmuş gibi davranmam mümkün değildi. Olayların bu korkunç gidişatı karşısında yapabileceklerimin en azı olarak görerek metni imzaladım ve kişisel olarak durduğum noktadan, şiddet tarihinin bu sayfasına dair bir itiraz yükselttim.
Bu esnada ne kendi okulumda ne de başka bir üniversitede imza atan herhangi birinin olup olmadığını bilmiyordum, bunu merak etmedim bile. Günün sonunda, yaptığım şu anda mahkemelerinde yargılandığım T.C. Devletinin, çok değil birkaç sene önceki politikasına geri dönmesini, çatışma ortamında meydana gelen yıkıma ve hukuk dışı fiillere son vermesini ve silahlı çatışmanın yerini birkaç ay öncesinde olduğu gibi siyasi müzakereye bırakmasını talep etmekten başka bir şey değildi.
Taleplerden biri de daha çok kayıp olmadan tarafsız gözlerle durumun değerlendirilmesiydi ve bu talep devlet yetkililerine yöneltilmişti. Bu devletin bir vatandaşı, onun üniversitesinde çalışan bir akademisyeni olarak, bildirinin kamuoyuyla paylaşılmasının ardından “Neden terör örgütüne de seslenmediniz?” eleştirisini ilk günden beri yersiz ve anlamsız buluyorum.
Bu mahkemelerde bize isnat edilen bir başka suç da “birilerinin talimatıyla hareket etmek” tir. Pek çok meslektaşım gibi, bu isnattan ben de hem kendi adıma hem de Anadolu’da yüzyıllardır haksızlık ve adaletsizlik karşısında yükselmiş tüm sesler adına son derece rahatsızım.
Mahkeme heyetinin, bu ülkede, kendi kendine fikir üretip, ürettiği fikri hür iradesiyle savunabilecek kişiler yetişemeyeceğine inanmadığına inanmak istiyorum. Birilerinin talimatıyla imza attıklarını iddia ettiğiniz Barış Akademisyenlerinin hepsinin yaşamı, yıllardır süren bir okuma, yazma, düşünme ve tartışma faaliyetinden ibarettir. Bu emeklerin dönüştüğü somut fikirler iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyebilir, ancak buradan karşıdakinin özgür ve eleştirel düşünme becerisinden mahrum olduğu yargısına varmak kolaycılıktır.
Memleketimizin hukuk fakültelerinde verilen eğitimin bu kolaycılıktan başka düşünme biçimlerini mümkün kıldığına inanmak istiyorum.
Türkiye tarihi, tıpkı bugün bizim başımıza geldiği gibi, bir dönem hüküm süren kişi ve düşüncelerin tarih ve bazen de hukuk önünde mahkûm olurken, başka bir zaman yargılanan kişi ve düşüncelerin toplum nezdinde ve bazen de hukuk önünde aklandıkları örneklerle doludur.
İçinden geçtiğimiz anda ileride bu tarihsel örneklerden biri olacak; bu suyun yönü yine, yeniden değişecek. Demek ki bugünün kendini bir aciliyet olarak dayatan “suç ve suçlu yaratma” telaşından uzaklaşıp, meselelere tarihin lensinden bakarsak, bizim bu kaygan siyasi zeminden bir başka zemine ihtiyacımız var, zamanın karşısında daha güçlü duracak bir başka zemine. Bu zemin hukukun üstünlüğü zeminidir.
Barış Akademisyenleri yargılamaları bu zemine hiçbir şart ve koşulda oturmamaktadır. Hakkımızda hazırlanmış olan iddianamede, bize isnat edilen ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlamasına kanıt olacak somut herhangi bir delil bulunmamaktadır. İmzaladığımız bildiri şiddet çağrısı yapan veya şiddet çağrışımı yaratan herhangi bir sözcük veya kavram içermemektedir.
Barış talebi ile terör propagandası fikrinin bir araya getirilmesi mantıken kabul dışıdır. Attığımız imza hem Türkiye Cumhuriyeti Anayasası hem de Türkiye Cumhuriyeti devletinin kabul ettiği uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Üç yılı aşkındır devam eden bu süreçte, türlü tehditlere maruz kalan, ülkeyi terk eden, işini kaybeden, bunların da ötesinde hayatına son vermeyi seçip canını kaybeden akademisyenler oldu. Ülke akademisinin en değerli akademisyenlerinden pek çoğu üniversiteden uzaklaştı, üstelik akademik üretime ayıracakları zaman ve emeği bu mesnetsiz iddiaları savuşturmak için harcadı. Mahkemeleriniz bu temelsiz iddianamenin kovuşturulmasıyla meşgul edildi.
Bu zaman ve emek israfını durdurmak, bu dava sürecinde gerçekleşen hatalar silsilesini düzeltmek elinizde. Bu mahkemelerde vereceğiniz her karar ülkemizde hukukun üstünlüğüne duyulan ihtiyacı ya daha da derinleştirecek ya da o ihtiyacın giderilmesine bir nebze de olsa katkıda bulunacaktır.
Dolayısıyla, burada alınan benim ve diğer akademisyenler hakkında bir karar olmaktan ziyade, Türkiye toplumunun tamamının geleceğini ilgilendiren bir karardır. Sorumluluğunuz çok büyük ama işiniz de ona mukabil kolaydır.
İddianamede şahsıma isnat edilen suçlamaları kabul etmiyorum. Suç işlemedim. Yaşam hakkı ve insan hakları ihlallerinin son bulmasını istedim. Beraatımı talep ediyorum. (GA/TP)