“…bütün bunlardan sonra başa dönüyorduk, ol diyorlardı oluyorduk, ol diyorlardı üşeniyorduk, göklere bakardım göklere, ol deyince aşağı düşen bi’şeyler vardı, göklere diyorduk n’aber gökler?”
Rastlamışsak bir şaire, hele bir de yeni daha yeni, fırından çıkmış ekmek gibi, kulak oluruz sesine, cümlelerine, dizelerine.
Birbirimizi bilmeyiz ya, sesinin bizi alıp götürmesine, nereye götüreceğine, onunla nereye kadar gidebileceğimizi bilmeden gideriz... Varmak isteriz sadece nehir gibi denizine, sözün mucizesine... Vardırıyorsa bizi amenna deriz.
Mihrap Aydın Trabzon doğumlu… Hem bir şair hem de bir sosyolog.
"Sözün en kapsayıcı hali olduğu, her şeyi anlatılır kılmaya çalıştığı için" şiire başladığını söyleyen Aydın, öyküsünü anlattı, ardından da cevabı insanda olan sorulara yanıt verdi.
"Trabzon'da doğdum. Kalabalık bir ailede büyüdüm. Yetişkin olana kadar çok şehir değiştirdim, farklı kültürlerden ve sınıflardan insanlar tanıdım, bunun bana katkı sağlayan bir şey olduğunu düşünürüm hep. Ankara Üniversitesi'nde sosyoloji eğitimi aldım, Ankara’yı hiç sevmedim. Yazmaya oldukça erken başladım, bunlara şiir demeye lisede karar verdim, Süha Tuğtepe’nin bir kitabını okuduktan sonra. Sanırım aşırı rastlantısal bulmuştum. İlk şiirim Ücra dergisinde yayınlandı. Bülent Keçeli ve Murat Üstübal şiir yayınlamamın devamlılığını sağlayan insanlar oldular. Sonra içinde bulunmaktan oldukça keyif aldığım Natama Hayat Memat Dergisi’nde şiirlerimi ve yazılarımı düzenli olarak yayınlarken, Vertigo, Cin Ayşe Fanzin, Şerhh vb. dergi ve fanzinlerinde de yer aldım. Natama’nın 3. sayısında yayın kuruluna dahil oldum, fakat yayın kurulunda olup olmamak, dergi içinde söz sahibi olup olmamak anlamına gelmediği için, şiirlerimi yayınlamaya başladığım andan itibaren Natama’dayım diyebilirim."
Kitabının adı, “az daha güzeldik”.
Arkadaşlarımın seçtiği bir isimden. Natama dergisinde Ermeni şiirleri ile ilgili hazırladığımız bir dosyası vardı. O sayı yayınladığım şiirimin adıydı.
Şu an düşünüyorum da, anlamı da meseleye oturuyor gibi; sanki bir şeylerin iyi olmasına, kolaylaşmasına az kalmış, ama olmamış, bütün güzellikler yakında bir yerde asılı kalmış gibi.
“geçitte olasılıksız” şiirinde “bozulmamış müzik yoktur” diyorsun… Ben bunu, insan bozulunca; meyve sebze bozulur, radyo bozulur, kitap bozulur, otobüs bozulur, vapur bozulur, velhasıl kelam hayat bozulur gibi okudum.
Güzel bir okuma olmuş bu.
Kadın şair, kadın yönetmen, kadın ressam, kadın mimar... Erkek şair demiyoruz ama kadın şair diyoruz. Neden? Şair sözcüğü yetmiyor mu?
Kadın şair olarak anılmaktansa şair olarak anılmayı tercih ederim. Kimlikleri öne almayı biraz kolaycı buluyorum. “Genç şair” de böyle, bunu bazen insanlar bir alan açmak için kullanıyorlar. Bir nevi “pozitif ayrımcılık”... Kadınlığın bir sıfat olarak kullanılması, şair olan kadını yüceltmez ya da korumaz. Hem edebiyat için şiir için iyi olanı kim belirleyecek, bu sıfatlar mı? Siyasal dayanışma amaçlı edebiyat kollamaları da böyle, bazen dergilerde doktor şairler, avukat şairler gibi dosyalar da yapılıyor. Güzel değil evet, ama yapacak fazla da bir şey yok.
