Birinci Dünya Savaşı'nın fiziki ve psikolojik yıkımını yaşayan milyonlarca insanın içinden bir tek kişi; hem bedeni, hem de ruhunda oluşmuş tahribattan bir nebze şikâyetçi olsaydı, belki İkinci Dünya Savaşı olmayacak, olsa da belki o korkunç Yahudi Soykırımı'yla, ırkçılık insanlığa en büyük gazaplarından ve utançlarından birini yaşatmayacaktı.
Savaşın içinde olsun ya da olmasın, Yahudi olsun ya da olmasın; atlasın dört bir yanında soluyan herkesin başını önüne eğdiren tarihin o en zalim şerhi yüzümüze, değil hastalığından şikâyet etmek, o hastalığı kabullenmeye dahi ömrünce yanaşmamış bir zavallı korkağın içindeki kirle nakşolacaktı.
Belki bu yüzden, Osman Pamukoğlu'nun karşısında şaşkınlık ve dehşet içinde şuna benzer bir şey diyordu Evrim Alataş: "Yaşamı boyunca savaşmak ve öldürmekten başka bir şey düşünmemiş, bilmemiş insanlar, hayatın ve barışın dilini konuşamazlar." Yine bu yüzden faşizm ve militarizm bir suç olduğu kadar; yalnızca yakalananların değil, dikkat edilmediği takdirde hepimizin ömrüne sızması mümkün bir hastalıktı da aynı zamanda.
O ilk dünya savaşının son günlerinde Posewalk bölgesindeki revire getirilen genç onbaşı; nadir aralıklarla nüksederek başlayan ve gitgide yoğunlaşan bir görme bozukluğu sorunu yaşadığını söylemişti.
İlk muayenelerin ardından, kısa süre önce atlattığı bir gaz zehirlenmesinin bunu tetiklemiş olabileceği tanısını koyan doktorlar bu onbaşının, özellikle iki ayrı uzmanın kontrolünden geçmesine karar vermişlerdi.
Gözlerindeki rahatsızlıkla Ernst Weiss ilgilenecek, bir psikiyatrist olan Edmund Foster ise 'hasta'nın, "eğer varsa", diğer şikâyetlerini dinleyecekti.
Evet, bir psikiyatrist. Çünkü o doktor, genç askerin aslında bir ruhsal bozukluk nedeniyle körleşmiş olduğunu teşhis etmişti. Ve belli ki, haklıydı da. Çünkü o onbaşı, bir sonraki dünya savaşının cellâdı olmaya o günden bilenmeye başlamış, Adolf Hitler'den başkası değildi.
Görev ve vicdan
Doktor Ernst Weiss, Hitler'i tedavi ettiği o dönemi, onun yükselişini gördüğünde yazmaya karar verdi. Aldığı muhalif tavırla her zaman faşizmin karşısında konuşlanan bu doktor; Naziler'in esas vahşetinin henüz başlamadığı 1938 yılında tamamladığı kitabında; bütün iç sorgulamalarına, azap ve pişmanlıklarına karşın, kendisini sadece "Der augenzuge" diye takdim etti. Yani, "görgü tanığı".
Ama bir doktor olarak yapması gerekeni yaptığını düşünecek ve dillendirecek kadar idealist bu adam, sıradan bir insan olarak hayatı boyunca peşini bırakmayan hesaplaşmalar yüzünden de eksildikçe eksildi.
"Hayatı boyunca" dediğime bakmayın... Savaş başlar başlamaz Paris'e sürgün edilen Weiss, bundan on ay sonra Almanlar şehre girdiğinde, yaşamına son verdi. Hitler'e bile sunduğu fırsatı kendisinden esirgeyen, Alman edebiyatının devi Franz Kafka'nın "olağanüstü bir yazar" dediği doktorun, onbaşı Adolf'la geçirdiği süreyi 'gerçeğe dayanan bir kurmacayla' anlattığı "Görgü Tanığı" kitabı ise, ölümünden tam 23 yıl sonra, 1963'te yayımlanabildi.
