Bir milyon Filistinlinin Gazze’nin güneyinden kuzeyine doğru 27 Ocak’ta başlattıkları yürüyüş, yüzyılımızın çarpıcı bir anısı olarak belleklerimize kazındı. Yüzlerce, binlerce insan tek bir yol üzerinden, Gazze’nin sahil boyunca uzanan Raşid yolundan kuzeye doğru at ve eşek arabalarına yükledikleri iki üç parça eşyaları, yaşlıları, çocukları ile yürüyorlar. Çok mutlular, şarkılar söylüyorlar, yarı aç yarı tok, ama gözlerinde pırıldayan ışıklar eşliğinde evlerine dönüyorlar. Olmayan evlerine. Susuz, elektriksiz, altyapısı olmayan yıkıntılara. Yıkıntıların altında yatan sevdiklerini bulmaya, aramaya gidiyorlar. Kemiklerini bulup görebildikleri bir yere gömmek için gidiyorlar. “Kendi topraklarımıza gömeceğiz onları” diyerek.
Küçük bir Filistinli kız çocuğu, kendisini görüntüleyen basın görevlisine yazdığı bir şiiri gösteriyor. “Ben Filistinli bir kızım, güçlüyüm, kararlıyım, kahraman Gazze halkının çocuğuyum, biz onurumuzu korumayı seçtik, ölmek pahasına. Yıkıntı halinde de olsa evime dönmek benim için bir zaferdir.”
Filmlerde gördüğümüz sahneler gibi uzun konvoylar halinde, evlerine, daha doğrusu yıkıntılara, tonlarca moloz ve çöpün biriktiği çamurlu yollardan geçerek yürüyorlar. Bu kareler 21 yüzyılın yüz karası. Utanç belgeleri olarak geçecek tarihe. Bizden sonra gelenlere bıraktığımız miras!
Yıkıntılara dönüş
Gazze’den Bisan* anlatıyor:
“Gazze’den Bisan ben. Nihayet eve dönüyorum.
Ölmeden dönebildim. Biz topraklarımıza geri dönüyoruz, evimize, yurdumuza. Tam on beş ay sonra. İsrail’in buradaki varlığı geçicidir. Ne pahasına olursa olsun dönüyoruz, hem de gözlerinin önünde. Engelleyecek bir şey yapamıyorlar. Semalarımızda, tepemizde, binlerce eşek arısı gibi vızıldayan dronların sesinden de kurtulduk. Az sonra ABD askerlerinin denetlediği bir arama noktasından geçeceğiz. Arabaları olanlar, benzin sarf etmemek için tepesine kadar dolu arabalarını iterek sıraya giriyorlar. On beş ay süren bombalar, susuzluk, açlık, her türlü hastalık vb. rağmen Filistin halkının varlığını yok edemediler. 1948’de işgal edilen topraklarımıza geri dönüyoruz.
Akşamüstü saat beş, hala sıradayız. Bekliyoruz. Beklemenin destanını yazan bir halkız. Bekleyenler arasında bir amca sesleniyor kalabalığa, 'Benim evim çok yakın, hemen şurada, yüz metre sonra, iyi kötü yatacak yer var, kadınları ve çocukları misafir edebiliriz.' Görüntülere bakıyorum, şaşkınlık içinde. Nerede, nasıl misafir edecek acaba?
Sabah oldu, güneş doğdu. İkinci güne girdik. Bekliyoruz. Öleceksek bile hiç değilse evimizde ölelim. Ama kararlıyız, yaşayacağız!
Bir yıl üç ay sonra dönüyoruz. Sırada bekleyen arabaların içinde bir kadın var. Tüm ailesini kaybetmiş. Kime dönüyor ki? Toprağa ve kaybettiklerine mi?
Diğer bir arabada genç bir adam direksiyon başında, sesleniyor bana, 'Benim de dönecek bir evim yok, arabanın tepesine bağladığım plastik çadırımdan başka hiçbir şeyim yok, bir tek o kaldı elimizde.'
'Hiçbir şeyin yoksa niye dönüyorsun' diyorum.
'Ruhum var ama orada Gazze’de' diyor. Yemyeşil gözlerine güneşin ilk ışıkları vuruyor.
Yirmi saattir yoldayım. Özlemim o kadar büyük ki, hiçbir şey hissetmiyorum.
Yirmi dört saat sonra yürüyerek geçebildim kuzeye. Allaha şükür Gazze’ye kavuşabildim. Sağ olarak buraya dönebileceğimi hiç düşünmemiştim.
Binaların yüzde 74’ü yıkıldı, biliyorum. Okul, hastane, fırın, kahvehane, market, aklınıza ne gelirse hiçbiri yok! Sanmayın ki bilmiyoruz.
Her şeyi biliyoruz ve bilerek isteyerek dönüyoruz! Bunu anlamak için bizim yaşadıklarımızı yaşamanız gerekmiyor.
Evinizin konforunda anlamazsınız, değil anlamak tahayyül bile edemezsiniz. Bu da sizin sorununuz! Ne yapacaksınız bundan sonra bize bugüne kadar yaptıklarınızdan daha fazla?”
Bisan, sonunda Kuzey Gazze’de Beyt Hanun’daki evini buluyor. Evi belli ki sağlam yapılmış büyükçe bir binada. Yıkılmış ama merdivenler duruyor. Bisan güle oynaya çıkıyor merdivenleri ve bir zamanlar yaşadığı evine giriyor. Balkonu yerinde duruyor, hemen balkona çıkıp Filistin bayrağını asıyor. Tam balkonun karşısında kocaman bir palmiye ağacı, sapasağlam ve yemyeşil ona bakıyor. “Ben de buradayım” der gibi.
“Geldik, döndük ve yeniden inşa edeceğiz” diyor Bisan.
Krallar ve soytarılar
“Emperyalizmin asli sorunu her zaman toprak olmuştur. Toprağın asıl sahibi kim, kim o toprakta yaşama hakkına sahip, kim o toprakları ekip biçmek ve üzerinde var olmaya ve o toprağı da yaşatarak geleceğini belirleme yetkisini sahip? Bu sorunlar üzerine çok tartışılmış, yazılıp çizilmiş ve hatta bazen de kararlar verilmiştir, bütün bunlar da her zaman söylemler üzerinden olmuştur.” Edward Said, “Kültür ve Emperyalizm”
Toprağa bağlanma ve sahip çıkma dürtüsü, o toprağa sahip olmak isteyen başka insanlar olduğunda ortaya çıkar. İnsanlar tehdit altında oldukları zaman kaybetme korkusunu geliştirir. Filistin halkı için de bu böyle olmuştur. İsrail devletinin öncü güçleri kapılarına dayanıp, yüzyıllık evlerinden onları silah zoruyla çıkarıp, başka ülkelere mülteci olarak gönderdiği zaman, gittiler, ama dönmek üzere. Yetmiş beş yıldır geri dönüşün destanını yaşıyor ve yazıyorlar. Tarıma bağlı tüm toplumlar gibi, onların da kaderleri ve yaşamları topraktı. Toprak giderse yaşam da yoktu.
İsrail devletini kurmak amacıyla 20. yüzyılın başında Avrupa’dan gelen ve Filistin topraklarına yerleşen Yahudilerin ise toprakla ilişkileri sıfırdı. Toprak işlememiş, alım satım, aracılık ve finans gibi alanlarda var olmuş, toprak değil parayla iç içe geçmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Avrupa’nın büyük kentlerinde kendi aralarında gettolarda yaşayan Yahudi orta sınıfı, kültür, sanat, bilim alanlarında başarılı, iz bırakmış bir toplum olmalarına rağmen, Avrupalılar tarafından dışlandı ve küçümsendiler.
Avrupa’da merkantilist dönemin başlaması ile birlikte, ana ülkelerin dışında coğrafyalara açılmak, oradaki yerel toplumları yok ederek koloniler kurmak Avrupa’nın zenginliğinin, paraya dayalı iktidarının en temel dayanağı oldu. Toprak, kolonyalistler için, üstünde olandan çok, altında yatanlar açısından cazip bir zenginlik kaynağı oldu. Altın, elmas, değerli madenler, taşlar vb.
İsrail bugün, tarıma ve toprağa bağlı, aile bağları güçlü Filistin toplumunu sürekli olarak bu bağlarından koparmaya çalışırken, diğer yandan da Yahudi toplumunu da yerleşimciler yoluyla toprağa geri dönmeye zorlamaktadır. Bu paradoksa bağlı olarak Yahudi ve Filistin halklarının birlikte aynı toprak üzerinde bir yaşamı sürdürebilme şansı kalmamış ve bugün yaşadığımız şiddet ve soykırım noktasına gelinmiştir. Ancak bu sürdürülebilir bir durum değildir. Kaçınılmaz olarak “ya biz ya onlar” ikilemi gündemde olduğu sürece, toprak parçalanmak ve bölünmek zorundadır. Yahudileri Avrupa’dan kovan beyaz kolonyalistlerin yerini bugünün kolonyalist yerleşimci Yahudileri almış, bir zamanlar kendilerini ezenler ile işbirliği içinde “ötekileri” Filistin halkını imha ederek ve köklerinden kopararak tek bir Yahudi devleti kurma hayalleri kurmaya başlamışlardır.
Bugün ABD’nin başkanlığına seçilen Trump, bu kadar çetrefil ve derin sorunları ne anlayacak ne de çözebilecek bilgi ve birikime sahip olmadığı gibi yaşamını kumarhane işleterek kazanmış ve ufku Florida ile sınırlı kalmış bir kovboydur. Yanına aldığı Elon Musk ve benzerleri de sarayın soytarıları olarak Kral’ı kafaya alıp kendi geleceklerini inşa etmek peşindedirler. Milyonlarca insanın kaderleriyle oynamak soytarılara bırakılırsa ne olur?
Kim kral, kim soytarı?
Bisan ve Filistin halkı ayakta kalmak ve yaşayabilmek için amansız ve zorlu bir mücadele veredursun, Beyaz Saray’da yaşayan Trump ve ekibi, akşam viskilerini yudumlayarak başka hayaller kurmak peşindeler. İsrail devletinin Gazze’de soykırım yapabilmesinin bütün olanaklarını yaratan Biden ve ekibi, oyundan çekilince, saha Trump ve ekibine kaldı. Başkan Trump hem kral hem soytarı karışımı bir profil çizerek, “delidir, ne yapsa yeridir” oyununa girdi. Bütün dünyayı hala parmağında oynattığını sanan, saf ve temiz Amerikalı ayağına yatan, kendince kurnaz ve becerikli iş bilir olarak bol keseden atıp tutarak ABD’nin ekonomik gücünü pazarlayarak bir yerlere varacağını sanan Trump kısa sürede bütün aslarını masaya koydu. Tek kumarbazın kendisi olmadığını önümüzdeki günlerde anlayacak. İktidara geldiği 20 Ocak’tan bu yana, bir ay olmadan, tüm dünya kral çıplak demeye başladı bile. Para ve gücün sarhoş edici iktidar gücü, tuzaklarla doludur.
İsrail Filistin arasında ateşkes sağlanmasını, 20 Ocak’ta Beyaz Saray’da tahta çıkmadan bir gün önce 19 Ocak’ta yapılmasını sağladı. Bunun için Netanyahu ile pazarlığa oturdu, “sen şimdi sus, sonra çözeriz” dedi, Körfez ülkelerine “hadi artık” dedi, Suriye’de kendince çözüm üretti, ve dünyaya “barışı getiren lider” olarak Nobel ödülüne bile uzandı. Ancak çok şeyi hemen isteyen şımarık çocuk tavrından vazgeçmedi. Saraya yerleşince başta Netanyahu, pazarlığa oturduğu tüm kral ve soytarıları ayağına çağırdı.
Netanyahu ve Trump
Beyaz Saray, saray olalı bu kadar muhteşem bir ikiliyi ağırlamamıştır! Netanyahu aşırı mutlu, gülücükler saçıyor. Lübnan’da yüzlerce sağlık çalışanı ve çocuğun kör olup yaralanmasına neden olan ama İsrail’in son teknolojik başarısı olarak gördüğü içine patlayıcı yerleştirilmiş Plager haberleşme araçlarının som altından yapılan bir örneğini bizzat eliyle Trump’a hediye ediyor. Trump ise içten içe bu alet gerçekten birinin elinde patlar mı acaba diye düşünmekle beraber bu değerli armağanı kabul ediyor. Trump bundan sonra Netanyahu’nun rüyasında bile göremeyeceği yeni planını anlatıyor. Netanyahu’nun istediği tüm garantileri verdiği gibi Gazze’nin ise ABD tarafından satın alınacağını, Filistin halkının Gazze’ye geri dönmesinin söz konusu olmadığını, Gazze’nin ise Trump’ın önderliğinde bir “Riviera” olacağını (Trump’ın geçmişine bakarsak kumarhane, kerhane karışımı bir yer olarak algılanabilir) söylüyor. Bu noktada Netanyahu’nun ağzının suları akıyor, bütün endişelerinden arındığı gibi hiç ummadığı bu ödül ile iskemlesinde kabarıyor.