Şiirde söyleyenin bir erkek ya da bir kadın olduğu açıkça görülmüyor... Örneğin Furuğ Ferruhzad erkeğe hitaben tamamen kadınsı duygusallığıyla şiir söylemiş ilk kadın olarak anılır.
Cinsiyet meselesi şu, bazı yerli kabilelerde kadınlar başka erkekler başka dil konuşur, bunu Kürt kadınlarının Türkçe öğrenmeyi reddetmesine kadar uzatmak da mümkün. Aslında aynı dili konuşan kadınlarla erkekler de aynı konuşmaz. Şair erkek, kadın ya da trans, kendini cinsiyet anlamında ne hissediyorsa artık, o dilde şiir yazabilir. Madame Bovary gibi eserler de esasen erkeğin bir kadını resmetmesi değil miydi?
Kadınların erkek gibi şiir yazması bir sorun, bunu hem erkek dünyasında şiirlerine bir statü kazandırmak için, hem de gelenek olarak alabilecekleri bir kadın şiirine ulaşamadıklarından yapıyor olabilirler.
Ben kendi dilimle yazıyorum, bu dünyada olan, dünyadan etkilenen bir kadının dili oluyor ister istemez, dünyanın çeşit çeşit halleriyle bu şekilde baş edebildiğim için, şiirimde cinsiyet öğeleri olabilir. Başka bir kadın, bunu tercih etmiyor da olabilir. Fakat belirleyici değil bence, bedensel özellikleri erkek olan birisi de kadınsı, kadınca şeyler yazabilir. Furuğ'un kendinden bahsetmesi kadınlığı oldukça yücelten bir şey de aslında. aşık olunanı değil, kendi duygularını tanımak istiyor, kendi duygularını yüceltiyor. Furuğ’ a seslenirken şair değil de, kadın şair demek senin kulağınıza nasıl geliyor? Ben “şair” demeyi tercih ederim.
Erdal Öz, Edip Cansever’e “şiir yapılan bir şey midir, yoksa yazılan bir şey midir?” diye sorar, Cansever de yanıt olarak, “şiir yapılır diyorum… Yazılan şeyse yazıdır… Renk nasıl çiçeğin rengi, ses nasıl bir kuşun sesiyse, şiirde gözlemlerimizin, algılarımızın kavradığı nenler de şiirdir… Nasıl masayı uzaktan bir de yakından görmek arasında ayrımlar varsa, şiire açık bir insanın gözetlediği bir masayla, aşçının gözetlediği masa arasında da ayrımlar vardır… biz şiirle evreni, insanı, olayları yeniden görürüz… o gördüğümüz algıladığımız nenlerden de ayıramıyoruz şiiri” der.
Yapma yazma meselesine gelince de hem yapılır hem yazılır ama daha çok yapılır demek istiyorum. Çünkü bir şekillendirmeye tabidir, şair ortaya çıkartmak istediği esere varmak için anlam katmanlarını ve sesi kullanarak çalışır. Ben çalışkan biri değilim. Sadece çalışmaya niyetli biriyim.
Şair içinde yaşadığı toplumdan, çevresindeki etkilerden kurtulabiliyor mu? Yani şiiri düzenleyen el yalnız kalabiliyor mu?
Şair, toplumun bilinçdışından bağımsız bir dille de şiirini ortaya koyabilir. Sonuçta şiir, şairine bir özerklik alanı tanıyor. Orada kendi diliyle istediği kadar top koşturabilir şair. Fakat şair, her şeyden önce toplumun da bir parçası. Deli de olsa, veli de olsa bu toplumun parçası. Galiba burada önemli olan, parçası olduğu şeyi ne kadar içselleştirebildiği, kendi içinde bunu nasıl işlediği. Şair zaten bütün o yaşanılanları kendi içine düzene sokar ya da iyice dağınıklaştırır, şiirini öyle yazar gibi geliyor.