"Zamanların en iyisi(ydi), zamanların en kötüsü(ydü)"
Sarmaşık gibi örülmüş uzun ve karmaşık cümleler de barındırmasına rağmen, yine de basitliğin şaheseri sayılabilecek "İki Şehrin Hikâyesi" romanının sonunda Charles Dickens'ın, manzaranın son halini tarif ederken yazdığı cümle; bizim bugünümüze ve durduğumuz ya da duramadığımız yerlere, tüm kafa karışıklıklarımıza, bazan berraklığın içinde dahi bulanıklaşabilen gözlerimize, tanıklıktan çok suç ortaklığına yahut en iyi ihtimalle 'şahit yazılmamaya' meyyal reflekslerimize hâlâ geçerliliği olan açık bir tedavi çağrısı mahiyetinde bence:
"Eskiyi yok edince ortaya çıkan sıra sıra yeni despotlar..."
Hastalığın kabulü, onları da görmeyi becerebildiğimizde başlayacak. Sonra da tedaviye cevap vermek gerekiyor elbet.
'Suç ortaklığı' diyorum, çünkü "ölmüş kuşaklar"ın yakın bir döneme ancak, gerçek(çi)liği izlemek yerine oradan sapmaya neden olacak kadar sakatlanarak ulaşmış tavizsiz, radikal ve irrasyonel diyalektiği, bugün, yerini gerçek(çi)liğin yine ısrarla ıskalandığı bir taraftarlığa bırakmış görünüyor. Herhalde, yalnızca 'kendi ülkesinin' değil, tüm dünyanın ve insanlığın kritik dönemeçlerinde taraf olmak; bizi taraf olsak da, (tıpkı Weiss'ınki gibi) kimi ilkeler gereği bazı şeyleri yapmaya mecbur kılan yükümlülüklerimiz olduğunu duyumsadığımızda ise hiç değilse tanık olmak ve bunu açıkça ortaya koymak, en söz edilmeye değer özelliklerindendir insanlığımızın. Ancak, holiganlardan hiç hoşlanmayan düşünce insanlarının bile başkaca konularda içine düştükleri kör taraftarlık, fanatiklik, "eskiyi yok edince ortaya çıkan sıra sıra yeni despot(luk)lar"ı teşhis ve tedavi edebilmemizi zorlaştırmak dışında bir şeye yaramıyor bugün.
Masumiyet karinesi: Havada, karada, denizde ve tuvalette!
"Ergenekon davası kapsamında" apar topar götürülen Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın, gazeteciliklerinden 'ideolojilerine' kadar neredeyse bütün özelliklerinin; söylem ve görüntüde aynı dava ile tutuklanmış, ama mesleklerinden evvel nefrete, ayrımcılığa mesai harcamış diğerleriyle kıyaslandıkları yangına bir odun da Etyen Mahçupyan'dan geldi geçtiğimiz günlerde.
"Çorbadaki kıl"1 başlıklı yazısında Mahçupyan, bir 'demokrat' olarak bunca zaman talep ettiğini sandığımız her şeyi yerle bir ederken, sadece bireysel adalet anlayışını değil, bütün toplum için istediği 'adaleti' de tüm çarpıcılığıyla göz önüne seriyordu. Burada savunduğu şeylere aklın yolundan belli itirazlar dillendirenleri ise dün yine aynı gazetede yer alan "Tenzih"2 yazısında, 'niyetleri' üzerinden vurmaya davranıyordu bu kez.
Bugünkü siyasal iktidara yönelik küçük-büyük eleştirilerin hepsini aynı kefeye koyarak, bunları dillendirenlere "Kemalist", hatta direkt "CHP'li"; Kemalist rejimi ve ana muhalefeti eleştiren herkese de "AKP'li" yaftasını yapıştırmak 9 yıldan bu yana memleketimizdeki çoğunluğun iştirak ettiği bir davranış biçimi. Bundan enikonu bir 'politika' devşirdiğini sananlar olduğu gibi; aynı şeyi evinde, iş yerinde, sokakta 'kendi imkânlarıyla' yapanlar da var. Ve tabii, bununla medyalananlar da! Ancak Mahçupyan'ın, hem de işi ezelden beri 'mantık dışı' addettiği niyet okumaya vardıracak kadar bu taraflardan birine dahil olması, kendi birikiminden ve analitik zekâsından beklenen sonuç olamaz.
Hükümete yönelik tavırların tümünü toptancı bir yaklaşımla, bugüne kadar kolonlarına sağlam ve çoğu zaman gerekli darbeler indirdiği o geniş mi geniş Kemalizm parantezine hapsetmek, bence bunlarla itham edilenlerden çok, Mahçupyan'ın kolayda durduğunun alametidir.
