Toplantıyı fotoğraf makinesi ve ses kayıt cihazıyla izlemesi, dağıtılan materyalleri özenle dosyalaması, oturumlarda doğru ve haklı şeyler söylemesiyle, katılımcılarla ilişkisinde seçici davranışları nedeniyle dikkatimi çekmişti. Ustalıkla sunduğu bölge raporu nedeniyle tüm katılımcıların beğenisini toplamıştı. Kalabalıkların içinde yaptığımız ikili sohbetlerden keyif almıştım.
Program bitiminde ikimizin birlikte fotoğrafının çekilmesini sağlamış ve "Sayenizde burada kendimi çok özel hissettim. Teşekkür ederim" deyince, "Size özel bir şey yapmadım ki hiç! Teşekküre gerek yok!" yanıtını almaktan hoşlanmamıştı. "Yaptıklarınızın, bana 'özel' olarak yapıldığını düşünmenin sakıncası var mı?" deyince, gülmüştüm.
Sonradan "amca"lığa terfi eden Faik Bey'in gönderdiği ilk paketten yöreye özgü el işi örtüler, -düşkünlüğümü gözlediğinden- farklı renk ve oyalı yemeniler, kızlarım için süslü kalemler ve arkasında "Gönlün ne isterse, bahtın öyle olsun!" yazan ikimizin fotoğrafı çıkmıştı. Dileğine bayılmıştım.
Tanıştığımda 71 yaşındaydı, şimdi 80. "Köroğlu'm" dediği Firuzan Teyze'nin 57 yıllık kocası. Kitap ve kırtasiye satan 61 yıllık esnaf. Şimdilerde sayısı yirmilerde olan gönüllü kuruluşun üyesi, geçmişte de çoğunun yöneticisi. Esnaf derneklerinin mutlak muhalif ve destekçisi. Kendi deyişiyle 80 yıllık Halk Partili. Fak-Fuk Fon mütevelli heyetinin aralıksız 21 yıllık üyesi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nin 1945 girişli, 1946 çıkışlı öğrencisi. Bu okulun Mezunlar Cemiyeti'nin (İFMC) en fahri üyesi. Annesinin hastalığı nedeniyle ayrıldığı okulu için "Mezun Olamayanlar Cemiyeti(!)" kuran birisi o.
Bu çılgın (Faik'tir, ne yapsa yeridir), güvenilir (Faik dediyse/yaptıysa doğrudur), mükemmeliyetçi, çalışkan, mücadeleci, kendi çapında halkı bilinçlendirme/ aydınlatma misyoneri, üretken keyif adamı; aynı zamanda iyi bir hemşehri ve yerel gazetede yaşadığı kentin sorunlarını ve ekonomi-eğitim-kültürel konuları işleyen 40 yıllık bir köşe yazarı.
Yıllarca zeki ama yoksul çok sayıda çocuğun lise, üniversite ve gerektiğinde yurt dışında okumasına verdiği gürültülü (dernek aracılığıyla) ve sessiz (bireysel) destekten kıvançlanan Faik Amca, çok iyi bir okur. Dükkanında sattığı her kitabın birini kendi kütüphanesine ayırmış ve okumağa çabalamış.
Eskiye dair her şeyi biriktiren ancak en çok daktilo makinesi, divit, kağıt-defter, dolmakalem ve kentinin sosyal yaşamına dair fotoğraf koleksiyonu ile övünen, yaşıtlarına -hep- pek benzemeyen, "Globalleşen dünyada yerelleşmek gerek" deyip, kent tarihine ilişkin çalışmalarda baş aktör olan bir adam o.
Torunlarından önce edindiği, yazı yazmakta ve sanal aleme dalmakta kullandığı bilgisayarda ustalaşan Faik Amca, yıllar önce "ICQ numaranı versen de, arada sohbet etsek" dediğinde, "Ben beceremiyorum" demiştim. Kızmıştı: "Çabucak edin ve kızlarından öğren."
Her sabah aynı saatte dükkanını açan, tezgahtarlar gelince üst kattaki ofisine çıkarak, günlük gazetelerini okuyup, kestiği kupürleri özenle arşivledikten sonra yazısına başlayan Faik Amca'nın her konuda söyleyeceği varsa da, bunları yerel televizyonda aktarmaktan hoşlanmadığını biliyorum.
Sıkça "Sen sosyal hizmet uzmanı, ben de alaylı bir halkla ilişkilerciyim" der, kitaplarda bulunamayan ancak onun defterinde yazan yılların iletişim deneyim/becerilerini anlatıverir.