Adorno, Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğunu söyler… 1962’de de yanlış anlamalardan dolayı sözüne açıklık getirerek, "...üsluplaştırma ilkesi aracılığıyla kurbanların hayal edilemez kaderi, bir anlama sahipmiş gibi görünür, yüceltilir; dehşet yumuşatılır ve tek başına bu, kurbanlara karşı büyük bir adaletsizliktir...” der. Adorno’nun bu sözlerinden sonra şiir yazılmadı mı yazıldı, hem de çok. Katliamlar yaşanmadı, mı, yaşandı.
Dünyadaki en uzun tartışmalardan biri belki de Adorno’nun bu sözüyle ilgilidir. Ben Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz sözünün kendisinin şiirsel bulunduğu için bu kadar tartışıldığını da düşünürüm zaman zaman.
Adorno’nun bir Yahudi olarak Auschwitz’i gördükten sonra, şiirini okumak istediğini hiç sanmıyorum. Bazen bu kadar basit bakabilmek gerektiğine inanıyorum.
Bugün bölgede Cizre’de Silvan’da yaşanılanlardan sonra şiir yazılabiliyorsa Auschwitz’den sonra da şiir yazılacaktı. Acının yeniden üretimi, kolektif hafızaya ne katar? Adorno bunu nostalji kavramını incelerken de eleştirmiştir aslında. Yani şiir yazılamaz diyip, bırakmamıştır. Yeniden üretilmeye çalışılan bu acı neye hizmet eder? Dehşet estetize edilirken, hakikat yok ediliyor aslında. Nasıl ki, konuşmak insan bilincindeki simgeleri tam anlamıyla karşılayamıyorsa, bu acılardan bahsetmek de o gerçekleri karşılayamıyor.
Arkadaşlarınla Trabzon’da sinema derneği Sinezon’u kurdunuz. Devam ediyor mu?
Trabzon’dan bahsedilirken sürekli şehrin yüz yıllarca süregelen tarihinden bahsedilir. Fakat şehirde bunun birikimiyle ilgili kültürel ve sosyal alanda faaliyet göremezsiniz. Sanat tüketimi oradaki üniversite çerçevesinde gerçekleşir. Kültürel göç veren bir şehirdir Trabzon. Ve herkes şehre film gelmemesinden şikayet eder.
Sinema derneği bu şikayetlere de kulak kabartan, şehir adına bir sinema festivali düzenlemek isteyen bir oluşum. Fakat şehrin sinema kültür faaliyetlerinden farklı olarak, biraz da sinema ve sanat yoluyla Trabzon’un sosyal dokusuna nüfus edebilmek de vizyonları arasında. Ben şehir değiştirdiğim için, Sinezon’da aktif olarak görev almıyorum.
Son olarak okuduğun ilk yapıt, gördüğün ilk film, dinlediğin ilk ezgiyi bir iki cümleyle anlatsan.
Çocukluğumla ilgili aklımda çok şey var, yönetmen ismi lazım değilse Jumbo diye bir sirk kahramanı vardı, onun videokaseti vardı, çok izlerdim. Severdim de. Müzik olarak Zeki Müren şarkıları, evde çok sık çalınırdı. Bütün bunların yanında kendimi çok şanslı bulduğum anlar, annemin bana oldukça sık anlattığı “modern masallar”ı ve babaannemin korku, büyü ve efsanelerle dolu masallarını aynı anda dinlediğim anlardı.
Bu arada evde sanat tarihi ansiklopedilerinde gördüğüm bir Paul Klee resmi vardı, kırmızı balon. Sanki resimden bahsetmezsem olmaz, halen çok severim. (KT/HK)
* Fotoğraf: Güven Çağrı Atış