Ya da liberalizmi fazla kaçırmış herkes gibi enternasyonal sosyalistleri, dolayısıyla antikapitalistleri; muhafazakâr demokrasi diye yutturularak, her fırsatını bulduğunda kişisel ve toplumsal özgürlüklerimize darbe indirme heveslisi despotları ve yine fırsatını bulsa tek partili rejime dönerek o eski şaşalı günlerindeki gibi iktidar olma hayalleri kuranları gördükleri kadar gözlerinin görmemesini unutmuş olan bizler, kendi hapsedildiğimiz yeri görmediğimiz için yetersizliğimizle ciddi şekilde yüzleşmeliyiz artık. Çünkü özgürlüklerden bahsedenler, her tür iktidardan aynı özgürlükleri talep etmiyorlarsa, onlar gerçek bir özgürlük istiyorlar diyemeyiz.
Mahçupyan'ın "Çorbadaki kıl" yazısında söylediği üzere, Nedim Şener gözaltına alınırken attığı "Hrant için, adalet için" sloganıyla, "Hrant'ın manevî mirasının oluşturduğu rant alanı"ndan beslendi mi, bilmiyorum. Nedim Şener'in içinden geçenlerden Mahçupyan kadar emin olamadığım için rahatsız da değilim ama. Sadece o "rant alanına" düşmekten imtina ettiğim halde, Hrant Dink'in "Tuvalet korosu" yazısını ve o yazıda anlattığı şeyleri hatırlatmak istiyorum herkese. Geçmişte, suçunun ne olduğu kendisine söylenmeden kimler kimler alınıp götürüldü, yargısız infazlar yapıldı, keyfi uygulamalara maruz bırakıldı; hem yaşı, hem de tecrübeleri itibariyle Mahçupyan benden kat be kat fazlasını biliyordur muhakkak. Hrant Dink'i de sorgusuz sualsiz gözaltına alanlar, 'suçunun' ne olduğunu kendisine bildirmeden, ona tuvalette "İstiklâl Marşı"nı söyletiyorlardı. "Ne oldu yani, beni Türk mü yapabildiniz sabah akşam İstiklâl Marşı söyleterek?" diye soruyordu o yazısında Hrant Dink.
Endişem, tam da Ertuğrul Mavioğlu'nun söylediği gibi, "Kurunun yanında yaşın da yandığı bu davada bir gün, yaş sayesinde kurunun da kurtulması" olasılığıdır. "Olasılıklara gelmedik daha" diyebilirsiniz, ama hatırlatmak isterim, bu dava hakkında sadece olasılıkları biliyoruz biz. Çünkü zaten gerçek adalet bir ihtimaldi hep bu ülkede. Bugün bunun vicdani ve ahlâki külfetinden, sadece "AKP zamanında başlamış bir şey değil, yılların çürümüşlüğüdür bu" demekle kurtulabiliyorsanız; ne yazık ki siz o külfeti hiçbir zaman sırtlanmamış, bir "görgü tanığı" bile olmayı başaramamışsınız demektir. Özgürlüklerin kısıtlandığına 'şahit yazılmaktan' korkanların demokrat sayıldığı bir yerde de aslında, belki sizin söylediğinize gelmek hepimiz için en sağlıklısıdır. Ama en doğrusu ve adili değil asla!
Bu son yazacağım söze çok dikkat edin: Çünkü sadece Ergenekon davası kapsamında değil, önceki bütün hükümetler ve iktidarlar nasıl yaptıysa, bugün AKP iktidarının da yürüttüğü ya da yürütülmesine göz yumduğu haksızlık ve hukuksuzlukları bazan hükümet mensupları ve partililerden daha heyecanlı şekilde savunabilen 'demokratlar' gibi, benim gözümde de 'darbeci' yaftasına kurban gidebilecek kadar düşük bir eşiği var bu söyleyeceğimin. Ama her iki 'taraf'ın zulmüne de en azından "görgü tanığı" olduğum, tüm yanlış anlaşılma ihtimallerine rağmen cesurca ve samimiyetle hissedilsin diye, söyleyeceğim yine de:
Bizim talebimiz haksızlıkların, hukuksuzların, kısıtlamaların, ayrımcılıkların, despotlukların, zulümlerin son bulmasıdır; bunları yapan zalimlerin kılıklarının ya da kıyafetlerinin değişmesi değil. Tedavi bir yana, henüz hastalığını kabul etmeye bile yanaşmayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni nasılsa, AKP iktidarını da sakın ola ki taburcu etmeyin!
1) 10 Mart 2011, Zaman
2) 13 Mart 2011, Zaman