Trump-Netanyahu görüşmesinden çıkan somut sonuç ise Gazze’de yapılan soykırımın değişik biçimlerde süreceği, Gazze halkının “ölmek ve yaşamak” arasında zor bir karar vermeye zorlanarak, komşu ülkeler, özellikle Mısır ve Ürdün’e sürülmeleri, bu ülkeler onları almaz ise diğer Arap ülkelerine, o da olmaz ise Arap çöllerine sürülerek “ölen ölür, kalan sağlar göçer” mantığı ile kaderlerine terk edilmeleridir. Bu muhteşem projenin mimarı Trump ise Gazze sahilinde inşa edeceği otellerin dünyanın dört bir yanından gelen milyarderler her türlü “konfor” ve “hizmet” sunacağını, buna da bizzat kendisinin kefil olacağını anlatıyor. Netanyahu, bulduğunun, umduğundan da fazla olması nedeniyle, hastalığını bile yenerek derhal ülkesine dönüyor.
Kral Abdullah ve Trump
Netanyahu ile yaptığı görüşmenin başarısı üzerine Trump, Gazze’yi satın alma projesinin tüm dünya ülkelerinden gelen tepkilere rağmen devam edeceğini, ayrıntıları görüşmek için Ürdün Kralı Abdullah’ı pazarlık için Beyaz sarayda ayağına çağıracağını duyurarak, dünyaya meydan okuyor.
Krallar ve Soytarılar oyununun ikinci perdesi böylece sahne alıyor. Bu kez Trump’ın karşısında oturan Kral Abdullah, iskemlesinin ucuna ilişmiş, ezik bir biçimde sürekli gözlerini kırpıştırarak, okul müdürü tarafından hizaya çekilen tırsık çocuk gibi sinmiş bir durumda başına gelecekleri bekliyor.
Kendisinin orada olması yetmezmiş gibi genç oğlunu da kurban olarak yanına alması ise ayrı bir konu. Kral Abdullah, Trump’ın Filistinlileri ülkesine alma konusunu kendisine dayatacağı korkusu ile hemen söze girip 2000 yaralı ve kanser hastası Filistinli çocuğu tedavi için Ürdün’e alacaklarını belirtiyor.
Duyarlı ve hassas bir yapıya sahip olan Trump, bu sözler karşısında çok etkilenip ağlak bir suratla “İşte tam da bu, 2000 çocuğu alan gerisini de alır” gibi sözler sarf ediyor. İsrail -ABD işbirliğinin asıl hedefi olan Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan tüm Filistinlileri Ürdün’e sürüp, Filistin topraklarında tek bir İsrail kurma amacı kabak gibi ortada iken, şu anda nüfusunun yüzde 70’i zaten Filistinli olan Ürdün’ün ufak bir isim değişikliği ile Orta Doğu’nun diğer ulus devletleri gibi yapay bir devletçik olmasının önü açılmış oluyor.
Shakespeare oyunlarında sıkça yer alan Kral ve Soytarısı sahnelerinden birisini, gerçek oyuncularla canlı yayında izledik.
Ben dahil, çoğumuz da bu oyundan çok etkilendik. Aylarca süren soykırım haberleri, yakılan yıkılan hastane ve okullar, öldürülen doktor ve gazeteciler, açlık, susuzluk, yıkanamayan, tuvalete bile gidemeyen, çadır bile olmayan bez parçaları altında yaşayan Filistin halkının bir Riviera’sı olacaktı!
Ne var ki bu mutlu tabloda çözülmemiş bir sorun var. Riviera’da kimler yaşayacak? Toprağın asıl sahipleri mi, yoksa uluslararası sermeyenin Elon Musk ve benzeri şahsiyetleri mi? Gazze’de yaşayan yaklaşık 2 milyon insan ne olacak sorusu ben bunları yazarken henüz havada. Gazze halkı bütün yaşadıklarından sonra kendi istek ve iradeleriyle ölmeye karar verirlerse ne olacak?
Kim durduracak onları? Ölen yakınlarının kemiklerini aramak için toprağı kazan insanlar sizin emrinizle gidecekler mi? Ölülerin kendi toprağına gömülmesi, binlerce yıllık insanlık tarihinin en önemli geleneklerinden birisidir. Kadim toplumlar bu geleneği her zaman yaşattılar. Kolonyal Batılılar ise bu geleneği ve saygıyı sadece kendi soylarına ve büyüklerine uyguladılar. İşgal ettikleri toprakların altında yatan yerlileri yok saydılar. Trump’ın bugün Filistin halkının kemikleri üzerinde kendi tabiriyle “eğlence” mekanları kurması, kolonyal geleneğin en parlak örneklerinden biridir.
Beyaz adamın serüveni kendi gibi olmayanı, ten rengi, yaşama biçimi, hayata tutunma nedenleri çok farklı insanları, küçümseyerek, yok sayarak ürettiği anlatı, içinde travmalar taşır. “Ben neyim ve kimim, öteki nedir” sorusunu sormaya başlaması beyaz adamın dünya üzerindeki kendi varlığını sorgulaması, daha sonra da içinde yaşadığı ortamı sorgulamasıyla devam etti. Bu sorgulamada kendisini ve ten rengini akladı. Beyaz insan üstün insandı, diğerleri ise onun hizmet elemanları.
Para ve iktidar ellerinde olduğu sürece, beyazlar için kendi yarattıkları bu “anlatı” bütün dünya toplumları için tek ve geçerli metin oldu.
Nasıl bir gelecek?
İsrail’in yeni Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir, Savunma Bakanlığı’nın bir konferansında 2025 yılını “yeni savaşların süreceği bir yıl” olarak tanımladı. “Süreceği” sözcüğü önemli. Bunun anlamı Lübnan ile Kasım’da, Filistin ile Ocak ayında yapılan ateşkes anlaşmalarına rağmen savaşların devam edeceğini ima etmesi. İsrail’in hiç tükenmeyen savaş iştahı ne kadar gerçekçi?
İsrail’in Lübnan’a yaptığı binlerce hava saldırısı binlerce insanı yaraladı ve öldürdü ama amaçlarına ulaşamadı.
Gazze üzerine 85 bin ton bomba yağdırdı, 170 bin insanın yaralanmasına ve ölümüne neden oldu. Bütün bunlara rağmen her iki cephe de başarıya, istediği sonuca ulaşamadı.
Netanyahu, Trump’tan aldığı desteğe rağmen zor durumda. Bütün cephelerde savaşa son verir ise, hükümeti iktidardan düşer. Tüm cephelerde savaşa girerse, yine istediklerini tam olarak elde edemeyebilir. Ortada bir yol izleyerek hem Gazze hem de Lübnan’da anlaşma koşullarına uymayarak, insan öldürmeye devam ederek, küçük çaplı çatışmalarla işi idare ederek, asıl hedefi olan Batı Şeria’ya yüklenecek.
Gazze saldırıları tüm yoğunluğu ile devam ederken İsrail Batı Şeria’da özellikle Cenin ve bazı kamplarda imha hareketlerine, tutuklamalara, öldürmelere devam etti. Gazze gündeminde bunlara daha az yer verildi. Oysa İsrail için her zaman Batı Şeria asıl hedefti.
İsrail 2025’i savaş yılı olarak görmeye devam ederse, ağırlığın Batı Şeria’da olacağını öngörebiliriz.
Ama şunu da unutmayalım ki Filistin halkı yıllardır savaşıyor, savaşa dayanıklı, direnme gücü yüksek bir halk.
Genç nesiller savaşa katılmaya başladı. Teknolojide onlar da yeni hamleler peşinde.
Dünyanın tek ve en büyük gücü olduğuna herkesin hala inandığı ABD, gerçek bir kaplan mı, kağıt dan bir kaplan mı?
Hep birlikte göreceğiz!
Evine hoş geldin Bisan. Burası senin evin, senin toprağın. Toprak seni ve yol arkadaşlarını bağrına basacak, siz de yine soğan, sarımsak, yeşil biber ekeceksiniz!
Yolunuz açık, bereketiniz bol olsun!
*Bisan Owda. 1997, Gazze doğumlu gazeteci ve belgesel sinemacı. Gazze’de yaşanan ve 15 ay süren İsrail saldırıları boyunca, kamerası saldırılarda imha edildiği için cep telefonuyla YouTube ve El-Cezire üzerinden dünyaya yaşananların hikayelerini anlattı. 2024’te Peabody ödülü (habercilik) El-Cezire’de yaptığı “Ben Gazze’den Bisan ve Hala Yaşıyorum” dizi haberleri için Edward. R. Murrow Haber ve Gazetecilik Ödülü ile Emmy Belgesel ödüllerini aldı.
(MUT/Mİ)