Hatalarıyla/sevaplarıyla onur duyduğu tek oğlu ve iki kızından olma beş kuzusu olan Faik Amca bu ara üzgün. Marazi bir sevda hürmetine torun Ali(şko) fakülteyi bırakmış. Seneye okula devam etmesi koşuluyla araba artı interrail masrafları artı dizüstü bilgisayar teklif edip, "Hız çağında aşk acısı hızla bitmeli" demiş ama sonuç değişmemiş.
Pazar öğlen yemeğine çocukları ve torunları için kendi elleriyle yaptığı balık, çiğbörek, salata (yirmi çeşit ot-sebze-baharatlı) ve höşmerim yenirken başka şeylerle ilgilenen, sevimsiz-iştah kaçırtıcı konular açan torunlarına bozulan, ağza alınan her lokmanın "iyi ki yaşıyorum" sevinciyle çiğnenerek yaşamın tadına varılması gerektiğini söylermiş.
Ofisindeki laboratuar-mutfakta hazırladığı atıştırmalıklarla saat üç sularında ilki çok ikincisi az (maden) sulu rakısını içip, ağzının kokusunu kakuleyle yok eden, içki aldıktan sonra "bereketi kaçar" diye dükkanına uğramayan bu keyif ve gönül adamı; hala çakı gibi olmasını, her sabah bir kahve fincanı elma sirkesini sıcak suyla seyrelterek içmesine bağlar. Sabah yürüyüşlerinin, bahar-yaz aylarında bahçe uğraşılarının, güzel -ille de muzur- olan her şeyi sevmesinin bunda payı olduğunu söyler.
Yaşadığı yörede çok yaygın olan manicilik -mani atma- geleneğinin yılmaz sürdürücülerinden olan Faik Amca konuşmalarının arasına yerleştirdiği manilerle ortamın havasını değiştiriverir. Kızlarımla tanıştığı sırada yerel ağızla söylediği "Dağı duman olanı/Hali, yaman olanı/Uyku girmez gözüne/Kızı güzel olanı" manisini evimizde sıkça okunur olmuştu.
Bir gün telefonda "Benim küçük kız geçen hafta kocasına 'İndim guyu dibine/Baktım suyay rengine/Mahşere gadar yanarım/Düşemedim dengine' manisini okudu" deyince koptum adeta. İçi yanıyor biliyorum, ama ifade edişi böyle.
Şehir kulübünde perşembe akşam üzeri başlayıp gece yarılarına dek süren briç partileriyle sosyalleştiğini ve Alzheimer'den korunduğunu, briç bilmediğim için erken yaşta bunayacağımı söyleyen Faik Amca'nın yaşından tek yakınması; refleksleri zayıfladığı için orijinal olmasıyla övündüğü A1 (1970 model) Anadol'unun direksiyonundan uzaklaşmak zorunda kalması. Her hafta silip parlattığı ve kimseye şimdilik emanet edemediği arabası için; "Kaporta-model eski, motor dipdiri. Tıpkı sahibi gibi" diyerek çevresindekileri güldürür.
"Baba"lığı ve "büyükbaba"lığıyla övünen, Firuzan Teyze tarafından kirli çıkısının açılacağını bildiğinden "koca"lığıyla övünemeyen Faik Amca gibi bir adamın eksileri de var elbette.
Her şeyi dalgaya alıyormuş gibi yapıp, epeyce biriktirdikten sonra beklenmeyen bir anda patladığından, sönmesi için üstünü elinle kapatırken de diliyle can yakan Faik Amca için "O, üst üste çaktığında yanmayıp, sonra alev topuna dönüşen bir 'muhtar çakmağı'na benzer" diyen Firuzan Teyze, özür dilemeyi de bilen kocasını artık fazla takmadığını söylüyor.
Dizleri ağrıyan karısına kıyamadığından evde getir-götür işi için yardımcı tutan, arada bir ona "Ağaç dibi çimensüz / Davla başu dumansuz / Şurda cennet va deseler / Valahi gitmem sensuz" diyerek aşk ilan eden, kızlarının kendisini, oğlunun da annesini daha çok sevdiğini düşünen, küçük kızı ve torunlarının 'babacan' diye seslendiği Faik Amca; kızlarıyla anneleri arasında çocuk yetiştirme yöntemlerine ilişkin tüm tartışmalarda hep kızlarından yana olurmuş.
"Köroğlu'cum! Kızının büyüyüp, anne olduğunu kabullen. İzin ver kendine, sana ve çevresine rüştünü ispat etmesine. Müdahale etme; sus. Değilse, kalbin kırıldığında üzülme! Ali(şko) senin torunun, çocuğun değil" dediğinde de karısının surat asacağını bilirmiş.
Gençliğinde kendisinden daha iyi bir binici olduğunu ve atın üstüne çok yakıştığını söylediği eşiyle orman içinde ata binerlermiş. Mahmuzlu binici çizmelerini Söke'de Varyemez Usta'ya yaptırttığını söyleyince, memleketimin bu konudaki ününü bilmediğimden şaşırdım.
Sizden çok güçlü ve kuvvetli bir canlıyı kendinize tabi kılarak, onunla birlikte hareket etmenin müthiş bir keyif diyen, küçük torun Beyza'yı ata binmeye özendirerek, bir Pony Klübüne yazdırılmasını sağlamış. "Niye?" diye sordum. Kız çocukları korkak değil, cesur, güçlü, pratik ve dengeli yetiştirilerek, o güçlü hayvanı yönet(ebil)meyi öğrenmeleri gerekirmiş. "Ukala ve korkak insanlar ata binmemeli" diyen Faik Amca'nın öbür cümlesini karşı cins imzalı e-posta bombardımanına uğramamak için yazamayacağım.
Çok sık yüz yüze görüşmesek de, birbirimizi telefonla takip eder, yaşamımızdaki her değişimi biliriz. En son iki ay önce, Ankara'ya geldiğinde iki saatliğine işyerime uğradığında görüşüp, hasret giderdik. Çok düşüncelidir. Mesela onu telefonla aradığımda, açmaz, sonra kendisi arar. Neden? Çünkü o koskocaman üstelik emekli bir iş adamı, ben ise devletin küçücük bir memuruymuşum. Dedikodu yaparken, GSM şirketine maaşımı kaptırırmışım.
Yıllar önce kocaman cüssemle minicik bir kediden korkup, iki şişe suyu onu çevremden uzaklaştırmak için kullanmamı, beni şaşkın halde izleyenlere aldırmadan tabağımdaki nefis balığı ayakta yememi, masadakiler -başta o- güldükçe sinirlenmemi, "Her güçlü zannedilen insanın zayıf bir yönü vardır" gibi ucuz söylemler eşliğinde azaba dönüşen yemeği yarım bırakmamı fırsat buldukça hatırlatır.
Yıllardır yaptığı yoga ile tüm kaslarını gevşettiğini, yaşına rağmen kemiklerini esnettiğini, vücuduyla barışmasını ve onun dilini öğrenmesini sağladığını söyleyerek, çevresindekileri de yönlendirir.
Belli aralıklarla gönderdiği sürpriz paketlerin içeriğinde sevdiğimi bildiğinden hep o yöreye özgü oyalarla çevrilmiş el baskısı yemeniler çıkar. Bazen küçük bir kağıda oyaların anlamını da yazar.
Geçen hafta aldığım paketten fıstıki yeşil ve "gelin kaynanaya küstü" oyalı yemeni ve bir kitap çıktı: Secret. Ve bir not: "Bu kitap, okuyanın hayatını değiştirtiyormuş. Oku da, hayatın -istediğin gibi- değişsin evlat! Yani; Gönlün Ne İsterse, Bahtın Öyle Olsun."
Kasketin kendine çok yakıştığını düşünen, her renk-model-kumaştan yapılanlarına sahip olsa da yeni her kasketle mutlu olduğu ben de ona bulduğum değişik kasketleri hediye olarak gönderirim.
bianet'te yayımlanan yazılarımın baş okuru ve acımasız eleştirmenidir. Pazartesi sabahları gönderdiği e-postalarda; yanlış ifadelerimi ve imla hatalarımı belirtir, Arapça-Osmanlıca sözcükler kullanmamı -yaşıma yakıştıramadığından- eleştirir, "şöyle yazsaydın daha iyi olurdu" ya da çok beğendiyse "aferin kız" der ve arkasından ekler: "Portrelerini yaptığın yaşlı arkadaşlarını kıskanıyorum. Sıra bana ne zaman gelecek?"
Doğum günü bilinmediğinden ailesi "babalar günü"nü onun doğum günü olarak kutlamaya başlamış.
Bu yazı ona doğum günü armağanı olarak yazıldı.
Kabul buyurunuz Faik Bey...
Sizin ve sevdiklerinizin, bu yazıyı okuyanlardan baba(sı) olanların -ve herkesin- "Gönlü Ne İsterse, Bahtı Öyle Olsun" efendim...(ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı.